10 Ekim 2016 Pazartesi

“Türkiye Nereye Gidiyor?” ve Ne yapmalı?

Başlıktaki konu Mesele’nin Ekim sayısının tartışma konusu olarak belirlenmiş. Bu konuda bir yazı yazmam istendi. 20.000 vuruşu aşmaması gerektiği söylendi. On bin vuruşu aşmamayı deneyelim.
Birinci vuruş: Türkiye diye bir “şey” yoktur.
Bir toprak parçasının resmi adı olabilir ama bu coğrafyanın konusudur, politik veya sosyolojik bir analizin konusu değildir.
Türkiye adı, Frenklerin Osmanlı Devletine ve onun sınırı içinde bulunan topraklara verdiği isimdi. Osmanlı Devleti kendini Roma’nın bir varisi ve devamı olarak görüyor ve o nedenle kendini “Devlet-i Ali” olarak adlandırıyordu.
Osmanlı’nın çöküşü sürecinde, Balkan Savaşı’ndan sonra, Osmanlı “Devlet Sınıfları” Müslüman ahaliden bir ulus yaratırken, bu ulusu, Frenklerin devlete ve ülkeye verdiği isimle tanımladı.

Kurduğu ulusa Türk, ülkeye Türkiye, Devlete Türkiye Cumhuriyeti; kurduğu  Türk Dil ve Tarih Kurumu aracılığıyla bu ulus için yarattığı dil ve tarihe de Türk Dili ve Türk Tarihi dedi.
Özetle, Türkiye denen şey özünde Türk Devleti ve Türk Ulusu’dur; bu devletin egemen olduğu toprakların, bu devlet tarafından belirlenmiş resmi adıdır. Bu nedenle de tamamen politik bir anlama sahiptir.
Yani gerçek içeriğiyle anlaşılırsa, “Türkiye nereye gidiyor?” sorusu, “Türk devleti ve ulusu nereye gidiyor; onu nasıl bir gelecek bekliyor?” anlamına gelir.
O haldi, “Ne yapmalı” sorusunun muhatabı olan özne ise, sorudan anlaşıldığına göre, Türk Ulusu ve Devleti veya onun kaderinden kendini sorumlu görenler, yani Türkler olabilir.
Bu gerçek anlamıyla ele aldığımızda, ben bir Marksist, Sosyalist ve Devrimci olarak böyle bir sorunun muhatabı değilim ve olmam.
Çünkü her Marksistin de olması gerektiği gibi, benim derdim devletin, ulusun ve sermeyenin (Kapitalizmin) yok olmasıdır.
Ve yine her Marksist gibi öncelikli amacım ve görevim, “kendi” ulusumun, “kendi” devletimin ve “kendi” sermayemin yıkılması, yok olmasıdır.
Aslında, insanlığın yaşaması için, genel olarak ulusların ve devletlerin yok olması çok acil olarak gerçekleşmesi gereken bir görevdir. Bunun için nesnel koşullar olağanüstü olgun olmakla birlikte; öznel olarak bu gereklilik henüz tartışılmaktan bile uzak olduğu için; en azından, kısa vadede çok acil bir görev olarak, Türk Devleti ve Ulusu yerine Demokratik bir Ulus ve Devletin geçmesi, benim için taktik olarak yakalanacak bir halka olabilir ve olmalıdır. Bu, Ortadoğu’da bir demokratik devrimin kapısını açarak, yeryüzünden ulusların ve devletlerin temizlenmesine yol açacak bir hareketi başlatacak bir fünye işlevi görebilir.
Bunun için ise, Türk devletinin tebaasının Türk (ve Kürt vs.) olmaktan çıkması; birer Demokrat olması; Demokratik bir Ulus ve onu uygun bir Demokratik bir Devlet oluşturması gerekir.
Demokrat, ulusun, yani devletin ve politik olanın, bir dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla, kültürle vs., tanımlanmasını reddedendir.
Türkiye’de (ve Kürdistan’da) maalesef bu tanıma uyan demokrat yoktur.
Kendini demokrat olarak niteleyenler ise, aslında dile, dine, tarihe, kültüre göre tanımlanmış ulusların (politik birimlerin) eşit haklarla bir arada yaşamasını ve bu bağlamda örneğin Türklerin, Kürtlerin de bir ulus olarak haklarını tanımasını demokratlık olarak tanımlamaktadırlar.
Bu maalesef demokrasi ve demokratlık değil, gerici (dile, dine göre tanımlanmış politik birimler) bir ulusçuluktur. Demokratik bir ulusçuluk, böyle tanımlamaya karşı bir ulusçuluk olabilir.
Yani Türkler, Türk olmanın hiçbir özel politik anlamının olmadığı bir politik sistem için mücadele ederlerse; yani Türkler, Türk devletini ve Türk ulusunu ortadan kaldırmak için mücadeleye girerlerse; Türklüğün hiçbir politik anlamının olmadığı bir ulus ve devlet için mücadele ederlerse, o zaman Demokrat olurlar.
Benzer şekilde, örneğin Müslümanlar, İslam’ın hiç bir politik anlamının olmadığı bir sistem için mücadele ederlerse Demokrat olurlar. (Aynı şey bütün diller, dinler, “kültürler” vs. için geçerlidir.)
Bu da somut olarak, herkesin ana dilinde eğitim hakkı, herkesin kendi ana dilinde fakat içerikçe, tıpkı aynı fiziği, biyolojiyi, matematiği okuması gibi, aynı Tarih, Coğrafya, Edebiyat ve Yurttaşlığı okumasıdır. Bu da okullarda herkesin ana dilinde okuyacağı bu kitapların, her dilden, dinden, kültürden vs. eşit sayıdaki temsilcilerce ortaklaşa yazılması anlamına gelir.
Bu aynı zamanda, elbette mantığı gereği, bayrağın, marşların, ritüellerin vs. hiçbir dile, dine vs. dayanmaması ve göndermede bulunmamasını gerektirir. Böyle bir ulus Demokratik bir ulus olur.
Henüz, Türkiye’de. Böyle bir Demokratik Ulusu amaçlayan ne böyle Türkler (keza Kürtler) ne de böyle Müslümanlar (Keza Hristiyanlar vs.) yok. Böyle bir entelektüel akım, hareket, parti vs. yok.
O halde, benim için yapılacak olan ilk iş, Türkleri Türk devleti ve ulusuna karşı mücadele etmeye ve birer Demokrata dönüşmeye, yani yukarıdaki gibi bir programı savunmaya çağırmaktır.
Şu an bu satırlarda yaptığım tam da budur.
Benim açımdan, “Ne Yapmalı” sorusunun birinci cevabı budur.
*
Ancak demokratik bir ulusun kendini yönetmesinin ayrılmaz bir parçası olan ikinci bir iş daha vardır: devlet denen cihazın, bu demokratik ulusun ortak yaşamının ihtiyaçlarını gideren bir araç olması; ondan bağımsızlaşmaması ve kontrolünden çıkmaması; onun üzerinde yükselmeyen, ona hizmet eden basit ve ucuz bir cihaz olması.
Bugünkü cihaz, azınlığın çoğunluk üzerinde egemenliğini sürdürmesine yönelik olarak binlerce yıldır oluşturulup, mükemmelleştirilmiş ve modernleştirilmiş bu cihaz, çoğunluğun kendi kendini yönetmesinin aracı olarak kullanılamaz. Onun parçalanması ve tamamen farklı bir cihazın oluşturulması gerekir.
Bunun nasıl bir şey olduğunu gerek tarihsel deneylere (örneğin Paris komünü); gerek teknik gelişmelere ve olanaklara (örneğin İnternet, “Global Köy”, “Liquid Feedback” vs.); toplumsal yapıdaki gelişmelere (Modern kapitalist toplumun ortaya çıkardığı bireyler) vs. dayanarak somut talepler halinde bir program olarak yıllardır formüle etmiş bulunuyorum.
Tüm demokrat olma iddiasındaki kişilere, yayınlara ve örgütlere bu programı anlatmaya çalışıyor; onları bu programı kabul ve savunmaya çağırıyorum. Bu program karşısında bütün solun susuşunu kırmaya çalışıyorum.
Benim açımdan, “Ne Yapmalı”  sorusunun, birinciden ayrılamaz, ikinci cevabı da budur.
Şu an yaptığım tam da bunlardır.
*
İşte tam bu noktada bizim irademiz ve etkimiz dışındaki bir varlık ve gelişme olarak, düşmanımızın eğilimlerini daha iyi tanımak ve onunla daha iyi mücadele edebilmek için, Türk Devleti ve Ulusunun olası kaderi hakkında bazı öngörülerde veya tespitlerde bulunulabilir.
Yukarıda, bu iki başlık altında özetlediğim Program, öncelikle politik olarak muhalif ve demokrat olduğunu düşünen kesimler ve örgütler (Aydınlar, Sosyalist örgütler, HDP vs.); sosyolojik olarak Türkiye’deki ezilen kesimler (Kürtler, Aleviler, Laikler, Ateistler, Kadınlar vs.) ve sınıflar (Ücretliler ve emeğiyle yaşayanlar) tarafından benimsenip savunulmadığı takdirde, Türkiye denen coğrafyada yaşayan insanları, tam anlamıyla Suriye’den bile daha kötü bir kader beklemektedir.
Ancak kısa veya orta vadede bu programın benimsenebileceğine dair en küçük bir belirti ve ilerleme yoktur. Bu durumda olayların gidişini değiştirebilecek  hesaplanabilir bir etkimiz ve gücümüzün olmadığı koşullarda bu kaderin şu iki yoldan birine gideceği öngörüsünde bulunulabilir.
Birinci yol: Erdoğan’ın darbesinin ve egemenliğinin sürmesidir.
İkinci yol: Erdoğan’ın bulunduğu yerden uzaklaştırılmasıdır.
Birincisi de, ölümlerden ölüm beğen biçiminde, kendi içinde iki farklı yol izleyebilir:
1)    İslam-Türk Faşizmi:
Erdoğan’ın zamana karşı bir yarış içinde hızla oluşturmaya çalıştığı lümpenlere ve Ergenekon’a dayanan örgütlerin ve terörünün, örneğin bir ekonomik kriz sırasında, helan Erdoğan’ın destekçisi ezilenlerdeki bir radikalleşmeyle birleşmesi ve hızla, Hitler benzeri tam bir İslami Faşist terör rejimine dönüşmesi.
2)    Türk devletinin ve ulusunun parçalanması ve iç savaş:
Aslında Erdoğan, hem Emevilerin karşı devrime uğrattığı; soğuk savaş yıllarında geliştirilmiş İslam’a dayanan (ama aynı zamanda Türklükle desteklenen, Tam da emperyal özlemlere uygun olarak, mesiyanist İslam’ın Kurtarıcısı Türk ulusu tahayyülü, bunlar aynen Fethullah Gülen’in de amacıydı) bir milliyetçiliği hedefleyerek, Alevileri, Laikleri, Ateistleri vs. ulus tanım ve tasavvurunun dışına iterek (Kürtler zaten dışındaydı), hem Türk ulusunu parçalamış ; hem de Anayasayı bile tanımayarak, (emr-i vakiler; kanun gücünde kararnameler; Saray’ın Meclis’in yerini almış olması vs.) Parlamenter sistemi ve devletin dayandığı hukuku havaya uçurmuş bulunuyor.
Erdoğan Başkanlık mevkiinde kaldığı takdirde Türk ulusunun ve devletinin bu parçalanmış ve yıkılmışlığının, fiilen de gerçekleşmesi sadece bir zaman sorunudur.
Bu durumda, Kürtlerin ayrı bir devlet kurduğu; Türklerin ( ve muhtemelen Kürtlerin de) Sünni Müslüman şeriatçılar ile Laikler, Aleviler vs. olarak bölündüğü bir iç savaş (“vatandaş harbi”) kaçınılmazdır.
Tabii iç savaşlar her zaman dış savaşlara göre kat be kat kanlı olduğundan, bu da çok acı ve kan demektir.
*
İkinci Yol: Erdoğan’ın bir şekilde gitmesine bağlı ikinci olasılığa gelince.
Bu de kendi içinde iki farklı şekilde gerçekleşebilir.
Birincisi, Aleviler ve Şehirli laikler arasında güçlü desteği ve güçlü bağları olan “Devlet Aklı”nın, yani Türk devleti bürokrasisinin (ve de burjuvazisinin) uzun vadeli ve genel çıkarlarını savunan kesimlerin, liberal Entelijansiyayı da yanına alması; iç ve dış politikadaki gelişmeler (örneğin Suriye ve Irakta girilen çıkmaz sokaklar ve başarısızlıklar; Kürt hareketinin önemli politik ve diplomatik başarılar elde etmesi; gerillanın önemli askeri başarıları, ekonominin kötüleşmesi vs.) sonucu, devlet ve ordu içindeki ağırlığının artması; bunun sonucu olarak, ordunun ve bürokrasinin Erdoğan’dan (ve Ergenekon’dan) desteğini çekmesi ve böylece Erdoğan’ı uzaklaştırmasıdır.
Devlet Aklı” bunu sadece MHP ve CHP’nin ağırlıklarını diğer yöne vermeleriyle bile sağlayabilir. Böyle bir ağırlık merkezi kayması, Erdoğan’ın tasfiye ettiği politik İslam ve AKP kanatlarının da desteğini alabilir ve Erdoğan kolay yoldan tasfiye edilebilir. Bu fiilen Parlamento’nun Erdoğan’ın darbeyle el koyduğu ve 15 Temmuzla fiilen oturttuğu fili başkanlık ve darbe rejimine son verecek bir kararlılık göstermesi anlamına gelir. Parlamentonun böyle bir işlev görebilmesi ise, kendisinin fiili hiçbir gücünün bulunmadığı koşullarda ancak “devletin ve Ordunun vesayeti” ile gerçekleşebilir. Bu da çelişxkili gibi görünse de, Parlamenter Sistemi geri getiren ve darbeye son veren bir “vesayet rejimi”, demektir. Böyle bir gelişme vesayetin ömrünü yıllarca da uzatabilir. Bu olasılık elbette kısa vadede, her ikisi de çok acılı ve kanlı sonuçlar doğuracak olan, iç savaş ve/veya Türk-İslam faşizmi tehlikesinin bertaraf edilmesi anlamına gelir.  Ama aynı zamanda, bugünkü devletin yapısını ve ağırlığını, onu tıpkı 27 Mayıs’ın sağladığı türden, daha uzun bir süre pekiştirir.
Bu politika ve çizgi, henüz çok cılızdır ama Cumhuriyet, T24, Diken, Medyaskop gibi muhalif ve ağırlığı olan bütün yayınlar;  yani fiilen tek muhalif basın bu çizgiyi temsil etmektedir. Buralarda yazan yazarların programı ve eleştirileri aslında böyle bir program ve stratejinin bilinçli veya bilinçsiz dışa vurumundan başka bir şey değildir.
Ancak bunun için de, yine o “Devlet Aklı”nın “Kürt Fobisi”nden kurtulması; 7 Haziran seçimleri öncesinde olduğu gibi, Abdullah Öcalan çizgisiyle ittifak da yaparak, Erdoğan ve Şeriat korkusuyla Kürt alerjisinden kurtulmaya hazır hale gelmiş Türk Alevileri ve Laiklerle Kürt Ulusal hareketini ve bu üç gücün oluşturduğu güçle de, Politik İslam’ın önemli bir kesimini kazanması gerekir. Aslında yazar isimleri ve çizgi olarak, fiilen böyle bir birliğin izleri bu yayınlarda görülebilir.
Tekrar belirtmek gerekir ki, bu seçeneğin gerçeklik kazanması, Erdoğan’ın politikasını kabul etmiş bulunan, Türk Devlet ve Ordusunun Suriye’de şimdi girdiği bataklıkta (Türkiye, Suriye ve Irak topraklarında Kürt Özgürlük Hareketiyle savaşında) ciddi yenilgiler alması; tecrit olması, bugünkü Erdoğan ve Ergenekon’un politikalarının iflasının açıkça ortaya çıkması ile mümkün olabilir.
Böyle bir durumda, Ulusun Türklükle tanımı; merkezi, bürokratik ve keyfi aygıtın varlığı devam eder ama diğer diller ve “uluslar”ın varlığının inkarına son verilir; diğer diller, bireysel haklar olarak hakları tanınıp bölgesel ve mahalli düzeylerde belli kültürel otonomi sağlanır. Yani bugün Avrupa Birliği’ndeki sistem aşağı yukarı tüm Türkiye’ye uygulanır.
Ancak bu sisteme geçildiğinde, bunun getireceği nispi özgürlük ve refahla bu sistem otomatikman, kendiliğinden ve gönüllü katılımla Kürdistan’a da yayılır. Yani fiiliyatta ve uzun vadede, Türk Devleti’nin yerini bir Türk-Kürt devleti alır.
Bu devlet demokratik bir devlet ve ulus olmaz ve özünde bir “Şark Despotluğu” olarak kalır ama nispeten daha modern ve Avrupa standartlarına uyumlu hale getirilmiş; Kürt ulusal hareketinin dinamizmiyle gençlik aşısı da olmuş bir devlet olur; Türklük de biyolojik ırkçılıktan uzaklaşıp daha kültürel bir özellik kazanır.
Bu “çözüm” ne tam demokrasi olur; ne de bu merkezi ve bürokratik aygıtın tasfiyesi anlamına gelir. Ancak bugünkü sıkışmışlığa belli bir çözüm sunar ve hatta kanlı bir iç savaşı engelleyerek ve istemese ve hedefinde olmasa da, sağlayacağı nispi demokratik ortamla, tam da Erdoğan ve Gülen’in hayalini kurduğu türden, Ortadoğu’da Türkiye’yi bir önder ülke yapıp onun Ortadoğu’da ve İslam ülkelerinde ağırlığını arttırır.
Bu olasılığın gelişmesinde, gerçek bir demokratik devrim ve Demokratik Cumhuriyet uzun süre için ertelenmiş olur. Böyle bir olasılık aynı zamanda, Demokratik Devrim’e karşı son bent işlevi de görür.
Bu nedenle, yani reformlar her zaman devrimi engellemenin son çaresi, devrimci mücadelenin yan ürünü olduklarından, aslında bizim çağrımızın ve programımızın yayılması ve bir yankı görmesi, bu olasılığın gerçekleşmesi için en temel koşullardan biridir.
Bizim program ve stratejimiz ne entelektüel bir akım, ne politik bir güç olarak var olmadığı için, bu olasılığın gerçekleşmesi olasılığı olağanüstü zayıftır ve ancak dünya ölçüsündeki güçlerin dengesi ve iteklemesiyle mümkün olabilir.
Aksi takdirde bunun bir tek yolu vardır. Burada Erdoğan’ın gitmesi olasılğının ikinci yoluna geliyoruz.
*
İkinci alternatif, Kürt hareketinin bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp, şehirli laikleri, Alevileri de kazanacak bir politik hat izleyip bir demokratik özlemlere dayanan, kitlesel ve radikalleşen bir hareket yaratabilmesidir.
(Böyle bir gelişme ayrıca birinci yolun gerçekleşme olasılığını da arttırır bir yan ürün olarak.)
Bu takdirde, devrimci bir yükseliş ve hareket dönemi başlayabilir. Bunun nasıl bir evrim geçireceği şimdiden bilinemez ama böyle zamanlarda geniş emekçi yığınların siyasi gelişimi hızlanır ve dev adımları atmaya başlar.
Bu türden bir gelişim, devrimin bizim savunduğumuz programı kendi deneyleriyle bulmasına da yol açabilir.
Bu takdirde, Ortadoğu çapında bir devrim dalgası yükselişi görülebilir ve tüm Ortadoğu tıpkı Fransız devrimi’nde Avrupa’nın olduğu gibi, Aydınlanma ile, demokrasi ile tanışabilir. Binlerce yıllık tarihinin, şark despotluklarının lanetinden kurtulabilir.
*
Bu olmadığı takdirde, yani Kürt hareketi, Kürt hareketi olmaktan çıkıp bir devrimci kabarışa katizatörlük edip, devrimci kabarış içinde Türkler ve Kürtler demokratlığa doğru evrilmediği takdirde, Kürt hareketinin bugünkü yapısıyla başarılar elde etmesi de yine yukarıda değinilen birinci Ordunun Vesayeti ile Parlamentarizme dönüş veya bir Lübnan’laşmaya yol açabilir. Çünkü, Kürt hareketinin bugünkü programı, her dili, dini, kültürü bir politik birim olarak tanımlamayı hedeflemektedir. Bu ya belli bir ulusun vesayeti, ki ba aynı zamanda büyük ve bürokratik bir devlet cihazını var sayar; ya da o küçük birimler arasında korkunç bir rekabet ve savaşlar demektir.
Özetle, çok derdin tek ilacı, yıllardır savunduğumuz, Kristof Kolomb’un yumurtası kadar basit ve sade bizim programımızın bir politik alternatif olarak güç kazanmasıdır.
Türkiye’nin nereye gideceği buna bağlıdır. Bu olmadığı takdirde, Türkleri veya Türk devletinin tebaasını, kan ve gözyaşı beklemektedir.
Genel olarak şunu söyleyebiliriz. Türk ulusu ve devleti yok olacaktır. Bu Erdoğan’ın faşist diktatörlüğü ile mi; bir iç savaş ve kaos ortamıyla mı; yoksa askeri vesayetle, parlamenter sistemin reforme edilip geri gelmesiyle mi, ya da demokratik bir Ortadoğu devrimi ve Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla mı sonuçlanacağı bu yazıyı okuyacakların, neler yapacağına bağlıdır.
Bizim Programımızın güç ve geçerlik kazanması halinde, ilk elde sadece Türkiye denen coğrafyaya değil, tüm Ortadoğu’ya demokrasi gelebilir; Aydınlanma ilk kez Ortadoğu’ya da hem de çağdaş ve gelişmiş bir versiyonuyla ayak basabilir; tarihte ilk kez gerçekten Demokratik bir ulus ve Devlet kurulabilir.
Ve bu demokratik ulus ve devlet, tüm yeryüzünde uluslara ve ulusal devletlere ve sınırlara karşı bir savaşın başlangıç üssüne dönüşebilir.
O halde bunun için Ortadoğu’da ve Türkiye’de mücadele edilmesi gereken acil ve asgari programı tekrar sunuyoruz:
Demokratik Bir Cumhuriyet İçin Program
Yurttaşların gerçekten biçimsel ve hukuki bir eşitliği için, ulusun ve politik olanın tanımından her türlü, dil din, tarih, etni, soy, kültür, ırk belirlemesi kalkmalı, demokratik ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır. Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
·        Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
·        Resmi Dil yoktur. Öğrenmesi isteğe bağlı, ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler. Bu ortak konuşma dilini öğrenme hakkı, anadilde eğitim hakkını ortadan kaldırmaz.
·        Okullarda herkes ana dilinde, ama aynı ortak tarihi, coğrafyayı, edebiyatı vs. okumalıdır. Bu kitaplar ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden, farklı eğilimleri de yansıtan eşit miktardaki temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
·        Eğer yurttaşlar okutulmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri de, hem ülkedeki tüm, hem de yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
·        Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.
·        Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar veya bu olanağı seçmeyenlerin mağduriyeti engellenip toplumun başka işlerine yerleştirilmelidir.
·        Devlet sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
Yurttaşların en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
·        Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
·        Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
·        Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
·        Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kâğıtlar toplumsallaştırılmalı; devletin ve sermayenin elinden alınmalı, yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
·        Medya olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
·        Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlamalar yapılmalıdır.
Yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan, ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
·        Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemrutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
·        Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
·        Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
·        Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
·        Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınmalıdır.
·        Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
·        Mahkemelere jüri usulü gelmelidir.
Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için:
·        Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
·        Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
·        Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalı; tüm eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
·        Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
22 Eylül 2016 Perşembe
Demir Küçükaydın
(Bu yazının biraz değişik bir verisyonu Mesele Dergisinin Ekim 2016 tarihli 118. sayısında yayınlandı.)


Hiç yorum yok: