Kobani etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kobani etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2019 Cumartesi

Dünya Kobani Günü Vesilesiyle Akıntıya Karşı Öneriler ve Öngörüler



Dün 1 Kasım, Dünya Kobani Günü idi.
Bu vesileyle Kobani savaşı sırasında yazdığımız yazıları derleyerek bugüne bir katkıda bulunalım diye düşündük.
Aslında Kobani üzerine, Kobani Rojava’da Nusra ve IŞİD’e karşı savaş ve zaferin bir sembolü olarak alınırsa, henüz Kobani adının pek bilinmediği zamanlarda, Kobani savaşından bir yıl önce, El Nusra’nın başlattığı ilk saldırı ve PKK’nin bu saldırılara karşı seferberlik ilan ettiği dönemlerde yazmaya başladık denebilir.
Aşağıda göreleceği gibi İkinci Düny Savaşı’nda savaşın dönüm noktası olan Stalingrad ile paralellikler kurarak, burada kazanılacak zaferlerin ikinci dünya savaşındakine benzer sonuçlara yol açabileceğini yazıyor ve şöyle diyorduk:
Rojava’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da PKK’nın adeta bir topyekûn seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve Ortadoğu’yu etkileyecek savaşın arifesindeyiz.

26 Ocak 2017 Perşembe

#HAYIR’ın Biriken Enerjisi ve Korkusu

Son yıllarda kimse sorunları açıkça ortaya koyup tartışmaz oldu. Sanki zaaflar, sorunlar ortaya koyulsa, açıkça tartışılsa karşı tarafın eline silah verilecek; ona zayıf yönler gösterilecekmiş gibi bir korku var. Bu gereksiz ve anlamsız bir korkudur. Poliste bütün bildiklerini okuyup da Cezaevinde ifadesini veya iddianameyi arkadaşlarından gizlemek gibi bir şeydir.
Aslında korkunun ardında, fosilleşmiş örgütlerin açık tartışmadan, eleştiriden ölümü görmüşçe kaçışları bulunmaktadır.
Bugün sol örgütlerin ve hatta ülkenin entelektüel hayatının tepesindekilerin hepsi demeyelim ama ezici çoğunluğu, korkunç tutucudur ve var olanı yıkma değil, onu savunma modundadırlar, daha açık ifadeyle çürüme modundadırlar.
Dinamik bir #HAYIR hareketinin oluşabilmesi ve başarıya ulaşabilmesi için, bu hareketin her şeyden önce bu yerleşik sisteme, yapılara ve geleneklere karşı da bir savaş vermesi gerekmektedir. Ancak böyle bir “iç savaşı” göze aldığı takdirde, “dış savaşı”, yani Erdoğan’ın diktatörlüğüne karşı savaşı da kazanabilir. Her iç savaş aynı zamanda bir dış savaşla birlikte yürür. Hazreti Muhammet, savaşların en kutsalı insanın kendine karşı savaşıdır diye boşuna dememiştir. Neredeyse bütün peygamberler ve devrimciler esas mücadelelerini kendileri ile aynı safta görünenlere karşı vermişlerdir. İster İsa, İster Paulus, ister Musa, ister Lut, ister Muhammet, ister Lenin olsun bu kural değişmez.
Bu nedenle, sorunlarımızı, zaaflarımızı, bunların nedenlerine ilişkin görüşlerimizi; bunları aşabilmek için önerdiğimiz yolları açık açık ortaya koyup tartışmalıyız.
Bu eylemin kendisi bizzat var olan yapılara, yerleşik kültüre karşı fiili bir itiraz ve savaş anlamına gelir zaten nesnel olarak.
Bir seri yazıda, #HAYIR cephesinin handikaplarını, sorunlarını, zayıflıklarını ele almaya çalışalım.
*
#HAYIR cephesi, bugün çok özgül nitelikleri olan bir politikleşme, radikalleşme, enerji biriktirme eğilimi gösteriyor.
Ama önce olgu olarak böyle bir eğilim gerçekten var mı ona bakalım.
Önce aşağıya Bekir Ağırdır’ın Cumhuriyet’te yayınlanmış söyleşisinden bir gözlemi aktaralım.
“Bunu başarıp başarmayacağını da göreceğiz. Burada şöyle bir dinamik olduğunu da gözlüyorum ben. Hani o laik kesimler, seküler hayat tarzsına sahip kesimler, illa CHP’li, HDP’li de olmayabilir, hayat tarzı olarak seküler kesimlerin, 12 yıldır bütün seçimlerde, referandumlardaki mağlubiyetten ve özellikle 1 Kasım’dan sonraki çaresizlik duyguları, benim gözlediğim, kırılıyor artık, tersine dönüyor. Bundan daha dibi yok çünkü. Şimdi herkes ‘ben de bu ülkede olduğuma göre bu ülke için daha aktif, etkin olmalıyım’ arayışında. Dolayısıyla bütün bu arayışlar doğru bir enerjiye, stratejiye dönüşebilirse o zaman referandumda hayır çıkma ihtimali de vardır yani.” (Cumhuriyet, Konda Genel müdürü Bekir Ağırdır: HAYIR başarabilir)
*
İlginç bir şekilde epeydir benzer bir gözlemi biz de yapıyoruz. Ama daha çarpıcı bir grafik ile bunu göstermeyi deneyelim.
Yazılarımı yayınladığım “Demir’den Kapılar” adlı bir bloğum var.
Bloğun kendi sayaçları girenlerin sayılarını, hangi yazıların ne kadar okunduğunu, nereden girdiklerini, hangi işletim sistemi kullandıklarını vs. akla gelebilecek her şeyi kaydediyor ve özet olarak gösteriyor.
(Yani İnternette her hangi bir yazıyı okuyan, bir yere tıklayan herkes müthiş bir veri yığınını da ardında bırakıyor aynı zamanda. Yani aslında gizlilik artık anlamını da yitirmiş durumda. Ve bu bırakılan veri yığınları çok büyük olduğunda çok gerçekçi profiller çıkarma, çok isabetli öngörüler yapma oranı korkunç yükselmektedir. Buna “Big Data” (Büyük Veri) deniyor ve önümüzdeki dönemin belki de Petrolden bile daha kıymetli madeni bu. Bu konuyu nicedir ele almayı düşünüyoruz ama önce şu Erdoğan işini halletmek için tüm enerjiyi oraya yoğunlaştırmak gerekiyor. Bu nedenle bu geçer ayak dokunuştan sonra yine konumuza dönelim.)
Benzer blokları, siteleri olanlar bilirler. Toplumun adeta tansiyonunu ölçebilirsiniz. Kritik anlarda, toplumun birden bire gerildiği, politize olduğu, arayışa yöneldiği anlarda sitelere girişler adeta patlama yapar. Geçenlerde Medyaskop’un birinci yılı vesilesiyle bir yayında Ruşen Çakır da bu olguya ve gözlemine dikkati çekmişti.
Ama sadece anlık ve günlük toplumdaki titreşimleri algılamazsınız. Aynı zamanda okuyucunun ne kadar yüzeysel şeylere meraklı olduğun da görürsünüz. En kaliteli, en üzerine düşünülmüş, en temel sorunlara yönelik yazılar en az okunanlardır; en yüzeysel, olgulara yönelik; hatta kişisel tartışmalara giren yazılar ise her zaman çok okuyucu bulur. Bu gibi sonuçlar uzatılabilir. Biz bu yazının konusu bakımında genel bir eğilime ve bu bağlamda #HAYIR için toplumun nasıl bir psikolojide bulunduğuna ilişkin verilere bakalım.
Yanda bir grafik yer alıyor. Grafikte Demir’den Kapılar bloğunda yazmaya başladığım günden beri bloğa aylık girişler yer alıyor. Bu girişlere bakınca ne görüyoruz?
Toplumdaki en önemli olaylar aynen girişlerde de görülebiliyor.
Bloğu açtığım 2011’den 2013’e kadar hafif bir yükseliş varken, tam Gezi sürecinde ani bir yükseliş görülüyor.
İkinci ani yükseliş Kobani savaşı esnasında oluyor ve Gezi sırasındaki girişin iki katı aşılıyor.
Üçüncüsü 7 Haziran seçimleri ile tam anlamıyla bir zirve. 7 Haziran aslında seçim kampanyası biçiminde bir Gezi sayılabilirdi.
Yani 2013 Mart’ında Öcalan’ın mesajı ve “Barış süreci” denen ateşkesle birlikte bir “Devrimci Yükseliş Fazı” diyebileceğimiz bir dönem var. Politize olma oranı giderek artan oranlarda yükseliyor.
Ancak Haziran zaferini hızlı bir düşüş izliyor ve sadece Kasım seçimlerinde son bir gayretle bir yükseliş görülüyor ondan sonra düşüş eğilimi devam ediyor.
Ancak Aralık 2016’dan beri yavaş bir yükseliş başlıyor ama önce Aralıkta yavaşça başlayan, Ocak ayında ortada hiçbir şey yokken. Aksine tam bir yılgınlık, korku ve umutsuzluk ortalığa egemen iken bütün diğer yükselişleri bile aşan bir yükseliş görülüyor.
Bu çok ilginç bir durum olduğunun göstergesidir. Üstelik henüz daha ayın 25’i muhtemelen ay sonuna kadar Diğer yükselişin yarısı kadar aşması bile mümkündür.
Bu nicel veriler nasıl yorumlanmalıdır?
*
Ancak sadece bu kadar değil. Bir de bu okuyucuların profili hakkında verilere bakalım.
Bilenler bilir. Benim esas okuyucularım Kürtlerdir.
Ben kendim Marksist olmama rağmen Türk sosyalistlerinin genellikle pek okumadığı bir insanım.
Eleştirel bir Marksist olduğumdan, neredeyse bütün Stalinist sosyalistler okumaz. Troçkistler beni Doktorcu görür okumaz. Doktorcular Troçkist olup Doktor’a ihanet etti diye okumaz. Ama aydınlar da okumaz. Çünkü onlar Marksizm’in hiçbir değerinin olmadığı, ölü köpek muamelesi gördüğü post-modern bir dünyada ve ideolojik iklimde büyüdüklerinden onlara benim dilim, kavramlarım, yaklaşımlarım arkaik nesli tükenmeye yüz tutmuş bir dinozorunki gibi gelir. O nedenle bu görünüşe aldanıp, onlar da okumazlar.
Kürtler okur ama aslında sadece politik durumlara ilişkin tavırlarımdan dolayı, Kürt hareketini destekleyen bir Türk diye okurlar. Böyle okudukları için de aslında tartıştıklarımı anlamazlar. Çünkü benim en politik yazılarımın bile konusu aslında politika değil, Marksist metodolojidir. Politik tavır ve analizler sadece temel metodolojik ve teorik sorunların ele alınışında bir örnek işlevi görürler.
Yazılarımı birazcık da İslamcılar okur. İslam'ı çok takdir eden, Hazreti Muhammet’i çok devrimci bulan bir laik ve Marksist bulmak zordur. Onlar da biraz Kürtler gibi, karşı taraftan bir destekçi diye okurlar, kendi konumlarının doğru olduğuna karşı taraftan gelen bir kanıt diye okurlar. Zaten he iki kesim de Marksist kavram sistemine kapalıdırlar.
Kültürel olarak kotlarım çoğu laik şehirli olan Kemalistlerinkine yakınsa da, Kürtler ve Müslümanlar karşısında onlarınkine tamamen zıt politik tutumum nedeniyle o kesimler açısından da lanetli ve okunmayan bir insanımdır.
Bu genel bilgiden sonra o yükselişlerde siteye girenlerin politik ve kültürel ağırlıklarının değişimi hakkında bir şeyler söylenebilir.
Gezi sırasındaki yükselişi sağlayanların büyük bölümü muhtemelen şehirli ve genç insanlardır. Ortalama gezi tipleridir büyük olasılıkla.
Kobani’deki yükselişteki artışı ise yüzde yüzünün Kürt okuyucuların girişinden kaynaklandığı kanısındayım.
Ancak 2015 Haziran yükselişinde her iki kesimin de yer aldığını düşünüyorum.
Son bir aylık yükselişi sağlayanların profili ise kanımca bütün diğerlerinden farklı bir özellik sunuyor.
Birincisi ortada bir “devrimci Kabarış” diyebileceğimiz Gezi, Kobani savaşı ve zaferi, 7 Haziran zaferi ve bu zafer öncesi coşkunluk gibi bir durum yok. Aksine morallerin bozuk olduğu bir dönemdeyiz.
Peki, bu yükselişi sağlayan okuyucu profilinin özelliği ne? Ben bunun büyük ölçüde laik kesimlerden, şehirli kesimlerden, şimdiye kadar yazılarıma soğuk durmuş kesimlerden kaynaklandığı izlenimine sahibim.
Bu sonucu şuradan çıkarıyorum. Yazılarıma özelden yazılan yankı, soru, eleştiri veya övgülerin neredeyse hepsi bu kesimden. Ayrıca gelen arkadaşlık teklifleri, Facebook’taki yine izleyicilerin profilleri vs. de bunu doğruluyor. Eskiden bana neredeyse sadece Kürtlerden arkadaşlık teklifleri gelirdi. Şimdi ise Kürtler mutlak rakam olarak azalmış olmasa bile, oran olarak, şehirli ve laik kesimler o kadar artmış durumda ki çok küçülmüş durumdalar.
Kanımca bu veriler Bekir Ağırdır’ın gözlemleriyle tam bir uyum halindedir. Laik ve şehirliler bir şey yapmaya hazır durumda, ölümden öte köy yok diyerek hızla politize ve radikalize olmuş durumdalar.
*
Ancak bu radikalize olma, bloğu her gün binlerce kişinin ziyaret edip o yazıları okuması ile tam bir zıtlık içinde başka bir olgu daha var.
Ben yazılarımı Bloğumda yayınladıktan sonra Facebook ve Twitter’de de paylaşırım. Çünkü orada başkalarını da paylaşımı aracılığıyla sürekli yeni okuyucular da gelir. Hemen hemen her yazımı paylaşan beş on arkadaşımı bir yana bırakırsak, genellikle paylaşanlar yazıya göre değişirler ve Facebook’ta paylaşım arttığında Bloktaki okuyucular da artardı. Oranın ortalama bire yirmi ile yüz arasında oynadığı yönünde bir izlenimim var. Yani Facebook’ta yeni bir kişi paylaştığında genellikle o paylaşımdan bloğuma gelip yazımı okuyan ortalama yirmi ile yüz arası artar. Bu kesin bir rakam değil, ama pek de yanlış olmadığını sandığım bir tahmin.
Ama son bir ayda ne görüyoruz? Sadece paylaşımlar sıfırlanmış değil, beğenmeler de azalmış durumda, yorumlar da. Bunlar da yine genellikle yurt dışında yaşayanlar.
Bloğa girenlerin sayısına bakılırsa, özellikle Facebook’ta yazılarımı paylaşımların yüzlerle, hatta binlerle olması gerekir. Önceki bütün yükselişlerdeki oranlar böyle olması gerektiğini gösteriyor.
Ancak paylaşımlar tümüyle düşmüş durumda. Birkaç eski arkadaşım ve yurt dışında yaşayan okurlar dışında yazılarımı paylaşanlar neredeyse sıfırlanmış bulunuyor. Hele Twitter’de en kötü zamanlarda bile bir iki kişi beğenen veya rt eden çıkardı. Şimdi günlerdir hiçbir şey yok.
Öte yandan istatistikler siteye gelenlerin hangi kanallardan geldiğin de gösteriyor.  Bakıyorum neredeyse hepsi Facebook’tan geliyor. Google arama ile gelenler falan çok az.
O halde buradan çıkacak tek sonuç var, yine Bekir Ağırdır’ın da değindiği gibi, müthiş bir korku iklimi egemen durumda.
Yani bir yanda ortalıkta görünen bir korku var. Bu korku paylaşmama, beğenmeme biçiminde ortaya çıkıyor. Herkes sanki ilgisizce ıslak çalarak geçiyormuş gibi yapıyor.
Ama aynı zamanda korkunç bir politizasyon, radikalleşme ve enerji birikimi var.
Bu biriken enerji, bu radikalleşme, bu politizasyon eğer kendini ifade edeceği, dışa vuracağı bir imkân bulursa, Tüm Türkiye’nin hatta bölgenin kaderini değiştirebilir.
*
Ancak bu dışa vurumun klasik laikçi tepkilerle ve ulusalcı bir renkle gerçekleşmesi halinde hızla tecrit olup bir yenilgiye uğraması ve oradan da tam bir yılgınlığın yerleşmesi tehlikesi bulunmaktadır.
Bu nedenle şehirli, aydın ve laik kesimlerdeki bu radikalleşmenin kendi egemen kültürel ve politik renklerinin damgasını vurmadan bu dışa vurumun gerçekleşmesinin hayati önemi bulunmaktadır.
Bunu CHP yapmaz ve yapamaz. HDP yapamaz çünkü bu kesim onu Kürt partisi olarak görüyor. Bu kesimin dışından.
Sosyalist örgütler de aslında bu kesimden sayılır kültürel kotlarıyla. Onlar ise hiç yapamaz çünkü gerçeklik duygularını yitirmişlerdir bütün küçük örgütlerde olduğu gibi. Kaldı ki ne teorik hazırlıkları ve birikimleri vardır; ne de kültürel kotları, dilleri buna uygundur.
Ama yine de bir umut olduğu söylenebilir.
Gezi’nin Taksim’den sürüldükten ve Parklara çekildikten sonra gösterdiği radikalleşme çizgisi, burada bir deney ve umut olarak ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği gibi, Gezi, İhsan Eliaçık ve arkadaşlarının Gezi’de namaz kılmalarına koruma sağlayarak, birlikte yeryüzü sofraları ve sokak iftarları yaparak, klasik laikçi duruş, kültür ve politikayla arasına sınır çekmiş ve böylece Erdoğan’ın oyununu bozmuştu.
Gezi aynı şekilde, Kürtlerin bir siyasi hareket olarak uzak, sembolik olarak orada halay çekmekle yetinmelerine rağmen, Türk Milliyetçilerinin Kürt düşmanı tavrına da sınır çekmiş, özellikle Lice’deki olayın ardından Yoğurtçu’daki Geziciler protesto için Kadıköy sokaklarını doldurmuş, yaşlı Kemalist teyzeler bile “Biji Apo” diye Kürtçe sloganlar atar hale gelmişti.
Elbette bu tüm Türkiye'de böyle olmadı. Alevilerin yoğun olduğu semtlerde veya İzmir ve Ege’de Gezi bu kadar net ve hızlı bir evrim geçirmedi ama bu yönde bir evrime de kapalı olmadı. Hatta bu evrimin devam ettiğini ve meyvelerinin 7 Haziran’da görüldüğünü bile söyleyebiliriz.
O halde, istatistiklere yansıyan bu radikalleşme ve enerji toplamanın Gezi’nin ileriki dönemindeki “Laikçi” ve Türkçü politik çizgiye mesafe koymuş çizgisi ile ortaya çıkması halinde; en zıt kesimlerin birliğini sağlayabilir; sadece Kürtleri kazanmakla kalmaz; aynı zamanda Müslüman ve muhafazakâr Sünni kesimden de çok ciddi bir destek alabilir. Erdoğan’ın bütünüyle Kürt – Türk; Sünni Müslüman – Alevi ve Laik bölünmesine ve gerilimine dayanan stratejisini başarısızlığa uğratabilir ve 7 Haziran seçimleri öncesinde olduğu gibi belli bir coşku ve seferberlik yaratabilir.
Evet, hızla radikalleşen veya harekete geçmek için enerji toplayan “laik yaşam tarzındaki” şehirli ve de Alevi kesimde duruma uygun bir örgüt ve önderlik belki ama bir şekilde yazılmamış hafızaya geçmiş bir deney de var. Buna Gezi’nin Ruhu diyelim. Bu ruh egemen direnişe damgasını vurursa başarı mümkündür.
Ama Gezinin başarısızlığının ve adeta buharlaşmasının en önemli nedeni adeta örgütlenmenin gereğini reddetmesiydi. Bu nedenle Örgütlenme konusunda ciddi bir handikap olduğu düşünülebilir ama bunun bir eksiklik ve yanlış olduğu fikrinin de epeyce yerleştiğini kişisel gözlem ve konuşmalardan çıkarabiliyorum.
Ama bu örgütlenme konusuna daha sonra ayrıca girmek gerekecek. Dünkü “Kritik Kütle” başlıklı yazıda kısmen değindik; daha da ele almak gerekiyor. Burada geçelim.
*
Peki, bu nasıl olacak?
Yani Erdoğan’ın stratejisinin dayanacağı; birbirini iten; genellikle “Fay hatları” denen kültürel ve politik ayrımlar nasıl bir arada bulunabilir?
Bunun iki yolu vardır. Biri Hazreti Nuh’un yoludur, diğeri Hazreti Muhammet’in yoludur.
Ama tek mümkün yol, Hazreti Muhammet’in yoludur.
Hazreti Muhammet, her biri diğeriyle rekabet halendeki, her birinin ayrı putu olan kabileleri bir araya getirmeyi denemedi. Putları yıktı ve hepsini bir Allah’ın kulluğunda eşitledi. İnsanların kabileleri onların ilişkilerini düzenleme işlevini yitirdi, adeta kişisel sorunları haline geldi; yani gerçekten laik bir düzende dinin kişilerin özel sorunu olması gibi oldu kabile ilişkileri. Veya gerçekten dil körü bir demokratik cumhuriyette dilin bir politik sorun olmaması herkesin ana dilinde eğitimin bir hak olması gibi oldu.
İşte bunun benzeri, #HAYIR direnişinde de yapılabilir.
Yani örgütler, sloganlar, bayraklar, hepsi en temel haklarına dayanan Yurttaşlar olarak bir tek politik #HAYIR bayrağı ve parolası altında bir araya gelirler. Bir araya gelişin dışında elbette herkes kendi rengiyle, sözüyle yine isterse bildiğini okuyabilir.
Böyle bir tek bayrak, parola, somut hedef etrafında bir ağ gibi birleşme, bir denenmiş önderlik yokluğunun zaafını giderebilir.
Ayrıca somut bir tek #HAYIR etrafında birleşilen eylem, eylemin dışında herkesin olabildiğince renkli ve kendi gerekçeleriyle istediği gibi propaganda çalışması yapmasıyla çelişmez.
Çünkü herkes bilir ki, evet farklıyız ama somut eyleme gelirken bir tek somut talepten ibaret bir tek politik hedefi ifade etmekte ve yığınsallaşmakta yoğunlaşacağız.
Bunun biçimini diğer yazılarımızda ayrıntısıyla anlattık. Tekrar edelim.
Tamamen temel haklar alanında; toplantı ve gösteri yürüyüşleri alanına girmeyecek biçimde kalarak; yani sessiz, bayraksız, pankartsız ve göğsünde, basit pankart sayılamayacak bir #Hayır yazısıyla, her gün aynı yerde aynı saatlerde buluşmak.
Bir tek bu biçim altında milyonlar her gün meydanları fiilen doldurup, sessizliği ile çok şey söyleyen; renksizliği ile tüm renkleri toplayan mitingler ülkedeki bütün dengeleri değiştirip; kim bilir belki oradan aldığı hızla, bu orta doğuya yüzlerce yıl sonra demokrasiyi tekrar getirebilir.
Bu bir hayal değildir.
Bir kere başlanırsa hızla büyüyecektir. Grafiklerin gösterdiği budur. Yeter ki insanlar bu biçimin mümkün ve gerekli biricik biçim olduğunu görsünler ve kabullensinler.
Bu nedenle bıkmadan bu öneriyi ve konuyu; bu biçimi sürekli gündeme alarak tartışmak; duyurmak, insanların aklına düşürmek gerekiyor.
Gelecek yazılarda Erdoğan’ın stratejini dayandırdığı iten kuvvetlere karşı birleştiren kuvvetlerin üstünlüğü nasıl sağlanabilir ve örgütlenmenin sorunlarına girelim.
26 Ocak 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
@demiraltona

8 Haziran 2015 Pazartesi

Demokratların Gündemi

Türkler Hükümet ne olacak; kim kuracak; erken seçim olacak mı tarzındaki kendi gündemlerini tartışacaklar.
Demokratların gündemi ise bu başarının önümüze ne gibi yeri görevler koyduğu; bunun için neler yapmamız gerektiği gibi sorular olmalıdır.
Kendi gündemimizi bütün toplumun tartışmasını sağlayabildiğimizde, kazanmışız demektir.
*
Önce biraz geriden başlayalım. Olayların hızlı akışı içinde kısa zamanda nerelerden nerelere geldiğimizi unutmayalım ve genel eğilimleri gözden kaçırmayalım.
29 Mart 2013 tarihinde, yazdığımız yazının başlığı: “Ortadoğu Devrimi 21 Mart 2013’te Başladı” idi. O günden bu güne gelişen olaylar, bu öngörüyü doğruladı denebilir.
Gerçekten devrimci kabarış dönemi yaşamaya başladık.

22 Şubat 2015 Pazar

Türk Ordusu YPG'nin izni ve desteği ile Süleyman Şahtaki askerleri IŞİD'in eline düşmekten kurtarabildi.


Kobani'den Süleyman Şah Türbesine uzaklık Google Earth'a göre 30 kilometreden biraz fazladır. Bir gün önce bile YPG'nin Süleymen Şah türbesinin 2 kilometre yakınında IŞİD ile savaştığı ve ilerlediği haberleri geliyordu. Buna ek olarak YPG komutanının Türk Devletinin kendilerinden Süleyman Şah'taki askerlerin kurtarılması için yardım istendiği açıklaması vardı. YPG'nin geçiş izni ve işbirliği olmasaydı Süleyman Şah Türbesi'ndeki Türk askerleri IŞİD'in eline geçecekti. Türk Ordusu önceden yok olmasını isteyip IŞİD ile işbirliği yaptığı YPG ile bu sefer IŞİD'e karşı işbirliği yapmak
zorunda kaldı. Ama Türk devleti bu işbirliğini gizlemek, cephedeki bu tersine dönüşü gizlemek, Kürt mücadelesine karşı halkta bir sempati oluşmasını engellemek için Hükümeti, Medyasıyla psikolojik savaşa devam ediyor. YPG'ye bir teşekkürü bile çok gördükleri gibi gizliyorlar. Yalancıdırlar. Ulusalcılar Türk Ordusunun nereden nasıl geçip de oradaki askerleri getirdiği konusunu gözden kaçırmaya çalışıyorlar. Ama bu mızrak bu çuvala sığmaz. Bu dezinformasyona karşı sosyal medya aracılığıyla mücadele edelim. (Solda genel konumlar, sağda dün akşamki durum.)

Meclis'teki Vekilleri Destekleyelim ve Meydanlarda Oturma Grevleri Yaparak Meclis'teki Darbeye Karşı Halkın Direnme Hakkını Kullanalım

Şu an saat 03.08.
Bir kaç saatten beri Türkiye'de çok önemli gelişmeler yaşanmaya başladı.
1) Mecliste başta HDP milletvekilleri olmak üzere muhalefet güvenlik yasası denen polis devleti yasasına direniyor, oturma grevi yapıyorlar ve sloganlar atıyorlar. KESK de çağrı yaptı. Vekilleri yalnız bırakmayıp Türkiye'nin her yerinde oturma ve protesto gösterileri yapılmalı.
2) Kobani'de. Gelen haberlerden çıkarabildiğimiz kadarıyla Türk devletinin ordu birlikleri YPG ile anlaşarak ve YPG'nin kontrolü ve desteğinde Süleyman Şah Türbesine doğru harekete geçmiş durumda. Bir askerin öldüğü haberi aşağı yukarı kesinleşmiş bulunuyor. Aynı saatlerde ve yerde YPG ile IŞİD arasında çok sert çatışmaların olduğu; Diyarbakır'dan sürekli uçakların havalandığı bilgisi var.
Bu durumda yarın herkes en yakınındakilere haber verip meydanlara yığılmalı ve oturma eylemine başlamalı.
Şu an hiç bir zaman olamayacak istisnai bir korelasyon oluşmuş durumda. MHP ve CHP meclisteki direnişinde HDP'nin yanında yer alıyorlar. Türk ordusu, YPG'nin izni ve desteği ile IŞİD tarafından kuşatılmış askerlerini kurtarmaya gidiyor.
Eğer Gezi'de olduğu gibi geniş kitleler sokaklara çıkarsa, Türkiye'de gerçek bir devrimci durum oluşabilir.
O olmasa bile en azından bu yasanın geçmesi engellenir ve aynı zamanda Erdoğan ilk yenilgisini tadabilir. Bu bütün politik atmosferi kökünden değiştirir.
Artık yüzde onu aşmak bile eskimiş ve küçük hedefler haline gelir.
22. Şubat 2015 - 03.21

8 Ocak 2015 Perşembe

Paris, Kobane, İstanbul

Paris, gelişmiş zengin ülkelerdir, Avrupa’dır, Amerika’dır.
Kobane, Kürt Özgürlük Hareketidir ve Ortadoğu’dur.
İstanbul, Türkiye’nin gizli başkenti; ekonomi ve kültürün merkezi, ama her şeyden önce Ortadoğu’daki en büyük ve yoğun işçi sınıfının bulunduğu şehirdir.
Ve şehirler modern toplumun sinir merkezleri, düğümleridir.
Nasıl bir ülkeye piyade girmeden o ülke ele geçirilmiş sayılmazsa; kırlara ve dağlara egemen olmak yetmez; büyük şehirler feth edilmediği sürece zafer kazanılmış olamaz. Büyük şehre girmek, hatta onu ele geçirmek bile onu feth etmek değildir. Şehirler kendilerini feth edenleri feth ederler. Osmanlı ya da Fatih İstanbul’u değil; İstanbul Osmanlı’yı ya da Fatih’i feth etti. Bir tarihte Amerika’ya karşı zafer kazanan Vietkong ve Kuzey Vietnam’ın Saygon’u aslında hiçbir zaman feth edemediğini okumuştum. Sonunda Saygon Vietnam’ı feth etti.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Rojava’yı İşgal İçin Halep Bahanesi

Bu hükümet ve Erdoğan, bir punduna getirip Rojava’yı işgal etme hevesinden ve niyetinden vazgeçmiş değil.
Önceleri Kobani düşsün diye bekliyor, Kobani düşünce de, kamuoyunda oluşacak infial ve tepkiyi ve bunun oluşturacağı baskıyı kullanarak, IŞİD tehlikesini bahane ederek fiilen Rojava kantonlarını “Güvenli Bölge” adı altında işgal etmeyi; böylece Koalisyon’un desteğini almayı planlıyordu.
Kobani’nin direnişi ve sokaklara çıkan yığınlar bu oyunu bozdu.
Bunun üzerine ikinci savunma hattına çekildi.
Ve sonunda Barzani’nin aracılığıyla silah yardımına göz yummak zorunda kaldı.
Artık Kobani’de savaşanlar yeni gelen silahlarla IŞİD karşısında üstünlük kurarken ve muhtemelen bir süre sonra IŞİD Kobani’den çekilecekken Kobani’nin düşmesi artık zayıf ve uzak bir ihtimal.

3 Kasım 2014 Pazartesi

Ciguli, Romanlar, TKP, Kobane, Kürtler ve Marksizm'in Krizi

Ciguli, Romanlar, TKP, Kobane, Kürtler ve Marksizm'in Krizi arasında ne gibi bir ilişki olabilir?
Ciguli bir Romandı. Kobane birden dünyanın gündemine gelmiş bir şehirdir, bu şehir artık Kürtlerin ve de Demokratik özlemlerin sembolü olmuştur. Ciguli’nin ölüm haberi “Kobani İçin Küresel Destek Günü” ve Peşmergelerin Kobani’ye girişiyle aynı gün gazetelerde yer aldı. Bu bir ilişki olarak görülebilir. Ama bu zorunlu ve derinden bir ilişki değildir, tümüyle bir rastlantısaldır. Bunların arasında zorunlu ve derinden bir ilişki var mıdır? Varsa nasıl bir ilişkidir? Bütün bunlar biyolojik ya da fiziksel değil toplumsal olgular olduğuna göre bunları bize ancak Tarih ve Toplum Bilimi (Marksizm) açıklayabilir? Ama Marksizmcin kendisi de bir toplumsal olay olduğundan, kendisinin teorik sorunlardaki krizi de toplumsal bir olay alarak yine Marksizm’in konusuna girer. Yani en azından hepsi toplumsal, sosyolojik (toplum bilimin alanına giren) olaylardır. Konumuz bunun ardındaki görünmez ve derin ilişkilerdir.

31 Ekim 2014 Cuma

29 Ekim 2014 - Bir Kırılma Noktasında Geleceğe İlişkin Projeksiyonlar

Aslında askeri olmaktan ziyade politik ve sembolik anlamı dolayısıyla önemli olan, Peşmergelerin Türkiye toprakları üzerinden, tezahürat nedeniyle,  “6 saatlik yolu 16 saatte alarak” Suruç’a gelişleri bir dönüm noktası veya “kırılma noktası”dır.
Dönüm veya kırılma noktalarında, var olan güçler ve hedefleri üzerine bir “durum değerlendirmesi” yapmak gerekir.
Bu dönüm noktasını mümkün kılan, her şeyden önce PKK’nın Ortadoğu’da bir güç olarak aniden öne fırlamasıydı. Elbette bu öne fırlama, uzun yıllar süren bir birikim ve mücadelenin ürünüydü.
Örneğin PKK’nın ideolojisinde ve pratiğinde tüm dillerden insanların eşitliği vurguları olmasaydı; PKK gerçekten dinler ve inançlar karşısında tarafsız olmasaydı, IŞİD’in Ezidilere, Türkmenlere ve diğer illerden dinlerden insanlara yönelik saldırıları karşısında böyle aktif ve uyanık bir çaba göstermesi, böylesine az güçlerle böylesine büyük başarılara imza atması beklenemezdi.

30 Ekim 2014 Perşembe

ABD’li Generalin Kobani Kehanetleri

Kobane Kuşatmasının başından beri yazdığımız birçok yazıda Kobane’nin düşebileceğine ilişkin ABD generalleri beyanlarının bir durum saptaması değil, birer tehdit olduğunu yazıyorduk.
Örneğin daha birkaç gün önce yazdığımız “Bir Resim İki Haber” başlıklı yazıda, şöyle diyorduk:
“Günlerdir, ABD generallerinin “Kobane düşebilir” beyanlarının bir durum saptaması değil bir tehdit olduğunu, isterse ABD’nin IŞİD’i oraya yaklaştırmayabileceğini ve tek başına YPG’nin bile böyle bir destekle ve silah yardımıyla IŞİD’i Kobane Kantonu’ndan bile çıkarabileceğini yazıyorduk.
Dünkü yazıya da şöyle başlamıştık
“Kobane’nin askeri olarak IŞİD’in eline geçmesi, yani “düşmesi” olasılığı artık neredeyse sıfırdır.”
Çünkü artık ABD ve müttefikleri Türkiye ve Barzani, Kobane’yi düşürmüşlerdi.
Tahminimizde yanılmamışız.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Yanlış Soru: “Kobani” veya “Ayn El Arap” Kürt Şehri mi, Arap Şehri mi?

Önce bir anekdot.
Saraybosna’nın kuşatıldığı, eski Yugoslavya’nın parça parça olduğu yıllarda, Hamburg’a da epeyce bir eski Yugoslavyalı savaştan kaçarak mülteci olarak gelmişti. Bunlardan bazılarının çalıştığımız taksiye müşteri olarak bindikleri olurdu.
Bir gün yine genç birisi bindi, kırık Almancasından, tipinden ve aksanından eski Yugoslavya’dan geldiği anlaşılıyordu. Zaten gitmek istediği yer de, limandaki gemiden yapılmış mülteci yurtlarıydı ve orayı dolduranların ezici çoğunluğu eski Yugoslavya’daki savaştan kaçanlardı.
Genç müşteriye, nereli olduğunu sordum. Saraybosna dedi.
Peki, nesin diye sordum?
Hırvat mı (Batı Roma ile uygarlığa geçmiş, Katolik Güney Slavı mı?), Sırp mı (Doğu Roma, yani Bizans ile uygarlığa geçmiş, Ortodoks Güney Slavı mı?), Boşnak mı? (Ne doğu ne Batı Roma’nın uygarlaştıramadığı (Bogomil) Osmanlı ile uygarlığa geçmiş Müslüman (Bektaşi) Güney Slavı mı?)
Genç “Saraybosnalıyım” dedi.

Barzani’nin Yorumcuları Barzani’nin Kobani’yi Nasıl Düşürdüğünü Anlatıyor

Geçen hafta, hem bir uyarı olarak hem de olan bitenin özünü vermek için “Kobani Düştü” başlıklı bir yazı yazmıştık.
Birçokları, özellikle Barzani'ye yakın olanlar, bizi “Kürtlerin arasına nifak sokmak”la itham ettiler.
PKK’ya yakın olanlar ise sanki hiç böyle bir şey yokmuş da biz kendi hayal hanemizden yazıyormuşuz anlamına gelen yorumlar yaptılar.
En hafif eleştiriler, “durumu abartmak” veya “amacını aşmak” biçimindeydi.
Aslında her şey ortadaydı. Çok basit hem de Kobani'dekiler Silah ve ilaç istiyorlar; sözüm ona Kobane’ye Yardım etmek isteyenler de olmaz ille de silahlı güç (Peşmerge veya ÖSO) diyorlardı.
Bu arada İŞİD saldırılara devam ediyor. Asker yollamak isteyenler silah yollamaktan imtina ediyor. Nedense onun ikmal yollarında ABD’nin uçakları fazla etkili olamıyor ve IŞİD her gün biraz daha güçlü olarak Kobani’nin son nefes borusuna yükleniyordu. Kobane de mecburen yavaş yavaş dilini değiştiriyor; asker yollanmasının mücadeleyi güçlendireceğini söylemeye başlıyordu.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Bedir Gazvesi’nden Kobani Kuşatması’na - Küçük Ama Büyük Savaşlar

Bugün dünyada ve Türkiye’de en önemli olay Kobani’dir.
Neden?
Örneğin Brezilya’da Seçimleri İşçi Partisi adayının kazanması; Almanya’da Irkçı holiganların salafistleri bahane ederek alanları doldurması veya Validebağ’da İstanbul’un son soluk borularından birini daha tıkamak ve yeni rant alanları yaratmak için AKP iktidarına karşı İstanbulluların, tıpkı Gezi öncesinde olduğu gibi sabaha kadar soğuk ve yağmur altında beklemesi gibi daha saymakla bitmeyecek, yüzlerce gelişme, olay ve direniş sıralanabilir.
Kobani’deki savaş bunların hepsinden daha önemlidir.
Keza Irak’ta IŞİD’e karşı kimi şehirlerin Kürtler veya Hükümet güçlerince ele geçirildiğini duyuyoruz. Veya tarsinden IŞİD’in bazı yerleri ele geçirdiğini okuyoruz. Oralarda savaşan güçler çok daha büyük niceliklere tekabül edebilirler. Daha büyük şehirler kazanılmış ve kaybedilmiş olabilir.
Ama onların hiç birisi, dünya tarihsel önemi bakımından Kobani ile kıyaslanamaz.
Çünkü Kobani’deki savaş nitelik olarak bütün bu mücadele ve savaşlardan farklıdır.
Hatta Kobani’deki savaş bu farkın korunup korunamayacağını belirleme savaşıdır.
Askeri bakımdan Kobani küçücük, bir birkaç kilometre eninde ve boyunda bir kasabadır. Orayı savunanların sayısı taş çatlasa birkaç bini de geçmiyordur. Zenginlikleri, coğrafi ve stratejik bir önemi de yoktur.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Kobani ve Ortadoğu’da Yol ve Yordam Bulmak İçin Bir Manifesto

Aşağıdaki Program/Manifesto, 2004 yılında, yani bundan on yıl önce, “Açılım” adlı bir dergi projesine çıkış bildirisi taslağı olarak yazılmıştı.
Bu Program/Manifesto’yu Marks-Engels’in yazdığı Komünist Manifesto’ya öykünerek; onlar bugün Ortadoğu’da yaşasalar, arada geçen zamandaki olgular hakkındaki bilgi birikimine ve kavramlar alanındaki teorik katkılara da dayansalar, nasıl bir şey yazarladı diye düşünerek yazılmıştı.
Edebi bakımdan da Marks-Engels’inkine benzeyen bir uslup kullanılmaya çalışılmıştı..
O dergi girişimi başarısızlığı uğradıktan sonra, Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu başlığıyla birkaç kez internette yayınlandı.
Orta Doğu’daki son gelişmeler ve Kobane Kuşatması bu programın ne kadar doğru ve hayati olduğunu bir kez daha kanıtlamış bulunuyor.
Kobane için kalpleri ve yürekleriyle Kobane’nin yanında saf tutanların yollarını şaşırmamaları için bu programın hayati önemi vardır.
Ayrıca yazılarımız ancak bu programın ışığında daha iyi anlaşılabilir.
Bu program on yıldır yok sayılmaya devam edilmektedir.

23 Ekim 2014 Perşembe

Kobane Düştü

Kobane’nin askeri olarak IŞİD’in eline geçmesi, yani “düşmesi” olasılığı artık neredeyse sıfırdır. Düşse de artık düşen Kobane olmayacaktır.
Çünkü Kobane Dohuk’ta düştü. Dohuk’ta düşen sadece Kobane de değildir. Tüm Rojava düştü.
Dün Duhok’tan kötü kokular geliyor diye yazmıştık. Bugün onların gerçek olduğu ortaya çıktı.
*
Kobane’yi Kobane, Rojava’yı Rojava yapan “Toplumsal Sözleşme”si idi. Demokratik bir ulusu ve ulusçuluğu savunması idi.
Girişindeki ilk paragraf şöyle diyordu:
(…) Bizler demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri, Keldani ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz. Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri; ulus-devleti, askeri ve dini devlet anlayışını, aynı zamanda merkezi yönetimi ve iktidarı kabul etmez. (…)

22 Ekim 2014 Çarşamba

Kobane’ye Dayatılan Diyet ve Amaçlar

Kobane’de gökten inen silahlara ve tıbbi yardıma; savaşçıların birazcık olsun soluk almasına; Türk devletinin ve hükümetinin politikasının iflas etmesine sevinemeden, Duhok’tan kötü kokular gelmeye başladı.
Duhok’ta, silahların ve bombardımanın diyeti isteniyor Kobane’den ve Rojava’dan.
Nasıl?
ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü John Kirby: “Kobani’de durum hala belirsiz ve değişken. Kentin hala düşebileceğine inanıyoruz” diyor.
Bu bir durum saptaması gibi ifade edilen sözlerin anlamı şudur: Kobane ve Rojava taleplerimize hayır derse, bombardıman durur, silah gelmez. O zaman da IŞİD Kobane’de katliam yapar. Bu sözler diplomatik dille bir tehdittir.

21 Ekim 2014 Salı

Dünden Bugüne Gelişmeler, İhtiyat ve Gelecek

Kobane direnişi etrafındaki gelişmeler birden bire baş döndürücü bir hız kazandı. Kobane, sadece IŞİD’e karşı değil; şimdiden Türk Devleti ve Hükümetine karşı da bir zafer kazanmış bulunuyor. Bu zafer elbette Kürt Özgürlük Hareketi’nin ve Kobane’de direnen savaşçıların bir zaferidir.
Bu zaferde kritik nokta ve kırılma, Türkiye’deki “Serihildan”dı. Kobane’deki direnişle Kitlelerin hareketi birleşince, bütün hesaplar altüst oldu. Tarih boyunca bütün hesapları zaten ezilenlerin kitlesel hareketleri ve kahramanca direnişleri alt üst eder.
Ancak bir muharebeyi kazanmak savaşı kazanmak değildir. Savaş yitirilebilir. Türkiye’nin hamlesi, yeni bir savunma ve saldırı mevziine çekilmesinden başka bir şey değildir.
Sevinmek için çok erken.

20 Ekim 2014 Pazartesi

ABD’nin Kobane’ye Silah Yardımı, Ortadoğu’da Bir devrimci Kabarış Olasılığı ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin Geleceği Üzerine

Kürt hareketinin olası evrimi ve neler yapması gerektiği üzerine yazmaya devam ediyoruz ama önce Kobane.
ABD’nin “Türkiye-Suriye sınırındaki Kobani’ye ‘Irak’taki Kürtlerden temin edilen‘ silah, mühimmat ve tıbbi yardımın bu sabaha karşı havadan indirildiğini” duyurması müthiş önemli bir gelişmedir.
Kobane’ye (ABD açıklaması YPG’ye demiyor, hala bu ifadeyi kullanmıyor.) Hercules uçaklarıyla yapılan bu yardım, az ve sembolik olsaydı bile müthiş önemliydi.
Kaldı ki Kobane’deki savaşın dengesini bile değiştirebilecek düzeyde, ciddi bir yardım olduğu varsayılabilir. Çünkü “YPG’nin sözcülerinden Polat Can, ‘Kobani’ye büyük miktarda silah ve mühimmatın ulaştığını‘ açıkladı. Can, açıklamayı Twitter’dan yaptı.” (Diken).
Böylece yardımın önemi katmerlenmektedir.

16 Ekim 2014 Perşembe

Türkiye’de Demokrasi Mücadelesinin Kaderi Kobane’de; Kobane’nin Kaderi Türkiye’de Çiziliyor

Aslında Kobane, gerek askeri gerek politik bakımdan, hiç de öyle önemli bir stratejik yer değildir. Politik bakımdan değildir, nihayetinde orta boy bir kasabadır. Askeri bakımdan değildir çünkü ne yolların bir düğüm noktasıdır; ne coğrafi olarak belli bir bölgeye egemen bir konumu; ne doğal veya başka zenginlikleri vardır.
Ancak savaşın akışı içinde güçlerin yığılışı öylesine bir evrim gösterir ki, insan, coğrafya ya da diğer bakımlardan hiçbir önemi olmayan; hiç bilinmeyen ve önemsiz yerde karşılıklı olarak güçler yığılır güçlerin böyle bir yığılışı birden bire savaşın sonucu üzerinde hayati bir önem kazanır. O isimsiz yer, birden bire tüm projektörlerin üzerine odaklandığı nokta olur. Sonra tekrar bilinmezliğe ve unutulmuşluğa geri döner; varlığını sahnenin karanlık köşelerinde sürdürmeye devam eder.
Stalingrad da öyleydi. Aslında stratejik bakımdan yüzlerce kilometrelik nehir boyunda büyücek bir şehirden başka bir yer değildi. Ancak savaşın akışı içinde, tayin edici bir önem kazandı ve Stalingrad yenilgisinden sonra Nazi savaş makinesi hiçbir zaman kendini toparlayamadı.
Kobane de benzer bir durumdadır. Türkiye ve Ortadoğu’daki demokrasi mücadelesinin dolayısıyla geleceğinin izleyeceği yol, Kobane’nin kenar mahallelerindeki savaşlarda belirlenmektedir.

12 Ekim 2014 Pazar

Kobane Direnişi Hükümetin Tüm Hesaplarını Boş Çıkarabilir


Kobane savaşının ilk günlerinde (22 Eylül) yazdığımız “Kobane – Stalingrad” başlıklı yazıda, şehirleri ele geçirmeye yönelik savaşlarının zorluklarından söz ederek, Kobane’nin düşürülemeyeceğini yazıyorduk. Bunları yazarken, İnternet’e eskiden 100.000 olan Kobane’nin nüfusunun 400.000 olduğu şeklindeki İnternette her yerde rastladığımız verilere dayanıyorduk. 100.000’lik bir şehir epey büyük bir şehirdir. Böyle bir şehir iyi ve kararlı bir savunma yaparsa, ele geçirmek isteyen güçler için bu büyük kayıplar anlamına gelir. Gerçi Google Earth ve Map ile bu bilgiyi kontrol etmeyi de denemiş ve şehir bize biraz küçük görünmüştü, ama işini uzmanı olmadığımızdan, gözümüzün bizi yanıltabileceğini düşünerek bu bilgileri doğru kabul etmiş ve Kobane’nin fetih edilemeyeceğini yazmıştık.
Ancak savaş uzayıp canlı yayınlarda Kobane’yi daha yakından tanıdıkça şehrin nüfusunun önceleri 100.000 ve göçlerle de 400.000 olduğu konusundaki bilgilere iyice kuşkuyla yaklaşmaya başladık. Sonunda hatanın kaynağı anlaşıldı. Kobane Kantonu (ki geniş bir alanı ve köyleri de kapsıyordu, Türkiye’deki il ve il merkezi farkı gibi düşünelim) kastediliyormuş, şimdi kuşatma altında olan Kobane şehri değil.