Bir mücadelede net ve doğru bir hedef ve görev tanımının
hayati önemi vardır. Hedef ve görev tanımlamanız yoksa, net değilse veya yanlış
ise, daha baştan yenilgiye mahkûmsunuz demektir.
Çünkü net bir hedef ve görev tanımı, sizin yakalanacak ana
halkayı doğru belirlemenizin, strateji ve taktikleri doğru tanımlayıp
uygulayabilmenizin olmazsa olmaz koşuludur.
Bugünkü demokratik muhalefetin böylesine güçsüzlüğünün
nedeni bir araya gelememesi falan değildir. Muhalefetin bunca zayıflığının
nedeni, hedef ve görev tanımındadır. Ya yoktur, ya net değildir, ya da
yanlıştır. Bu en açık biçimde muhalefetin dilinde görülebilir. Hala Erdoğan’la
aynı amaç ve kaygılar içindeymişler de onu yanlışları hakkında uyarıyorcasına bir
dille konuşuyorlar.
Erdoğan kendi hedef ve görev tanımlamaları içinde son derece
doğru ve tutarlı hareket etmektedir.
*
Erdoğan’ın hedef ve görev tanımı bellidir.
Her ne olursa olsun, en küçük bir zayıflık ve gerileme
göstermeden tüm gücü elde toplamak. Kendi kayıtsız şartsız mutlak egemenliğini,
diktatörlüğünü, tiranlığını kurmak ve yaşatmak.
Kendi açısından son derece doğru bir hedef ve görev
tanımıdır.
Çünkü çok ağır suçlar işlemiş bulunmaktadır.
En küçük bir zaaf ve zayıflık belirtisi, en küçük bir geri
adım sonu mahkemelerde hesap vermeye veya bundan kaçabilmek için intihara kadar
gidecek bir süreç demektir. Bunu herkesten iyi bilen Erdoğan’dır.
Bu nedenle Erdoğan her şeyi yapmaya hazırdır. Bugün ak
dediğine, yarın kara demeye; bugün yanlış dediğine yarın doğru demeye; bugün
düşman gördüğünü yarın dost diye kucaklamaya; kendini güçsüz hissettiğinde geri
adım atmaya hatta yaltaklanmaya; güçlü hissedince de hiç tereddüt etmeden
ezmeye…
Bu nedenle, Erdoğan’ı kendi amaçları açısından ele
aldığımızda, yaptığı her şeyin bu amaç ve görev tanımları içinde doğru
olduğu görülür.
Ve bu anlamda dün Kürt hareketiyle “barış süreci” denilen ateşkesi
yaparken; bugün aynı şekilde onlara karşı savaşı başlatan olur. Dün “her istediklerini verdiği” Fethullahçıları;
bugün “Feto” diyerek, her türlü hak
ve hukuku ayaklar altına alarak, bu yaş bu kuru demeden ezmesi; dün
Fethullahçılara dayanarak ve yine her türlü hak ve hukuk kuralını ayaklar
altına alarak yaş kuru demeden içeri attırdığı Ergenekoncularla bugün sarmaş
dolaş olması: dün liberallere dayanırken bugün onları önündeki en önemli engel
olarak görmesi; dün kardeşim dediği Esat’ı; bugün baş düşman ilan etmesi…. Bu
liste çook uzatılabilir. (Hatta şimdiden gelecek için bir öngörüde bile
bulunabiliriz. İleride bugün ittifak ettiği Askeri Bürokratik Oligarşi ile
olayların gelişimi sonucunda olur da papaz olursa, bugün Ergenekonculara
yaptığı ittifakın aynısını “Fetö” dedikleriyle yapabilir.)
Bütün bu tutarsızlık ve çelişik gibi görünün davranışlara,
yukarıda sözünü ettiğimiz hedef ve görev tanımları açısından bakıldığında
Erdoğan’ın aslında son derece tutarlı olduğu görülür.
Muhalefet ise yukarıda değindiğimiz gibi, onun
tutarsızlıklarından söz etmektedir. Çünkü onunla aynı amaçları paylaşıyormuş
gibi bir mantıkla konuşmakta; Erdoğan’ı temel sorun olarak tanımlamamaktadır.
Hayır baylar, Erdoğan hedefiniz olmalıdır. O düşmandır. Ve
düşmanınız kendi amaçları açısından son derece tutarlıdır. Siz düşmanınızı
düşman olarak tanımlamadığınız sürece böyle tutarsız ve inisiyatifsiz olarak
kalmaya ve yenilgiden yenilgiye koşmaya mahkûmsunuz.
En küçük bir çelişkisi yoktur Erdoğan’ın. Sizin göreviniz
onu tutarlı olmaya davet değil; bu çelişik gibi görünen davranışlar ile onun
hedefleri arasındaki uygunluğu göstermek ve doğrudan onu ve hedeflerini düşman
ve hedef olarak ilan etmektir.
Ancak o zaman bu felç durumu geçebilir ve yavaş yavaş bir
toparlanma başlayabilir.
*
Biz ta cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beri, özellikle HDP’ye
yönelik olarak, bir net hedef ve görev tanımlaması önerdik ve dedik ki: Bugünün
Türkiye’sinde esas sorun, sorunların sorunu barış veya Kürt sorunu değildir;
hala “Kürt Sorunu”ndan, “barış”tan söz etmek, özgül durumu görmemektir. Esas
sorun Erdoğan’dır. Sorunların sorunu Erdoğan’dır. Bir zamanların Mao’dan
apartma terminolojisiyle söylersek, elbet “temel
çelişki” “Kürt sorunu” veya “demokratikleşme” veya “barış”tır ama “aktüel baş çelişki” Erdoğan’dır dedik.
Ortadoğu’da “yaşayan her canlı
Erdoğan’dan nasıl kurtuluruz sorunuyla karşılaşacaktır” dedik.
Bu nedenle, örneğin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, HDP’nin
kendi içinden bir adayı değil de; Bekaroğlu’nu aday göstermesini önerdik;
Bekaroğlu’nun hem CHP’den hem de “Mütedeyyin” denilen kesimden oy alıp
Erdoğan’ın seçilmesini engelleyebileceğini yazdık. Gerçekten de HDP, bir parça
basiret gösterip Bekaroğlu’nu aday gösterseydi, Erdoğan tehlikesi daha baştan
savuşturulabilirdi. Bu tehlike henüz küçükken bertaraf edilebilirdi. Çünkü Bekaroğlu
ikinci tura kalabilirdi ve ikinci turda da halkın sağduyusu Bekaroğlu’na
başkanlığı verebilirdi.
Ama ne Don Kişot’ta toplantı yapan Gezi’nin kalıntıları, ne
de HDP bu gibi görüşlere hiç itibar etmedi. “Kaç tümenin var” hesabı yaptılar.
Stratejinin tümen değil, bilim, akıl, öngörü ve Marks’ın dediği gibi bir
anlamda da “sanat” olduğunu bile kavramamıştılar.
HDP, hatta biraz da Selahattin Demirtaş’ın emri vaki
yapmasıyla, Demirtaş’ı aday gösterdi. Ve yanlış bir hedef ve görev tanımı
yaptığından Erdoğan’ın seçilmesini engelleyemeyişini yani başarısızlığını ve
yanlışını bir doğru ve sağlanan küçük bir oy artışını başarı gibi gördü ve
gösterdi.
Bugün bu yanlışın acı meyvelerini hep birlikte yiyoruz.
Demirtaş cezaevindedir şimdi bir zamanlar karşısına Cumhurbaşkanı adayı olarak
çıktığı Erdoğan’ın emriyle.
Seçimlerden önce bütün ajitasyonumuzu Erdoğan’ın
diktatörlüğüne giden yolu engellemek için, tam da bu hedef ve görev tanımına
bağlı olarak, “HDP’ye Oy Ver, Barajı Yık,
Diktatörü Durdur, Barışı Sürdür” girişimini kurduk ve bütün çalışmamızı
buna yönelik olarak yaptık. HDP ise bu girişimin adını bile ağzına almadı.
HDP “seni başkan
yaptırmayacağız” diyerek, sadece bir
taktik hamle, bir seçim sloganı
olarak görmesine rağmen, bir bakıma doğru bir hedef ve görev tanımlaması yapmış gibi olduğundan, bu sayede tarihindeki
en büyük başarıyı kazandı.
Ama konuyu tam da bir seçim
sloganı bir taktik hamle olarak
algıladığından, seçimlerden sonra tekrar klasik “barış” ve “Kürt sorunu” hedef
ve görev tanımlamalarına geri döndüğünden, Erdoğan’a karşı uzlaşmaz ve cepheden
saldıran bir muhalefet olma imkânını teperek, tüm muhalefetle Erdoğan’ın
kedinin fareyle oynadığı gibi oynamasının yolunu açtı.
Sanki ortada meşru bir cumhurbaşkanı varmış gibi davrandı.
Onu tanımadığını ilan etmedi. Bir de kendini muhalefete mahkûm ederek tüm
kazancını bir gecede yiyen bir kumarbaz gibi davrandı. Üstüne üstlük bakanlar
kuruluna girerek onun kanun dışı davranışlarını meşrulaştıran bir işlev gördü.
7 Haziran seçim zaferinden sonra, herkes onun rehavetiyle
oyalanırken ve HDP Erdoğan’ın meşru olmadığını ilan edip en sert ve kesin
muhalefet ve duruşu sergilemelidir, yoksa çok tehlikeli bir süreç başlıyor
dediğimizde; “bu kadar kötümser olmaya gerek yok” diye hor gördüler
İki seçim arasında HDP’nin bakanlar kurulana girmemesini
söylediğimizde hiç duyulmadı ve bakanlar kuruluna girildi. Sonra EMEP ve Tüzel
skandalı yaşandı ve sonra da istifa edildi. Tam “biz bu naneyi niye yedik” hikâyesindeki
gibi davranılmış oldu. Madem istifa edecektin niye girdin. Hâsılı Erdoğan’ın kendileriyle
kedinin fare ile oynadığı gibi oynamasına olanak sağladılar.
Hala “barış” üzerinden; “Kürtlerin hakları” üzerinden bir
politika yürütüyorlar.
Erdoğan hal olmadan bunların hiç biri mümkün değildir.
Erdoğan hal olmadan, bırakalım demokrasiyi, en sıradan asgari ölçüde bir hukuk
devleti, hatta kapitalizmin kutsal gördüğü mülkiyet hakkı bile mümkün değildir.
Muhammet “Veda Hutbesi”nde “canınız, malınız ve ırzınız”
emniyettedir diyordu ve bunu sağlayıp sağlayamadığını sorarak rıza almaya, yani
aklanmaya çalışıyordu.
Bugün kimsenin canı, malı ve ırzı emniyette değildir ve
Erdoğan orada durdukça emniyette olması mümkün değildir. Bu en temel sorunlar
çözülmeden ne “barış”; ne de “Kürt Sorunu”nu çözmek ve gündeme almak mümkün
olur.
Bu görev tanımını yapmadıkları için hala yanlış üzerine yanlış
yapıyorlar. Örneğin Demirtaş hala Edirne hapishanesinden saz istiyor, şiir, hikâye
yazıyor. Umudu yitirmemekten söz ediyor. Hayır, durumun ne kadar umutsuz
olduğunu söylemelidir. Sahte umut hayalleri dağıtmamalıdır. Umut da
kaybedilecek bir şeydir. Umutsuz insanlar ancak tüm kararlılıklarıyla mücadele
ederler.
Onun yapması gereken tek şey vardır. Erdoğan’ın gayrı meşru
olduğunu ilan etmek ve herkesi onu tanımamaya, ona itaat etmemeye çağırmak. Bıkmaksızın,
Romalı Cato gibi, Erdoğan’ın gitmesi gerektiğini söylemelidir. Bugün bir tek
türkü çalınabilir. Bir tek şiir okunabilir. Bir tek hikâye yazılabilir. “Erdoğan hal Olmadan Hiçbir Şey Hallolmaz!..
Nokta!..”
Bugün muhalefet bunca güçsüz ise ve CHP böylesine köpeksiz
köyde değneksiz geziyorsa bunun en büyük nedeni, HDP’nin durumu ve görevleri
doğru tanımlamaktan uzak politikasıdır.
HDP ise sanki başkanları ve diğer seçilmişleri keyfi olarak
içeri alınmamış gibi hala mecliste, komisyonlarda oyalanarak, tıpkı iki seçim
arasındaki dönemde bakanlar kuruluna girerek yaptığı gibi, Erdoğan’ın darbesine
figüranlık ediyor; hatta onu meşrulaştırma işlevi görüyor. O zaman girdiği gibi
istifa etmişti, şimdi hepsi tutuklanarak aynı işi görüyorlar ve görecekler.
Bu satırların yazarı elbet bilir genel olarak seçimleri ve
parlamentoyu boykotun hiç de devrimci Marksist bir politika olmadığını. Ama Devrimci
Marksizm’in bir kriteri daha vardır. “Gerçeklik
somuttur” der. “Her durum için
geçerli bir reçete yoktur” der. “Her
durum kendi özgüllüğü içinde ele alınmalıdır” der.
Şu an hala klasik Parlamenter olanaklardan yararlanma
taktiğinin yeri ve zamanı değildir.
Şu an yaklaşan terör ve katliama karşı halkın uyarılması;
savunma mevzilerinin oluşturulması en acil görevdir. Bizzat böyle bir uyarı ve
kararlı reddin kendisi bile bu işin ucuza olmayacağını gösterip geri adım
atmasına yol açabilir. Bütün katliamlarda direnenler daha az kayıp
vermişlerdir. Ermeni Katliamı bunun örnekleriyle doludur. Ve karşı taraf en
küçük bir zaaf gösterdiğinde birden bir kartopu etkisiyle zincirleme bir çözülüş
süreci başlayabilir.
HDP’ye ve Selahattin Demirtaş’a buradan bir kere daha
öneriyoruz. HDP derhal Erdoğan’ı gayrı meşru ve gaspçı ilen etmeli; onun
istifasını ve mahkemeye çıkarılmasını talep etmelidir.
Bu olmadığı takdirde, bu meclisi de protesto için terk
etmeli; eğer taktik olarak uygunsa toplu halde vekillikten istifa etmelidir.
Tüm dünyaya benzer çağrılar yapmalıdır. Yasaların geçerli olmadığını, bu ülkede
kimsenin can, mal emniyeti kalmadığını ilan etmelidir.
Sadece bununla yetinmemeli. Laiklere, Alevilere, Kürtlere ve
sıradan inanmış Müslümanlara çağrı yapmalı, Erdoğan’ın katliam hazırlığına
karşı canlarını korumak üzere öz savunma grupları kurmaya çağırmalıdır.
Böylece var olan tüm yapıyı karşısına alıp alarm çanlarını
çalmış olur hiç olmazsa.
Alarm çanlarını çalmak bile çok önemlidir.
Yarınki bir direnişin tohumları böyle atılabilir.
Kaybedilen her gün, her saat artık dönüşü olmayan noktaya
gelişi biraz daha yaklaştırmaktadır.
İnsanlar şu an Türkiye’den kaçarak, imkânları olanlar başka
ülkelere yerleşme yolları arayarak bu politikaya ayaklarıyla oy vermektedirler.
Sadece böyle bir davranış bile çok toparlayıcı, doğru bir
hedef tanımı olur ve gündemi belirler.
Erdoğan başkan olduğunda tıpkı Hitler’in başbakan olması
gibi, artık geri bir dönüş mümkün olmaz, on yıllar geçmesi gerekir tekrar
demokratik bir hareketin oluşması için. Kırılan bir tabak tekrar bir araya
gelmez. İşte İran, Salazar, Franko örnekleri ortada. Hitler yenilmeseydi Almaya
da farklı olmazdı.
HDP ayrıca Erdoğan’ın mahkemeye çıkarılmasını talep etmeli;
Erdoğan’ın bütün tasarruflarının gayrı meşru olduğunu ilerde bunların hepsini
geçersiz sayacağını açıkça ilen etmelidir.
Örneğin Erdoğan’a, eğer hâkimlere güvenmiyorsa, mesela yarısını
kendinin seçeceği, diğer yarısını da diğer partilerin ve halk örgütlerinin
seçeceği ama bütün safhası herkese açık olacak ve yayınlanacak bir mahkemeye
çıkmayı ve kendisini temize çıkarmayı önermelidir. Onu kendini aklamaya çağırmalıdır.
Savunmaya çekilmeye zorlamalıdır. Yerinin başkanlık değil, hapishane olduğu
noktasından hareketle politika ve öneriler yapmalıdır.
Örneğin halkı Erdoğan’ı yargılayacak bir vicdan mahkemesi
kurmaya çağırabilir. Türkiye’nin vicdanı olan insanlar Erdoğan hakkındaki
iddiaları ele alabilirler. Bu gibi girişimleri elbet ezecektir, ama ezmesi
suçunun kabulü ve itirafından başka bir anlama gelmez. Yeni direnişlerin
tohumlarını atar.
Erdoğan’ın mahkemeye çıkarılmasını gündemin başına almalıdırlar.
Bunlar sadece ilk elde akla gelen, doğru bir hedef ve görev
tanımının öne çıkardığı ilk politika değişiklikleridir.
Bari uygulamasanız bile “böyle öneriler var, ne diyorsunuz,
ne yapalım” tartışmasını açın.
*
Benzer eleştirileri Kürt hareketine de yaptık. Örneğin
onlara “isyanla oynanmaz” dedik. “Tek
taraflı ateşkes” dedik.
Şimdi Erdoğan karşısındaki bu felç durumunun en büyük
sorumlusunun Kürt hareketinin yanlış hedef ve görev tanımları olduğu daha açık
görülmesine rağmen, yayınlanan söyleşi ve yazıları okuduğumuzda, Kürt hareketinim
gelen felaketi kavramaktan ne kadar uzak olduğu; hala eski gel gitlerden
birisini daha yaşıyormuşuz gibi olaya yaklaştığı; konuyu bütünüyle askeri
kavramlarla ele aldığı görülmektedir.
Bu vesileyle tekrar somut önerilerde bulunalım.
1)
Kürt hareketi derhal hedef ve görev tanımlamasını
değiştirip; olaya askeri kavramlarla ve bakış açısıyla bakmaya son verip, ilk
adımda TAK’ın eylemlerini Erdoğan’a
hizmet ettiği için reddetmelidir.
2)
Derhal tek taraflı ateşkes ilan etmelidir. Yani
kendisine saldırılmadıkça saldırmamalı; tıpkı 7 Haziran seçimleri öncesinde
olduğu gibi, çatışmadan kaçınma stratejisi izlemelidir. Elbette kaçacak yer
kalmazsa kendini savunur. Ama bir süre sonra böyle bir stratejinin meyveleri
alınmaya başlanır. Askerler de gerillaları görmezden gelmeye başlarlar.
3)
Derhal, daha önce defalarca önerdiğimiz,
“Kürtlüğün tanınması değil; Türklüğün de tanınmaması” diye formüle ettiğimiz;
Öcalan’ın da savunduğu programa dönmelidir. Bu fiilen devletin ve ulusun
Türklükle tanımlanmasının hiçbir dilsel, dinsel, ırksal, tarihsel anlamı
olmaması gibi bir hedefe yönelik olarak somut bir program önermelidir.
Yukarıdaki soyut ifadeyi somutlarsak. Yani Türk bayrağı ve Türkiye ismi kalabilir
ama herkese ana dilinde eğitim hakkı olmalıdır. Ortak konuşma dili olarak her
yurttaş da Türkçe öğrenir. Böylece Türk milliyetçi ve ırkçılarının Türklüğün
bir ırkı ve eşitsizliği ifade etmediği türündeki argümanlarına dayanarak onlar
köşeye sıkıştırılıp gerçekten Türklüğün bir coğrafi veya hukuki isimden başka
bir anlamının olmamasının gerçekleşmesi üzerinden hareket edilebilir. Okullarda
Türkiye’deki bütün dillerden, dinlerden, eşit sayıda kişilerden oluşacak
heyetlerin yazdığı bir tarih, edebiyat kitapları okutulur. Yani Türk tarihi ve
Türk edebiyatı değil; Türkiye’de yaşayan her dilden ve dinden insanların tarihi
ve edebiyatı okutulur.
4)
Bütün organlar seçilmelidir.
5)
Her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğünü
kısıtlayan tüm yasalar geçersiz ilan edilmelidir.
6)
Diyanet kaldırılmalıdır.
7)
Basın üzerindeki devlet ve sermaye tekeline son
verilip bütün basın ve yayın, halkın çeşitli kesimlerine ve örgütlere oranları
ve üyeleri oranında dağıtılır ve onların denetimine verilir.
8)
Bu program aynen YPG tarafından Suriye’de de
savunulmalı ve uygulanmalıdır. Yani orada da okulların ayrılığına son
verilmeli; son derece özgür ortamda seçimler yapılmalıdır.
9)
Aynı şekilde bütün isimler Kürt ismi yerine
demokrasi veya demokratik olarak değiştirilmelidir.
Evet, eğer Kürt hareketi kendini Kürt hareketi olmaktan
çıkarıp bir demokrasi hareketine dönüştürebilirse (ki yukarıdaki program bu
anlama gelir) buna paralel olarak da Erdoğan ve Ergenekon’u baş hedef alan açık
bir duruş sergiler ve buna uygun taktiklere dönerse, demokratik muhalefetin toparlanmasını
sağlar ve karşı cephede bölünmeye yol açar.
İlk elde ve acilen bunlar yapılmadığı takdirde, korkunç bir
yenilgi geliyor. Hatta yenilgi bile değil, savaşamadan bütün alanların teslim
alınması. Türkiye’deki böyle bir yenilgi, Suriye ve Irak’taki bütün kazanımları
da tehlikeye atar.
Dikkat edilirse bizim önerdiğimiz strateji ve taktikler
bugün uygulananın tamamen tersidir. Silahlı Kürt hareketine stratejik dönüş,
ateşkes ve terörün Erdoğan’a yaradığı gerekçesiyle reddini, (yani tabiri caiz
ise daha “yumuşak” bir hareket tarzını); Mecliste boş sıralara resim koyan
HDP’ye de meclis’i terki ve açıktan bir mücadeleyi (Yani daha “sert” ve “uzlaşmaz”
bir hareket tarzını) öneriyoruz. Yani ikisi de bugün uyguladıklarının tem
tersini yapmalıdırlar diyoruz.
*
Aslında Erdoğan’ın varlığı akıllı bir stratej için en büyük
şanstır da.
Çünkü Gezi döneminde bir bakanının dediği gibi, Erdoğan en
bir araya gelemeyecekleri bile karşısında birleştirebilir.
İlk kez laiklerin ve Alevilerin Kürtlerle ve gerçekten
inanmış Müslümanlarla bir araya gelmesinin olanağını sunmaktadır Erdoğan.
Böyle bir stratejiyle gerçekten bir “Demokrasi Cephesi”
oluşturulabilir.
“Demokrasi Cephesi”, örgütlerin bir araya gelmesi sorunu
değildir. Baştan aşağı yanlış koyulmaktadır. “Demokrasi Cephesi” bir strateji, bir
program sorunudur; bir hedef ve görev tanımlaması ve ona uygun taktikler
sorunudur.
Laikler ve Alevilerdeki son derece haklı Erdoğan ve şeriat korkusu,
eğer akıllıca davranılırsa, laiklerin ve Alevilerin devlet partisinin yedeği olmaktan
çıkmasını sağlayabilir.
Erdoğan’ın silahlandırdığı şeriatçı terörün kurbanı olmaktansa,
laik ve demokratik bir Kürt hareketiyle ittifakı tercih edebilirler.Böyle bir
kayışın başlaması, CHP’yi kayışı durdurabilmek için daha sol ve sert
politikalara zorlar. Böyle zincirleme bir etki bütün dengeleri değiştirebilir.
Ama Kürt hareketinin onların bu tercihini kolaylaştırması
gerekmektedir. Bu da Erdoğan’a karşı uzlaşmaz ve kesin bir tavır; aynı zamanda
Kürt hareketinin bir demokratik harekete dönüşmesidir.
Bunun sağlayacağı bir güç dengesi değişimi de
demokratikleşmenin kapılarını açar.
Hatta Ortadoğu’da bir demokratik devrimin bile yolu
açılabilir.
Kürtler Ortadoğu’ya demokrasi getirerek ve Ortadoğu’yu kurtararak
ve de bunun bir yan ürünü olarak kendilerini de kurtarabilirler.
28 Aralık 2016 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder