29 Kasım 2017 Çarşamba

Bir Devrimin Eşiğinde (7) – Ateşin İnsan Oluş Sürecindeki Önemi ve Kıvılcımlı’nın Yanılgıları (1)

Bildiğimiz kadarıyla Kıvılcımlı, Engels ile birlikte Maymun’dan insana geçiş sürecine kafa yormuş ve bir şeyler yazmış tek Marksist’tir[1].
Engels insan olma sürecinde “emek” kavramı ile dolaylı olarak taş balta ve sopanın önemi üzerinde durmuştu ve bu görüşüyle çağdaşlarından çok ilerdeydi.
Ama Engels, bu nesnelerin biyolojik kategorilerle ele alınması gereken birer organ olduklarını görememiş ve onları sosyolojik kategorilerle ele almış, birer üretim aracı olarak değerlendirmiş ve bu nedenle de insan olma sürecinde “emeğin rolü”nden söz etmek gibi çok ciddi bir yanlış yapmıştı.
Kıvılcımlı ise aletin yanı sıra Ateş üzerinde durmuştur ve Engels’in, kendi zamanında dik durma ve kavramanın önemini görmede öncü olması gibi, ateşin önemi ve eskiliğini birçok antropolog ve paleoantropologtan daha önce vurgulamasıyla bir öncüdür.

Örneğin antropologlar son beş on yılda Ateş’in eskiliğini ve önemini, en az bir milyon yıl önce ateşin kullanıldığına dair verilerin birikmesiyle kabul etmeye başladılar denebilir[2]. Kıvılcımlı’nın bu konudaki çalışması, Tarih Tezi adlı kitapta 1970’lerin başında yayınlanmıştı. Neredeyse yarım yüzyıllık bir gecikmeye yol açmıştır Kıvılcımlı’nın bilinmemesi ve bilenlerce de bu katkısının görülmemesi ve kavranmaması.
Ama Kıvılcımlı da Engels ile aynı kategorik hatayı bu sefer ateş konusunda yapar. Ateşi sosyolojik bir ilişki olarak ele alır, biyolojik bir ilişki olarak ve biyolojik kategorilerle değil[3].
İnsan oluş süreci, genellikle, biyolog, paleoantropolog ve antropologların ilgi alanında bulunduğundan, politika yapmayı ve politik mücadele vermeyi, laf yetiştirme sanan ve böyle laf yetiştiren politikacıları ve köşe yazarlarını okumayı politik mücadele vermek sanan ortalama “sosyalist” ve “demokrat” okuyucuya muhtemelen sıkıcı gelecektir aşağıdaki satırlar.
Ama biz tam da yaşanan anın acil politik görevleri bağlamında insan oluş sürecini ele alıyoruz. Bizim bilimimiz politik, politikamız bilimseldir. Tıpkı Ahlakımızın politik politikamızın ahlaki, bilimimizin ahlaki ahlakımızın bilimsel olması gibi.
Bu nedenle önce genel olarak insan denen canlı türünün ortaya çıkışında ateşin hayati önemi ve eskiliği üzerine; sonra da Türkiye’de bile hala pek bilinmeyen Kıvılcımlı’nın bu konuda daha da az bilinen dedikleri üzerinde duralım.

*
Ateş’in insan oluş sürecindeki anlamı ve önemi pek anlaşılamamasında kanımızca biz sosyalist ve Marksistlerin politik kültürünün, yani, emek, emekçi gibi kavramlara verdiğimiz önemin, dolayısıyla da insan oluş sürecini alet kullanmaya bağlamanın doğrudan bir etkisi vardır. Yani biz Marksistler alet ve emek bağlamı üzerinden bir kültürel önyargının oluşmasına yol açarak, ateşin öneminin ve eskiliğinin kavranmasını epeyce engellemiş olmalıyız.
Ve tam bu nedenle, maymundan insana geçiş denilen süreç büyük ölçüde anlaşılamaz kalmıştır.
Bu nedenle antropologlar ve paleoantropologlarda da Ateş’in önemini ve kullanımının eskiliğini anlayamamayı görüyoruz.
Yakın zamana kadar ateşin 300.000 yıl kadar önce kullanılmaya başlandığı şeklinde yaygın bir yargı vardı.
Bu durum ancak son yıllarda değişmeye başlamıştır. Bir yandan ateşin bir organ olarak kullanımının biyolojik sonuçları üzerine araştırmalar, diğer yandan ateşin çok daha eski dönemlerden beri kullanıldığına dair veriler aslında çok önce Kıvılcımlı’nın ulaştığı eskilik ve önem sonuçlarına geç de olsa ulaşılmayı sağlamıştır denilebilir artık.
Aslında yukarıda ifade edilen kültürel önyargılar olmasaydı, bu sonuca kanımızca tamamen tümden gelimle de varılabilirdi.
Çünkü insan anatomisi ateşin çok eskiden beri kullanımı olmadan açıklanamaz.
Açıklanamaz çünkü, ortada fiziksel ve matematik olarak hesaplanabilir sınırlar vardır.
Liliputlar hesabı” çok basit bir yasaya dayanır. Bir cisim büyüdüğünde hacmi küpü kadar yüzeyi karesi kadar artar. Tam da bu sınırlar nedeniyle bizlerin küçük bir örneği olarak tasavvur edilen liliputlar ne de gökdelen boyunda goriller mümkün olmaz.
Benzeri sınırlar beyin ve vücut ilişkisinde de vardır.
Yetişkin bir insan beyninin ağırlığı 1500 gramın altındadır. Yuvarlak hesap 1500 gram diyelim.
Yine yetişkin bir insan bedeni 60-70 kilo olarak kabul edilebilir.
Yani beyin ağırlığı vücut ağırlığının yuvarlak hesap yüzde ikisi civarındadır.
Ama beynin harcadığı enerji, vücudun harcadığı enerjinin yüzde yirmisidir.
İşte insan evriminin sırrı ve aşılabilen sınırı tam da buradadır.
Ateş olmadan enerjinin yüzde yirmisini yutan bir organ geliştirilemez.
Ağaçların hazmı kolay enerjisi yüksek meyveleri, ancak maymun olabilecek kadar bir büyük beyine imkan verirdi.
İklim değişip bu maman yerde yaşamak zorunda kaldığında, sopa ve taş ayağa kalkmayı ve muhtemelen yeni nişleri ele geçirmeyi sağlamış olmalıdır. Ama bunlar da henüz homo sınıfında sayılabilecek canlıların ortaya çıkmasına yetmemiştir ve yetemezdi. Sopa ve taş balta muhtemelen kökleri ve küçük canlıları (örneğin termit yuvalarını parçalayarak termitleri) yeme olanağı yaratmış olabilir.
Sopa ve taş kullanımının, sürü iş birliğinin ve nispeten daha karmaşık bir kültürün ve örgütlenme olanağının sağladığı bu enerji kaynakları belli bir sınıra kadar iş görür.
Belli bir noktada tıkanması gerekir.
Bu tıkanmayı daha yakından görelim.
Alınan enerji eğer bitkisel ise, o bitkileri efektif biçimde hazmetmeyi sağlayacak hazım organları dolayısıyla enerjinin büyük bir bölümünün bu hazım organlarına gitmesi gerekir.
Bu da beynin gelişmesini engeller.
Örneğin Brezilyalı araştırmacılar, insanın bugünkü beyninin harcadığı enerjiyi bitkisel çiğ yiyeceklerle karşılamaya kalkması halinde günde 9,5 saat yemesi gerektiğini hesaplamışlardır. (Kaynağını ve nerede okuduğumu unuttum.)
Eğer alınan gida hayvansal ise, et daha küçük bir hacimde daha büyük bir enerji ve gıda sağlar ama bu eti elde etmek için daha atik bir vücut; daha güçlü ve hızlı kaslar, daha güçlü dişler, pençeler vs. gerekecektir. Bu sefer enerjinin esas bölümü bunlara gitmelidir ki bunlar yaşam savaşında bir avantaj sağlayabilsin.
Yani taş balta ve sopayı kullanmayı ve dik durmayı öğrenmiş, maymunla insan arasındaki geçiş türlerinde olduğu gibi, bunlar ister et; ister ot yesin; ister “oportünist” olsun (yani hem et, hem ot, hatta leş yesin) kavrama ile nesneleri birer cansız organa dönüştürmek, belli bir sınırı aşmayı, beyne bu kadar büyük bir enerjiyi müsrifçe vermeyi sağlayamaz.
Beynin büyümesi belli sınırlara takılır.
Kaldı ki, otla veya etle gereken enerjileri sağlayan bir canlının beyni böyle geliştirmesi için bir seleksiyon baskısı da olmaz.
İşte ateş, başka hiçbir canlı ateşe dokunamadığından sağladığı koruma ile, insan türünü dokunulmaz yaparak; hem pişirilmiş yiyeceklerin enerjisini attırarak, hem  hazım sürecinin büyük bir kısmını hazım organlarının dışında nesneleri büyük bir ölçüde küçük bir enerjiyle hazmedilebilir hale getirerek;  hem hayvansal hem de bitkisel gıdaları almayı mümkün kılarak dolayısıyla yiyecek paletini genişleterek bu sıçramayı mümkün kılmıştır.
Ama sadece beynin büyümesini mümkün kılmamıştır, bunu gerekli de kılmıştır.
Çünkü ateş, sürekli kontrol ve bakım isteyen canlı gibi bir cansız organdır.
Bu ise sürünün iş birliğini, daha karmaşık sosyal ilişkileri gerektirir bu da daha büyük ve gelişmiş bir beyni. Dolayısıyla ateş aynı zamanda büyük bir beyne ve daha yüksek bir kültüre ve karmaşık sosyal ilişkilere doğru bir seleksiyon bakısı yaratmıştır. Adeta bir kartopunun yuvarlanması gibi bir süreci başlatır ateşin bir organ olarak kullanımı.
Bu imkan ve gereklilikler üzerinden Homo Erectus ve nihayet Homo Sapiens bir tür olarak ortaya çıkabilmiştir.
*
Bu vesileyle diğer gezegenlerde başka zeki varlıklar konusuna da değinelim.
Diğer gezegenlerde muhtemelen canlı hayat, daha seyrek de olsa zeki varlıklar bulunabilir.  Yasalar evrenin her yerinde aynıdır benzer koşullarda benzer sonuçların ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Ama zeki varlık ile toplum farklı şeylerdir.
Doğa zekayı defalarca birbirinden bağımsızca, örneğin yumuşakçalarda (ahtapotlar), dinozorlarda (papağanlar, kargalar), memelilerde (insan, yunuslar, balinalar, maymunlar vs.) bulmuştur.
Ama toplum denen canlı türünün ortaya çıkışı ve var olması, birçok istisnai ve özel koşulun bir araya gelmesini gerektirir.
Hatta Ateşin ve yüksek bir zekanın kullanılması bile zorunlu olarak Toplum denen canlı türünün ortaya çıkasına yol açmamıştır.
Homo Erectus en az 1 Milyon yıldır vardı. Afrika’nın dışına çıkmıştı. Neredeyse tüm iklimlerde yaşayabilen bir türdü. Muhtemelen Homo Sapiens’e yakın bir zeka düzeyi, sosyal ilişkileri, dili ve kültürü vardı.
Homo Sapiens 300.000 yıldır var. En azından Homo Sapiens ve Naeandertal, zeka bakımından ve biyolojik olarak bugünkü insandan daha geri değildiler ve büyük bir olasılıkla daha ileri idiler.
Yani yüksek bir zeka ve kültür bile onların toplum denen yeni bir canlı türüne geçmelerine yetmemiştir. Hatta belki bu geçişi engelleyici bir etki bile yapmış olabilir.
O halde başka gezegenlerde zeki yaratıklar sorusu da aslında yanlıştır ve kastettiği ile (aslında toplumu kastetmektedir) uyum içinde değildir.
Zeki yaratıklar olabilir.
Ama soru “toplum denen canlı türü başka gezegenlerde var mıdır?” diye sorulmalıdır.
Yani soruyu açarsak, “organlarını üretim araçlarına dönüştürebilmiş ve yepyeni yasaları harekete geçirmiş canlı türleri başka gezegenlerde var mıdır?” diye sorulmalıdır bu soru.
Soru böyle sorulunca, bunun olsa bile çok istisnai bir olgu olabileceği ortaya çıkar.
Aynı soru ve yanlış yapay zeka ve robotlar için de geçerlidir.
“Robotlar ve yapay zeka insandan daha zeki olabilirler mi?” değildir soru.
Bu elbet olabilir.
Ama doğru soru: “Robotlar ve yapay zeka, Toplum denen canlı türü gibi “nesnel bir akla”, yani üretici güçlerinin gelişimiyle üretim ilişkilerini ve onun üst yapısını değiştiren bir canlı türüne, topluma dönüşebilir mi?” sorusudur.
Böyle bir dönüşümün gerçekleşmesi için bir gereklilik yoktur cansızlarda.
Canlı varlık demek, kendi benzerini üretir ve sentezlerken birdenbire yepyeni yasaları ve hareket biçimlerini harekete geçirmiş ve bu nedenle evrimleşmiş bir varlık demektir. Bu temel özelliği olmadığı için, birer üretim aracı olan robotlar, üretim araçlarını geliştirerek ilişkilerini geliştiren bir toplum denen canlı türüne dönüşemezler.
Özetle soru doğru değildir.
Biyolojik, fizik ve sosyolojik kategorilerin karıştırılmasına dayanmaktadır. Kıvılcımlı ve Engels’in yanlışlarının çok daha büyük çapta yapılmasından başka bir şey değildir bu sorular.
Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez.
Doğa bilimlerinde çok büyük yeri olan bilim insanlarının, toplum bilimi yani Marksizm söz konusu olduğunda, fizikten zerrece anlamayan birinin kuantum fiziği ya da görecelik teorisi konusunda konuşmasına benzer bir duruma düşecekleri ve düştükleri hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Bizzat bugünkü doğa bilimi, toplum bilimleri ayrımı, araçsal zekayı, zeka ile özdeşleştiren, bilimi araçsal zekaya indiren bir kavrayışın ürünüdür.
Frankfurt okulu, araçsal zekanın faşizme de yol açabileceğini göstermişti. Nesnel zeka ise, toplumun nasıl örgütleneceği ile, yan üretici güçlerin o gelişme düzeyine en uygun toplumsal ilişkilerin nasıl kurulabileceği ve neler olabileceği sorunuyla ilgilenir.
Dinler bu soruya toplumun verdiği cevaplardan başka bir şey değildir.
Toparlarsak, robotlar ve yapay zekaya ilişkin sorunun cevabı, soru doğru sorulduğu takdirde: “Hayır”dır.
*
Kaldığımız yere dönelim.
İnsan türü ateşin ürünüdür (Homo Erectus ilk “Homo” adını alan türdür ve bu tür aynı zamanda Afrika dışına çıkmış ilk türdür. Ateş olmadan Afrika dışında yaşamak mümkün olamazdı.)
Peki ateş nedir?
Ateş de cansız bir organdır bir yanıyla.
Ama aynı zamanda “canlı” ve bakım ve sürekli kontrol gerektiren bir organdır. Her an kontrolden çıkabilir-öldürebilir, bakılmazsa kendisi sönebilir-ölebilir.
Ve bu organın birçok işlevi yârine getirebilir. Koruma, ısıtma, hazmettirme, iş birliğine zorlama, dolayısıyla sürüde dayanışmayı arttırma, bunun için sosyal ilişki ve haberleşmeyi destekleme gibi birçok işlevi olan bir organdır.
Tüm bu özellikleriyle Ateş insanın “geriye doğru” bir evrimine yol açmış bu “geriye doğru” gidişten aldığı hızla zekadaki ve sosyal ilişkilerdeki sıçramayı sağlamıştır.
Ateş ile birlikte insan türü tıpkı mantarlar gibi bir yaşam stratejisine geçmiş, mantarlara doğru “geriye doğru” bir evrim geçirmiş olur.
Mantarlar taxonomik olarak eskiden bitkilerle akraba sanılan ama bugün hayvanlara daha yakın olduğu bilinen; bitki ve hayvanlardan tamamen farklı bir canlı türüdürler.
Bitkiler yiyeceklerini sentezlerler, hayvanlar dışardan alırlar.
Mantarlar ise dışlarına salgıladıkları enzimlerle gıdalarını dışlarında alabilecekleri hale getirirler.
Ateş dışa salgılanan ve yiyecekleri vücudun alabileceği hale getiren enzimler gibi bir işlev görmüştür.
Ama insan olmak, sadece mantarlara doğru bir “geriye dönüşle” değil, aynı zamanda keseli hayvanlara doğru bir “geriye dönüş”le de mümkün olabilmiştir.
Beyin, bu iki manivelanın sonucu olan “gerileme” ile ileriye sıçramayı ve sınırları aşmayı başarabilmiştir.
Ateşin sağladığı sosyal ilişkiler ve dolayısıyla büyük beyin de insan türünün geriye doğru ikinci bir adım atmasını gerektirmiştir.
Beynin büyümesi, doğumda büyük bir sorun oluşturduğundan insan giderek erken doğan bir canlıya dönüşmüştür.
Normal olarak insanın 17 aylıkken doğması gerekir. Ama dokuz aylıkken doğmaktadır. Yani insan türü, keseli hayvanlara doğru bir evrim geçirmiştir.
Daha ayakları üzerinde duramadan, kanguru yavrusu gibi gelişmeden doğan bu insan yavrusunu sosyal bir “kese” korumasa yavru yaşayamazdı. Sürü aslında aynı zamanda giderek bir kese, ama sosyal bir kese işlevi görmüş olmalıdır. Sürü sosyal bir kese işlevi görmeseydi bu canlı türünün devam etmesi olanaksız olurdu.
Yani ateşin sağladığı enerji ve zorladığı sosyal ilişkiler beyni büyütmüş, büyük beyin erken doğumu, erken doğum ise, daha sıkı sosyal ilişkileri ve dayanışmayı zorunlu kılmıştır.
Ateşin ortaya çıkardığı bu zorunluluk nedeniyle dişiler muhtemelen daha güçlü erkekleri değil, daha mülayimleri, daha dayanışmacı ve zeki olanları seçmeye başlamış olmalıdırlar.
“Alfa Erkek”ler değil; olgunlaşmadan doğurduğu yavrusu nedeniyle korumasız ve büyük ölçüde hareketleri kısıtlı olan dişiye yiyecek getiren, onu koruyan, daha yumuşak erkekler seçilmeye başlamış olmalıdır.
Keza yaşlılar da böyle bir yapı içinde çok yararlı olacaklarından insan türü aynı zamanda en uzun yaşam süresine sahip türlerden biri olmuştur. Yaşlıları olan ve olgunlaşmamış yavruları koruyan, annelerine yardımcı olan yaşlıların bulunduğu sürüler diğerleri karşısında avantajlı bir duruma geçmiş olmalıdırlar. Daha uzun bir yaşam, yaşlılarla dayanışmayı, bu da kültürün korunması ve aktarılmasının daha kolay olmasını mümkün ve gerekli kılmış olmalıdır.
Yani ateş doğumu erkene alırken ölümü geciktirici bir seçilim baskısı yaratmıştır.
*
Özetle, ateş olmadan Homo türünün, özellikle de Homo Sapiens’in ortaya çıkışını açıklamak mümkün değildir.
Sopa ve taş balta belli sınırları aşmaya yetmezdi. Sopa ve taş balta ateşe dokunmayı ve kullanmayı mümkün kılarak insan olma sürecinde esas büyük etkiyi yapmıştır.
Ateş de tıpkı sopa ve taş baltanın elin yapısını kendini kullanacak bir şekle zorlaması gibi, insan türünün anatomisini sadece kör barsak, daha kısa hazım organı, daha büyük beyin vs. ile değiştirmiş değildir. İnsan ateş nedeniyle aynı zamanda tüysüz bir canlı, dolayısıyla örtünen bir canlı, erken doğan bir canlı, geç ölen bir canlı, konuşan bir canlı, kültürlü bir canlı vs. de olmuştur.
Ancak bütün bunlar biyolojik değişikliklerdir, Darwin yasalarına göre işlerler ve bu yasalarla ortaya çıkmışlardır.
Ateş denen organ, diğer organlarda zorladığı kendine uyumlu değişikliklerle, sadece toplumu keşfedebilecek, ona geçiş yapabilecek canlıyı ve koşulları yaratmıştır.
İnsan türleri ateşin çocuğudur ama Toplum’un ortaya çıkışıyla ateş arasında doğrudan bir ilişki yoktur.
Toplum, muhtemelen komşusu olduğu diğer daha güçlü ve başarılı insan sürüleriyle baş edemeyen, belki fizik olarak daha güçsüz ama daha gelişmiş sosyal ilişkileri ve kültürü olan bir Homo Sapiens sürüsünün “salto mortale”si  olarak ortaya çıkmış olabilir.
İlk yasakların ve yaptırımların koyularak sınırların çizildiği ve ilişkilerin tanımlandığı, yani Toplum’un ortaya çıktığı andan itibaren, taş balta da, sopa da, ateş de, sürü içindeki ilişkiler de bir cansız organ olmaktan, biyolojik evrimin birer aracı olmaktan çıkmış, birer üretim aracına, toplumun yapısal unsurlarına dönüşmüş, biyolojik evrimin değil toplumsal evrimin araçlarına dönüşmüşlerdir.
Yasaklar ve yaptırımla, parçanın bütüne tabi olmasının sürüye daha doğrusu yeni ortaya çıkan topluma kazandırdığı o muazzam güç ruhun doğumuna yol açmıştır.
Ruh, Toplumun (parçanın bütüne tabi olduğu bir topluluğun, cebirsel bir toplamın) sürü (ortak ve karşılıklı çıkarlara dayanan dayanışmaya dayanan bir topluluğun, basit aritmatiksel bir toplamın) karşısındaki üstünlüğünün bilinçteki ilk yansımasıdır.
Ruh (Toplum, din, üstyapı) olmadan, Madde, (Üretim güçleri ve araçları) olamazdı.
Marks’ın formülüyle formüle edersek, “Düşünce varlığı değil, düşünceyi varlık belirler” ama düşüncenin varlığı belirlediği var oluş biçimini oraya çıkaran düşüncedir.
Toplumun ortaya çıkışında düşünce (üstyapı) önceliklidir.
Çünkü bir Üstyapı (düşünce) olmadan bir altyapı (varlık) olamazdı. O araçlar Darwin yasalarına göre değişen basit biyolojik organlar olmanın ötesine geçemezlerdi.
29 Kasım 2017 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:




[1] Bu konuda yazdıkları, Kıvılcımlı’nın “opus magnum”u sayılabilecek “Tarih Devrim Sosyalizm”in tarih öncesine uzatılmış bir taslağı olarak da kabul edilebilir.
Bu metinler 12 Mart döneminin sonlarına doğru, Tarih Devrim yayınevi tarafından içeriğiyle ilgisiz bir Tarih Tezi başlığıyla Kıvılcımlı’nın birtakım metinleri bir araya konularak yayınlanmıştı.
Daha sonra 70’li yolların ortalarında başkaları bu tarih öncesine ilişkin bölümü, Tarih Öncesi, Tarih, Devrim, Sosyalizm” Başlığı ile, bu sefer Kıvılcımlı’nın yayınladığı Tarih Devrim Sosyalizm’in ilk bölümü olarak yayınladı.
Son olarak da bu bölüm, Sosyal İnsan Yayınları tarafından “Tarih Yazıları” başlığı altında başka etütlerle birlikte bir derleme içinde yayınlandı ve nispeten diğer yayınlardaki karışıklık bir ölçüde olsun giderildi.
[2] Örneğin Ateş’in ve pişirme sürecinin etkileri ile beynin büyüklüğünü açıklayan bir tezi içeren Richerd Wrangham’ın “Feuer fangen: Wie uns das Kochen zum Menschen machte – eine neue Theorie der menschlichen Evolution” (Ateşi Yakalamak: Pişirmek bizi hasıl insan yaptı? İnsanın evriminin yeni bir teorisi) adlı kitabın yayın tarihi 2009. Kıvılcımlı’nın konuyu 60’larda sonunda yazdığını var sayarsak en azından kırk yıl sonra.)

[3] Claude Lévi-Strauss da “Çiğ ve Pişmiş” adlı çalışmasında pişirmeyle ilgili ama o da ateşi sosyolojik olarak ele alıyor, cansız bir organ olarak değil..

Hiç yorum yok: