27 Ekim 2017 Cuma

Das Kapital’in Yayınlanışının 150. Yılı Vesilesiyle Deutscher'in Kapital'i Keşfi

150 yıl önce, 1867’de, Karl Marks’ın “modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldıran” ölmez eseri Das Kapital Hamburg’ta yayınlandı.
Das Kapital, yayınlandığında görmezden gelinmiş ve hiçbir yankı uyandırmamış; tam anlamıyla, Hikmet Kıvılcımlı’nın da çok şikayet ettiği ve en azından Marksist söyleme yerleştirdiği deyimle, bir susuş komplosu (“susuş kumkuması”) ile karşılanmıştı.
Hatta Marks ve Engels bu susuş kuşatmasını kırmak için, Engels’in bir burjuvanın bakış açısından Marks’ın eserini eleştirmesi gibi, savaş hileleri bile planlamışlardı.
Das Kapital, on yıl içinde sadece 1000 adet satılmıştı. (Muhtemelen çok daha az da okunmuştu.)
Eser İngilizceye neredeyse yirmi yıl sonra çevrilmişti.
Almanya’daki işçi hareketinin yükselişi olmasaydı, Marks ve Das Kapital, bugün bile adı bilinmez kalabilirdi.
Yüz elli yıl sonra bugün bile, hala, çok sınırlı ve giderek sayısı da azalan küçük Marksist bir entelektüel kesim dışında, bütün büyük eserler gibi, pek okunmamış ve anlaşılmamış bir eser olma özelliğini korumaktadır.
*
Vaktim olsaydı Kapital’in biyografisini yazmak isterdim. Kapital’in doğuşu, yayılışı, baskıları, çevirileri, etkisi, üzerine yapılan tartışmalar, inişler, çıkışlar vs..
Böyle bir eser hem düşüncenin saf hareketinin (mantık ve metot), hem tarihsel hareketinin hem de toplumun son yüz elli yıllık tarihinin yoğunlaşmış bir özeti olabilirdi.
Bir gün birilerinin bunu iş edinmesini dileyelim.
*
Kapital’in basılışının bu 150’nci yılını vesile ederek ona dikkati çekmeye, Kapital’in en az anlaşılan yanlarına vurgular içeren kendi yazımızdan önce, Isaac Deutscher’in Kapital’in yöntemine ve estetik yanına da özel bir önem veren ve geçen yüzyılın ilk yarısında kuzey Avrupa’daki sosyalist ve işçi hareketinin atmosferine ilişkin ilginç ve çarpıcı vurgular ve gözlemler içeren yazısını aktararak bir başlangıç yapmış olalım.
Bu metin 1980’lerin ikinci yarısında Ergun Aydınoğlu’nun inisiyatifiyle, benim de aralarında bulduğum Avrupa’daki sürgünlerce Devrimci Marksist Tartışma Defterleri’adıyla yayınlanmış derginin[1] Haziran 1987 tarihli 5’inci ve son sayısında yayınlanmıştı. (Çeviri Yusuf Onur imzasını taşıyordu.)
Ne var ki hem bu dergi o zamanlar Türkiye’ye çok sınırlı sayıda girebilmişti; hem de aradan 30 yıl geçmiş bulunuyor.
Ama Deutscher’in bu yazısını yayınlamanın öznel bir nedeni daha var.
Deutscher’ın Kapital’i okuma ve anlama macerası, kendi Kapital’i okuma macerama çok benziyor. Benim de Kapital’i okuma maceram da benzer aşamalardan geçti gibi.
En son olarak, 1980’lerin ikinci yarısında, Lenin’in “Felsefe Defterleri”nde “Marks bize büyük harflerle bir Mantık bırakmadı ama Kapital’in mantığını  bıraktı” aforizmasını okuduktan sonra bir uygulamalı diyalektik mantık kitabı olarak Kapital’i okumuştum.
Ve şimdi hala, seyrek te olsa zaman zaman Kapital’in özellikle ilk cildinden bazı bölümleri sırf bir estetik ve mantık şöleni yaşayabilmek ve bazen kimi moralim bozulduğu zamanlarda “iman tazelemek” için okurum.
26 Ekim 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın

Das Kapital’i Keşfetmek
Isaac Deutscher
Genç bir Polonyalı entelektüelin 1920’lerde ya da 1930’larda Das Kapital’i etüd ettiği koşullar, Batı’nın birçok ülkesinden farklıydı. Bizim için kapitalizmin çöküşüne ilişkin Marksist öngörü, sadece günlük yaşantımızın gerçekleri konusundaki bilinmezlikleri, ötelerden açığa çıkaran bir bakış değildi.
Eski toplumsal düzen gözlerimizin önünde çöküyordu. Bu, varlığımızın nedeni olan ezici olguydu. Ben kendi çocukluk ve yetişkinlik dönemimde bu olguyla defalarca sarsıntı geçirdim. Üç imparatorluğun sınırları arasındaki bir uçta sıkışan Krakov’da ve Krakov’la Auschwitz’in ortasındaki küçük bir kentte büyüdüm. Onbir yaşında bir çocukken, Romanov, Habsburg ve Hohenzol hanedanlıklarının çöküşünü gördüm. Nesiller boyu halkımızı korku içinde yaşatan eski iktidarlar, kutsallıklar ve fetişler, bir gece içinde ortadan siliniyordu. Rus devriminin sıcak nefesini hissediyorduk. Arkadan, sınırın öbür tarafından ansızın Budapeşte komünü alevlendi ve kan içinde boğuldu. On üç yaşındayken, Kızıl Ordu’nun Varşova’ya doğru ilerlediği haberini izleyen büyüklerin gerginlikleri dikkatimi çekmişti. Yıllarca, neredeyse sürekli iç savaş, hızlı enflasyon, kitlesel işsizlik, kitlesel katliamlar, erken ve ölü doğmuş devrimler, neticesiz karşı-devrimler yaşadık.
Ancak bütün bu ani ve şiddetli sarsıntıların arifesinde, dışarıdan bakıldığında gerçeğin özünü yansıtmayan 1914 öncesinin sevimli çağında, Marksizm neredeyse işçi sınıfımızın tümünce kabullenilmiş ideolojiydi. Sağ kanat sosyal demokratlarımız, Das Kapital’i işçi sınıfının İncili olarak görmek konusunda hiç de komünistlerimizden aşağı kalmıyorlardı. Eski İncil gibi, o da tozluydu ve okunmamıştı, fakat saygınlığı vardı. Marx ve Lassalle’nin portreleri tüm sendika lokallerinin, sosyalist gençlik örgütlerinin ve hatta birçok siyonist klüplerin duvarlarından bize bakıyordu.
Tarihsel materyalizm ile ilk kez eski okul arkadaşlarım sayesinde tanıştım; benim orta sınıf ve Ortodoks Yahudi terbiyesiyle yetişmem tarihsel materyalizme ters düşmesine rağmen, toplumsal varlığımızın sarsıntı içinde olması, ortamın bazı devrimci düşüncelerini çekingenlik içinde kavramama neden oldu. Das Kapita’i gençlik yıllarımın sonunda okumaya çalıştım fakat direnemedim. Bana çetin bir ceviz gibi göründü ve ayrıca ekonomi politiğe karşı fazla bir ilgim de yoktu. Erken çağda şairliğe ve edebiyat eleştirmenliğine başladım ve sanatta felsefi bir yaklaşımın arayışı içindeydim.
Das Kapital’den uzaklaşarak, Marx ve Engels’in daha küçük eserlerinden, Plekhanov, Lenin, Mehring, Buharin ve diğerlerinin yazılarından bu çizgileri kavramaya çalışıyordum.
Ancak onların felsefi teorileri, insan bilincinin çok yanlı biçimlerinin altını çizerek, devamlı olarak sosyo-ekonomik gerçeklere dönüşüyordu. Ve böylece Das Kapita’i inceleme ve onun ekonomik doktrininin daha kolay anlaşılabilir açıklamalarını yutmaya koyuldum. Bunları yeterince inandırıcı buldum ve ilerideki edebi, felsefi çalışmalar ve politik mücadele için beni yeterince teçhiz ettiği sanısına kapıldım.
Marx’ın Das Kapital’e yazdığı önsözlerden birindeki şu uyarıyı sessiz bir öfke içinde okuduğumu bile söyleyebilirim: bilim düz ve geniş bir yol tanımaz ve “sadece bilimin dik yamaçlarına tırmanma sıkıntısına katlananlar, onun açık tepelerine ulaşma şansına sahiptir.” Marx’ın, yamaçlardaki patikaları dikleştirdiği konusunda kuşkum vardı. Onun diyalektik inceliklerinin bazan bana, modası geçmiş olan önemsiz bir aşırı özenme gibi göründüğü olmuştur; ve bunların konuyla ne ölçüde ilişkisi olduğunu merak etmişimdir. Marx’in izahı, dünyayı anlamakta ve hızla değiştirmekte benim gibi sabırsız bir kimseye pek yavaş ve ivedisiz görünmüştü.
Ünlü parlamenterimiz, sosyalizmin piyoneri, Viyana ve Varşova parlamentolarının dikkatle kulak kabarttığı parlak hatip Ignacy Doszynski’den Das Kapital’in çetin ceviz olduğunu duymak beni rahatlatmıştı. Ignacy Doszynski bir çeşit övünmeyle şöyle demişti: “Das Kapital’i okumadım fakat Kari Kautsky okumuş ve popüler bir özetini yazmıştır. Ben Kautsky’yi de okumadım, fakat partimizin teorisyeni Kelles-Krauz okudu ve Kautsky’nin kitabını özetledi. Ben Kelleş-Krauz’u da okumadım; fakat şu akıllı mali uzmanımız Nerman Diamand Kelles-Krauz’u okumuş ve bana anlattı.”
Büyük Doszynski’den farklı olarak, ben azından Kautsky’yi ve Das Kapital’in diğer popülarize edilmiş bir sürü özetini okudum. Bu arada yasa dışı Komünist Partisi’ne katılarak politikaya da girmiştim. Yıllarca, edebiyat dergileri yayınlamak, siyasi yorumlar, illegal bildiri ve broşürler yazmak, işçilere seslenmek, hatta köylüleri örgütlemek, Pilsudski’nin ordusunda bir asker olarak yeraltı propogandası sürdürmek ve sürekli olarak da jandarma ve siyasi polisten kaçmakla uğraştım. Bu koşullar altında Das Kapital’le ciddi olarak uğraşmayı düşleyemezdim bile.
Birkaç yıl sonra, 1932’de anti-stalinist muhalefetin sözcüsü olarak partiden ihraç edildiğimde, bu işin zamanı gelmişti. Kendi politik düşüncemi, komünizm ve Marksizm’in ilkelerini yeni baştan inceleme gereksinmesi duydum. Hiçbir şeyi önceden mutlak olarak kabullenmemeye karar verdim. Stalinist siyaset ve bunun pratikleri Marksizmin terimleriyle haklı gösterilebilir miydi? Marx’in kapitalizm tahlili ve eleştirisi, zamanımızın olaylarına dayanabilecek miydi? Beni tedirgin eden sorular bunlardı. Das Kapital’in üç ciltlik tamamına ve aynı zamanda birkaç ciltten oluşan Artı Değer Teorileri’ne dalmaya karar verdim. Bu entelektüel yapıtın tümünü serinkanlılıkla ve kuşkuyla incelemekte ve olası çatlak ve yarıklara karşı uyanık olmakta kararlıydım. Esprit de contradiction beni pek sarmıştı. Marx’in yanlışlığını kanıtlamaya yönelmiş gibiydim. Belki bu yoğun karmaşıklık ya da benim artan entellektüel olgunluğum nedeniyle, “dik patikalar”ı bu kez engelleyici bulmadım. Bundan sonraki üç dört yıl boyunca, büyük yapıtı bütünlüğü içinde beş altı kez üst üste okudum. Marx’ın başvurduğu geniş ekonomi literatürünün de içine daldım. Marx’a yöneltilen burjuva, akademik ve sosyal demokrat eleştirileri inceledim; Kautsky, Lenin, Hilferding, Luxemburg, Buharin ve başkalarının Das Kapital9e ilişkin geliştirdikleri yorumlarla da tanıştım. Başlangıç noktam olan şiir ve estetiği gerilerde bırakarak, tüm entelektüel tutkumu, ticari dolaşım, toprak rantı, tarımda sermayenin yoğunlaşması, kâr oranının düşmesi ve işçi sınıfının yoksullaşmasına ilişkin mali doktrinlere ve bu bahtsız bilimin diğer yönlerine yönelttim. Ricardo, Sismondi, Sombart, Böhm-Bawerk ve Keynes’in ilk zamanlarındaki çalışmalarından, tekrar ve tekrar Das Kapital9e döndüm; onun teorik zenginliği, tarihsel örgüsü ve tahlilindeki berraklık yeni baştan, ama hiç sona ermeyecek şekilde beni büyüledi. Tepeye tırmanma uğraşım düpedüz bir heyecana dönüşmüş oldu. Marx’in beni “zirve”ye çıkararak, toplumun sınırsız ufkunu önümde açmış olması karşısında duyduğum sarsıcı heyecanı hiçbir zaman unutamayacağım. Hiçbir eser beni bu denli etkilememişti.
Peki Das Kapita’de aradığım çatlaklar ne oldu? Benim yaptığımı deneyimde; doğrusu ben bulamadım. Eseri her yeni okuyuşumda, düşündüğümden daha ikna edici ve inandırıcı buluyordum. Başlangıç bölümünde Marx’dan farklı düşünülebileceğini ve marjinal yararlılık teorisyenlerinin peşinden gidilebileceğini gördüm. Yine de marjinal yararlılık teorisi beni tatmin etmedi; o teoriyi, Marx’ın değer, meta ve emek anlayışına bir alternatif olarak kabul edemedim. Ve bir kere daha Marx’ın öncüllerini benimsedim; sonuçlarına kadar onu izlemekten başka bir şey elimden gelmedi. Bir kimyagerin elemanları incelediği gibi, Marx’ın da kapitalizmi “saf biçimi” ile incelediğini biliyordum; ama bunun yanı sıra, gerçekten kapitalizm daha önceki bütün toplumsal düzenlerin artıklarını emmişti ve bunları kendi içinde taşımaktaydı. Şimdiye kadar Marx kadar hiç kimse vurgulayarak bunun altını çizmemişti. Ve hiç kimse içinde yaşadığımız toplumun yapısal karmaşıklıklarını, onun tarihsel realizmine yaklaşabilecek düzeyde aydınlatmamıştı. Marx’ın kapitalist örgütlenmenin daha sonraki yarı-tekelci biçimleriyle değil, laissez faire (bırakınız geçsinler -ç-) ile uğraştığı doğrudur. Bence bu, Marx’in tahlilini geçersiz hale getirmez, çünkü Marx laissez faire'in içinden tekelci biçimlerin inkişafına şaşmaz bir biçimde işaret ediyordu; ekonomik gelişmenin bu evreleri arasındaki organik bağı açıklıyordu. Das Kapital'in yayınlanmasından yirmi yıl önce, Proudhon’un serbest rekabeti idealize etmesiyle tartışmaya giriştiği Felsefenin Sefaleti'nde bile, serbest rekabetin kendi diyalektik zıddı olan tekele doğru bir eğilim içinde olduğunu işaret etmişti. Marx daha sonra Das Kapital'de, birçok işletmecinin çok daha az sayıdaki ‘sermaye kodamanlarınca mülksüzleştirilmesine yol açan ‘birikimin tarihsel eğilimi’ni açıklarken, sermayenin yoğunlaşma sürecinin dramatik sonuçlarını göstermiştir. Ancak tartışırken, eksiksiz bir rekabeti varsayması bile, sadece rekabetin zorunlu olan yıkıcı yapısını kanıtlamak içindi. Ve bu yüzden, Marx’ın zamanımızın ‘eksik rekabetinden habersiz olduğunu ileri süren akademik eleştirileri anlamakta zorluk çekmekten başka bir şey elimden gelmedi ve gelmiyor. Aslında, Hilferding ve Lenin de dahil, Marksist olsun ya da olmasın tekelci sermayeye ilişkin daha sonraki benzer yapıtlar, ekonomik evrimin bu noktasında Marx’ın öngörülerinin doğrulanmasının göstergesinden başka bir şey değildir.
Daha da önemlisi, Marx, işçiler açısından laissez faire kapitalizminin bile tekelcilikten başka bir şey ifade etmediğini göstermiştir. Sermaye ile emek arasında hiçbir zaman eksiksiz bir rekabet olmadı ve olamazdı, çünkü en ‘adalet’li ücret sisteminde, işverenle işçi arasındaki ideal eş değerler değişimi koşullarında bile, üretim araçları üzerindeki egemenlik sermayenin elindedir. Bu böyle oldukça, toplumsal düzenin ikincil özellikleri ne denli değiştirilse de Marx’ın teorisinin zamanının geçmeyeceği sonucuna vardım.
O zamanlar, otuz otuzbeş yıl önce bile, Marx’ın teorisinin özünü, onun ticari dolaşım tahlilinin şu ya da bu yönüne ya da politik olarak önemli olsa da, işçi sınıfının göreceli veya mutlak yoksullaşmasına ilişkin görüşlerinde görmedim. Marx’ın kimi konuları çözümlemeden kararsız bıraktığı durumlar olabilir. Fakat bence onun tahlilinin özü, toplumsal düzenimizin merkezi çelişkisine, yani toplumsallaşan üretim süreci ile bu süreç üzerinde kapitalist mülkiyetçe uygulanan toplumsal olmayan denetim karakteri arasındaki uyuşmazlığa ilişkin olarak söylediklerinde yatmaktadır. Bu durumun doğası gereği, işçi kendi emeğine, emeğinin ürünlerine, onun emeğiyle varlığını sürdüren toplum yapısına yabancılaşmaktadır. ‘Refah devleti’miz bu yabancılaşmayı görünüşte hafifletmekle, onu sadece derinleştirmektedir ve birey olarak işçilerin diğer işçilere yani kendi sınıfına karşı yabancılaşmasını acımasızca ağırlaştırmaktadır.
Das Kapital’i incelemek, onun sosyal demokrat reformizmin uyuşuk karakteriyle uyuşmazlığı konusundaki düşüncem de dahil olmak üzere, sadece Marksist inancımı desteklemekle kalmadı; aynı zamanda, klasik Marksizm ile ruhsuz skolastik düşünce ve Stalinizmin engizisyon yöntemleri arasındaki ayrımın bütün derinliğini de bana gösterdi. Bundan sonra Stalin’den ötürü Marx’ı suçlamak, ortaçağın dogmaları ve Engizisyonundan ötürü İncil’i ve Aristo’yu suçlamak kadar uyumsuz göründü bana. Ve Stalinizme, bir Marksist olarak muhalefet etmeyi sürdürdüm.
Das Kapital’in stili karşısında, başlangıçta yavaş, fakat daha sonra önüne geçilmez bir coşkuya kapıldım. Benim gözümde Das Kapital akıl yürütme ve anlatım gücünün en üst düzeydeki örneğiydi; öyle bir düzey ki, Marx’in takipçilerinden en büyükleri bile o düzeye ulaşamamıştır. Bu düzeyi diğer düşünür ve yazarlardan istemenin haksızlık olacağını kavramakla beraber, Das Kapital, toplumsal ve politik sorunlardaki düşünme stili konusunda, sanki beni bir çeşit yüce duygusallığa itti. Herhangi bir sosyalist ya da komünist beyanın niteliğini, onun dili ve biçimine bakarak onaylayabileceğimi düşünüyordum. Uzun bir süre, genellikle benim estetik duygum, öykünücü ya da sahte Marksizm’in belirli bir bölümünden hoşnutsuzluk içindeydi; ancak daha sonra Marksizm’in politik, felsefi ve ekonomik içeriğini incelemeye koyuldum. Şimdi bile genel olarak bir çeşit estetik huzursuzluk yüzünden, görünüşte sözde Marksist her türden gerekçelere karşı dikkatliyim. Ara-Marksistler, geçici-Marksistler, egzistansiyalistler ve yapısalcılar arasındaki yabancılaşma, genç ve olgun Marx, Marksizmin 4hümanist’leştirilmesi ve diyalektik düşüncenin kategorileri gibi moda haline gelen tartışmaları gördükçe bu huzursuzluğu sık sık duymaktayım.
Das Kapital’i okumakla, yazarının, kimi zaman bu tehlikenin belirtilerine işaret etmiş olmasına rağmen, neden diyalektiğin ilkelerinin sistemli bir açıklamasını sunmak gibi bir meselesi olmadığını kavradım. Besbelli ki, o bu ilkeleri tam anlamıyla açıklamaktan çok, uygulamayı tercih etmiş ve ne kadar da haklıymış.
Şurası bir gerçektir ki, diyalektiğin kurallarını formüle etme çabaları, genellikle kuru skolastikle sonuçlanmaktadır. Diyalektik gerçekten Marksist düşüncenin grameridir. Nasıl ki, gramer bilgisi gramer kurallarını sıralayarak değil, yaşayan lisanla öğrenilirse, diyalektik kavrayış da onun formüllerini düşünerek değil, fakat tarihte ve çağdaş sorunlardaki özgül, geniş ve hayati konuları yakalayarak gösterilir. Diyalektiğin kuralları şüphesiz ki öğrenilmelidir; iyi bir gramer kitabı gibi, iyi bir el kitabının da yararları vardır. Ancak tek yanlı olarak soyut metodoloji ile uğraşmak, ‘Praxis’ üzerinde fazla durmaya ve ‘Praxis’in ‘P’sini büyük harflerle telaffuz etmeye tutkun olanlar için bile, çoğu kez ideolojik kaçışın bir ifadesidir.
Das Kapital, ampirik toplumsal tecrübeyi tabaka tabaka sürüp işlemek için, tüm soyutlama gücünü kullanan diyalektik düşüncenin eyleme dönüşen üstün bir örneğidir. Elbette ki Marx, gerek başkalarından miras kalan ve gerekse bizzat yarattığı kendi felsefe atölyesinin sorunlarıyla ve entelektüel alet ve edavatlarının niteliğiyle de uğraşmıştır. Ancak atölye ve aletler, tek başlarına yapılıp bitmiş şeyler değildi; onlar, ekonomik ve sosyo-politik hammaddeyi işleyerek, tamamlanmış ürüne dönüştürülmeliydi.
Önem bakımından olmasa da, son olarak bir noktayı belirtmek isterim: Das Kapital benim için unutulmaz bir sanat olayıydı. Çağ açan diğer buluşlar gibi, Das Kapital'in de sadece sağlam bir akıl yürütme ve cesur araştırmanın değil, fakat akıl yürütme ve araştırmayı sayısız sıçramalardan birisi için koşturan yaratıcı imgeselliğin bir sonucu olduğunu kavradım. Bilimdeki bu tür sıçramalar, evrende maddenin yapısında ve türlerin ortaya çıkışı ve gelişmesinde yeni kavrayışlar getirmiştir. Kopernik, Newton, Darwin ve Einstein’ın, dünyayı selefleri ve çağdaşlarından farklı olarak yeni bir biçim, perspektif ve aydınlıkta görebilmiş olmaları için, her birinin olağanüstü imgeleme kapasitesine sahip olmuş olmaları da gerekirdi.
Adı geçen bu bilim devlerinin her birinin içinde arka planda duran bir sanatsal deha da yaşamıştır. Bence aynı şey Marx için de doğrudur. Çünkü, toplumun geçmişinin imgesiyle, geleceğinin görünüşü konusunda düşüncelerini başka türlü nasıl bir araya getirebilirdi. O düşünceler ki, insanlığın bir kesimine ilham kaynağı olurken, diğer kesimince de korkuyla karşılanmaktadır.
Marx’in sanatçı yeteneği, Das Kapital’in güçlü ve saf klasik mimarisinde, dilinin sakinliği ve gücünde, ciddi dramatik dokunaklığında, yergisinde ve betimlemesinde apaçık görülür. Bu söylediklerimin, Das Kapital’le çevirisinden boğuşmuş ve Marx’ın yazı dilini sıkıcı ve çapraşık bulmuş olanları şaşırtacağını biliyorum. Mevcut çeviriler esnek ve becerikli yapılmış olmalarına rağmen, maalesef Marx’ın dili ve stili İngilizleştirilemez. Shakespeare’i Polonyaca diline yapılan berbat çevirilerinden okuduğumda buna benzer bir deneyi yaşamıştım. Ancak, İngilizce’yi öğrendikten ve Shakespeare’in satırlarını İngiliz sahnelerinde duyduktan sonra şairlik gücüne hayran kaldım. Wer den Dichter will verstehen, muss im Dichters Lande gehen (şairi anlamak isteyen, şairin ülkesine gitmelidir -ç-). Orijinal metnin üstünlüğüne gelince, titiz bir edebiyat eleştirmeni ve önce Marx’in şiddetli muhalifi ve sonra izleyicisi olan Franz Mehring, Marx’ın yazı dilindeki şiirsel niteliğe ilişkin olarak özel bir deneme yazısı yazmaya girişmişti. Mehring, Das Kapital'deki benzetme ve mecazları tahlil ederek imgesel buluşçuluk ile kavramsal kesinlik arasındaki ender sayılan kombinasyonun altını çizer ve sadece Goethe’nin benzetme ve mecazları ile Marx’ınkiler arasında paralellikler bulur. Elbette ki bu, Marx’a bir Alman edebiyat eleştirmenince büyük değer verilmesinin bir göstergesidir.
Son olarak bir çift söz daha: Das Kapital’i etüt edişimin üzerinden otuz yıldan fazla bir süre geçti; tüm ciltleri kitaplığımda durmasına rağmen, bir daha ona dönmedim. Tüm bu süre boyunca, birkaç kez alıntı yapmak istediğim bir pasajı aradığımda, sadece sayfalarına göz atmakla yetindim. Son haftalarda onu yeniden okumaya başladım. Geçen süre içinde, anlaşılmazlığı ve karmaşıklığı ile özel olarak ün yapan ve Marx’- ın da “soyut ve Hegelci biçim”inden dolayı biraz özür dilediği ilk üç bölümü bitirdim. Eski tanıdık sayfalar, benim için hala çekiciliğini koruyordu; fakat daha öncekinden farklı olarak şimdi dikkatimi çeken, Das Kapital'\n temelli basitliğidir.
Isaac Deutscher



[1] Bu dergiler son zamanlarda dijitalize edildi ve PDF dosyası olarak internetten indirilebilmektedir. Şu adresten indirilebilir: https://yadi.sk/d/yDtuXyu53N26hW
Ergun Aydınoğlu’nun bu vesileyle yazdığı yazıda şu bilgiler bulunmaktadır:
Bu linkte, 1. sayısı Ekim 1985, 5. ve son sayısı ise Haziran 1987'de yayınlanmış olan Devrimci Marksist Tartışma Defterleri adlı derginin tıpkı çekim, arama yapılabilir pdf versiyonları var. İleride gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra epub versiyonu da paylaşılacak.
Bu dergiyi yurtdışında farklı ülkelerde yaşayan bir grup mülteci arkadaş çıkartmıştık. Grubun büyük çoğunluğu, Dördüncü Enternasyonal’in İngiltere, Fransa, Almanya ve İsveç seksiyonlarının üyesiydi. Hatırladığım kadarıyla ilk sayı Londra'da, diğerleri Paris, Stuttgart ve Stockholm'de basıldı. İlk sayının hazırlığının 1985'in ilk aylarında başladığı düşünülürse, bu beş sayı iki yıldan fazla bir zamanımızı almış olmalı.
Derginin iki ismi vardı: Devrimci Marksist Tartışma Defterleri ve Tartışma Defterleri. İkinci ismi sadeceTürkiye'de dağıtılacak kopyalar için düşünmüştük. Nasıl bir oran olduğunu hatırlamıyorum, ama herhalde "yüzde seksen yurtdışı, yüzde yirmi yurtiçi" şeklinde -biraz fazla iyimser- bir hesap yapmış olabiliriz. Bildiğim kadarıyla Türkiye'ye çok az sayıda dergi sokulabildi. Ama bu iki yıl içinde Türkiye'den -dördü cezaevinden olmak üzere- toplam 19 mektup aldığımıza göre, demek az sayıda da olsa Türkiye'de de okuyucusu vardı.
Her sayı 500 civarında basılmıştı. Sayfa boyutu A5'ten biraz daha büyüktü.
Dergide bazı arkadaşlar bazı yazı ve çevirilerinde müstear isim kullanmışlardı: A. Ender (Dario Navaro), Ayşe Tütüncü (Serpil Arısoy), Celal Aydın (Demir Küçükaydın), Mehmet Salâh (Ergun Aydınoğlu), Nuray Ekin (Nuran Sarıca), Sait Kaya (Selçuk Eralp), Yusuf Onur (Ersen Olgaç).
O dönem Türkiye solunun farklı eğilimlerinden kişilerle yapılan röportajlarda da -görüşülen kişilerin istekleri doğrultusunda- müstear isim kullanılmıştı. 1. Sayıda Taner Akçam, 2. sayıda Doğan Tarkan, 3 sayıda Muzaffer Doyum, 5. sayıda da İrfan Yavru ile yapılmış röportajlar yer alıyor.
2. ve 4. sayılardaki İran Devrimi ve Polonya işçi hareketi üzerine olan röportajlar da, Dördüncü Enternasyonal'in İran ve Polonya seksiyonlarının Paris'te mülteci olarak yaşayan iki üyesi -Saber Nikbin (Torab Saleth) ve Zibigniew M. Kowalewski- ile yapılmıştı.
Bu beş sayıya ek olarak, "Devrimci Marksist Tartışma Defterleri Yayınları"nın ilk ve son yayını olan, "Sosyalist Devrim ve Kadın Kurtuluş Mücadelesi" broşürü de vardı (Dördüncü Enternasyonal Dünya Kongresi'nin Kadın Kurtuluş Hareketi üzerine kararı). Bir kopyası bulunabilirse, onun da taraması yapılır herhalde.
Beş sayı toplam 600 küsur sayfadır (bu muhtemelen yaklaşık bin normal kitap sayfasına tekabül ediyor).
1. Sayı (Ekim 1985)
Çıkarken
Türkiye İşçi Sınıfı: (1960-1980) (Ergun Aydınoğlu)
Marksist Terminoloji ile Metafizik Sosyoloji (Demir Küçükaydın)
Tek Ülkede Sosyalizm “Teori”si (Dario Navaro)
Taner Akçam ile Röportaj
Değinmeler
Kitaplar: Sovyetler Birliği’nin Sosyo-Ekonomik Karakteri (Antonio Carlo); From Red to Green (Rudolf Bahro); Was da alles auf uns zukommt (R. Bahro, E. Mandel, P. von Oertzen), Textes/Trotsky (Jean Paul Scot - Ed.), Evlilik Mahkumları (Lee Comer)
2. Sayı (Ocak 1986)
Yeni Gündem ve “Demokrasi”si (Ergun Aydınoğlu)
Zaferi ve Yenilgisi ile İran Devrimi (Torab Saleth)
Batı’da Kadın Kurtuluş Hareketi ve İşçi Sınıfı (Serpil Arısoy)
Almanya’da Kadın Hareketi (Nuran Sarıca)
Doğan Tarkan ile Röportaj
Kitaplar: Feminizm, Sosyalizm ve Eylemde Birlik (Lynne Segal, Hilary Wainwright), Kadınlık Durumu (Juliet Mitchell); Les Titistes (Enver Hoca); The Stalinist Legacy (Tarik Ali –Ed.); Rendez-nous nos usines! (Zbigniew M. Kowalewski)
3. Sayı (Hazian 1986)
Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri (Ernest Mandel)
Çin’in ve 1980’ler Türkiyesi’nde Aydınlıkçılığın Evrimi (Ergun Aydınoğlu)
Muzaffer Doyum ile Röportaj
Bir Mektup
Kitaplar: Elveda Proletarya (André Gorz); Tekelci-Bürokratik Sosyalizm (Jacek Kuron-Karol Modzelewski); Socialismus und Neostalinismus (Alexander Simin)
4. Sayı (Aralık 1986)
Batı’da Sosyalist Strateji (Ernest Mandel)
Türkiye Solunun Yakın Tarihi Üzerine Bir Deneme (Ergun Aydınoğlu)
Troçki’nin Eleştirel Biyografisi Üzerine (Zhu Tingguan)
Çinli Yazarlar Troçki’yi Kısmen Rehabilite Ediyor (Ernest Mandel)
Perry Anderson ve Batı Marksizmi (Alex Callinicos)
Polonya Devrimi Üzerine (Zbigniew Kovalewski)
5. Sayı (Haziran 1987)
Marx’ın Düşüncesinde İşçi Sınıfının Devrimci Potansiyeli (Ernest Mandel)
Troçkizm Tartışmalarına Katkı – Doğu Perinçek’e Cevap (Ergun Aydınoğlu)
Gorbaçev’in İkilemi (Ernest Mandel)
Sesli Düşünmeler (Demir Küçükaydın)
İrfan Yavru ile Röportaj
Kitaplar: Das Kapital’i Keşfetmek /Isaac Deutscher; Stalin and European Communism (Paola Spriano); China: Crossroads Socialism (Chen Erjin)

Hiç yorum yok: