19 Eylül 2016 Pazartesi

Yapı ve Politika: Cemaatlerin “Sızma” Hakkını Savunmak

Açın bakın en demokrat bilinenlerin eleştirilerine ve önerilerine, hepsi Politika’nın eleştirisine takılıyorlar ve yapıyı gündeme almayan politika eleştirisinin, bu yapının sürmesi varsayımına dayanan egemen gündeme ayaklarıyla oy vererek, zımnen ve fiilen var olan Yapı’yı savunmak anlamına geldiğini unutuyorlar.
Bir demokrat, bir devrimci ya da bir sosyalist ise Yapı’yı eleştirir, onun alternatiflerini oluşturmaya ve egemen kılmaya çalışır; tartışmayı yapı üzerine çekmeye; gündeme yapıyı getirmeye çalışır.
Bu çabalar günlük politikanın bataklıklarında debelenenlerce ve bir ömür yitirenlerce hor ve etkisiz görülebilir; ütopyacılık olarak değerlendirilebilir.
Ama uzun vadede kalıcı etkiler yaratacak olan; örneğin Gezi gibi, “yıldızın parladığı anlar”da yol açıcı olabilecek olan, her zaman böyle çabaların tortusudur.
Gezi’nin en büyük zaafı böyle bir “tortu”dan, “miras”tan, “hazırlık”tan yoksunluğu idi. O nedenle şimdi izi ve tozu kalmadı.

Yapıyı gündeme almayan Politika eleştirisi de son duruşmada gider ahlaki bir eleştiri olarak kalır.
Bunu en açık biçimde, şu cemaatlerin devleti ve kurumları ele geçirmeleriyle nasıl mücadele edileceği; böyle bir tehlike olup olmadığı; Fethullahçıların devleti ele geçirmesinin kimin suçu olduğu üzerine tartışmalarda görebiliriz.
Burada tartışılanların hepsi, son duruşmada, uygulamanın, politikanın eleştirisidirler ve sonunda giderler ahlaki bir eleştiri olmanın sınırlarını aşamazlar. Yapısal sorunları ahlaki düzeyde tartışmak ise, var olan düzenin devamına hizmet ettiğinden aslında an büyük ahlaksızlıktan başka bir şey değildirler.
Yapı eleştirisi, insanların ya da partilerin vs. ahlaklı olmasını veya politikanın doğru olmasını beklemez. En ahlaksız ve kötü niyetli olanın bile onu kullanmak için ahlaklı olmaya mecbur kalacağı yapıların nasıl olacağına kafa yorar; en yanlış politik kararların en sancısız biçimde değiştirilebileceği; en yanlış politik kararların bile temellerini sarsamayacağı bir yapının ne olacağı ve nasıl kurulabileceğini gündeme alır ve bunu savunur.
Türkiye’de demokratik hareketin böylesine güçsüz ve dağınık olmasının; hatta şöyle önü sonunu tutar demokratik bir programa sahip bir küçük parti veya hareketin, hatta entelektüel akımın bile bulunmamasının temelinde yapısal eleştirinin; yapısal bir değişikliği temel alan somut bir programın yokluğu yatar.
Marks’ın “işçilerin nihayet bulduğu” dediği; Engels’in “Proletarya Diktatörlüğü ne midir diyorsunuz? Paris Komünü’ne bakın o bir Proletarya Diktatörlüğü idi” dediği Paris Komünü’nün bütün o bilinen yapısal değişiklere yol açan kararları özünde, ahlaksızları bile ahlaklı olmaya zorlayacak; seçilenlerin seçenlerin hizmetinden ve kontrolünden çıkmasını; bağımsızlaşmasını engellemeye yönelik bir yapı kurma çabasından başka bir şey olmadığı bir türlü anlaşılmaz. Örneğin seçilenin her an geri alınabilmesi; gelirinin ortalama bir işçi ücretinden fazla olmaması gibi yapısal özellikler bu amaca hizmet ederler.
Yapı’yı eleştirirseniz karşı tarafı yapı tartışmasına zorlarsınız. Bunu yapmadığınız sürece de karşı tarafın problem koyuşu ve gündemi içinde kalır; onun yeniden üretirsiniz. Türkiye’de demokratik muhalefet olmayışının ve olanın da zayıflığının en temel nedeni budur.
*
Şu cemaatlerin sızma ve ele geçirmeleri tartışmasında, bir demokratın görevi, cemaatlerin yasaklanması veya kontrol altına alınması veya kimin suçlu olduğunu tartışmanın kendisinin nasıl gerici ve anti demokratik olduğunu göstermek; sorunu yapının tartışmasına çekmektir.
Bunun için de,  cemaatlerin veya her türlü örgütün “devlete sızma” hakkını savunurken; devletin “sızılamaz”, ya da ancak demokratik yollardan “sızılabilir”, “ele geçirilebilir”  yapısının nasıl olabileceğini gündeme taşımak olabilir.
Türkiye’deki egemen tartışma ise tam tersidir. Devlete sızmanın nasıl engelleneceği tartışılmakta, devlet sızla hakkı, ki son duruşmada eşitliğin mantık sonucudur; çünkü devletin kendisi bir boşluk değildir içine sızılacak; doğuşunda devleti yurttaştan üstün gören bir anlayış zaten ona sızmıştır ve bu anlayışın içinde tartışılmaktadır
*
Bunu somut olarak Cemaatlerin devlete veya başka yerlere sızması konusunda görelim.
Herkes cemaatlerin sızmasına karşı.
AKP bu kadar sızdıklarını bilmiyorduk, “bizi kullandılar” diyor; CHP “siz sızdırdınız” diyor. Bizim sevgili Demirtaş’ımız da “bunlar sızmadı, siz süzdünüz” diyor.
Yani hepsi sızmanın yanlış bir şey olduğunda anlaşıyor ve özünde sızmaya yol açan politikaları suçluyorlar. Herkes bu sızmanın nasıl engelleneceği üzerine önerilerde bulunuyor. Ya Demirtaş gibi, Devleti ele geçirmeyi asıl siz hedef aldınız diyorlar; ya da cemaatlerin daha fazla kontrol altına alınmasını öneriyorlar; hatta cemaatlerin kontrolünü Diyanete öneriyorlar vs., vs..
Bir demokratın bunlardan farklı bir yerden eleştiri yapması beklenir. O cemaatlerin sızma hakkını savunmalıdır, ama aynı zamanda tüm sızma çabalarının sızılmakla sonuçlanacağı sızmayı anlamsız kılacak bir devlet yapılanmasının nasıl olacağı üzerinden eleştiri ve önerilerini yapar. Yani eleştirisini sızmaya değil; sızmayı mümkün kılan politikalara değil; kadrolaşmalara vs. değil; tayinler, terfiler, işe almalar, ihale vermeler vs. ile bu sızmayı mümkün kılan devletin yapısına yöneltir. Diğer partileri tam da bunu gündemden uzaklaştırdıkları için eleştirir; sızmayı sorun ve suç olarak görmenin kendisinin aslında en anti demokratik; şark despotluğunu savunma olduğunu gösterir.
Bu tür politika yok maalesef. Bu olmayınca da, Türkiye’de en küçük bir demokratik hareket olmaz, olmamıştır ve olmayacaktır.
En basitinden başlayalım.
Bugünün Türkiye’sindeki gibi bir merkezi ve bürokratik şark despotluğu, her zaman sızılmaya açıktır. Yapısı gereği böyledir. Çünkü daha baştan işe almalar, ihaleler, tayinler, terfiler hepsi iktidarların ve devletin üst organlarının kararlarına bırakılmıştır. Hükümet bir belediyeyi görevden alabilir örneğin. Esas sorun görevden alınmasında değil; görevden alınabilmeyi mümkün kılan yapıdadır.
Bir demokrat açısından ise, yapıyı değil, görevden alınmayı, böyle bir politika ya da uygulamayı sorun görmenin kendisi en büyük sorundur.
Aslında esas sorun devletin ele geçirilmesi ya da sızılması değil, devletin tüm topluma en küçük kılcal damarlarına kadar sızmış ve binlerce yıldır onu ele geçirmiş olmasıdır. Devletin topluma sızması, devletin toplumu ele geçirmesidir.  Ve cemaatlerin bu devlete sızmasını önlemeye yönelik olarak önerilen her yeni tedbir; yani devletin cemaatleri kontrolü vs. gibi, bu devletin toplumun kılcal damarlarına daha da sızmasını ve onu ele geçirmesini pekiştirir.
Çok basit bir uygulama ve örnek verilebilir
Bir dernek, sendika vs. mi kurdunuz? Hemen kurucularını Polis veya Jandarmaya bildirme zorunluluğu kanunlarca belirlenmiştir. Yani Devletin en karanlık, en mikroplu baskı mekanizmaları, yurttaşların en küçük bir örgütlenme çabasına daha ilk kurulduğu anda sızar. Bu kanunlarla belirlenmiştir.
Bunun oluğu yerde örgütlenme özgürlüğünden söz edilemez. Çünkü gerçekten örgütlü halkın örgütleri özünde, devletin dışında ve devlete karşı olmak zorundadırlar. Demokrasinin özü budur. Şark despotluğunda ise, daha iki kişi bir araya geldiğinizde karşı olduğunuz şeye kendinizi ihbar etmek zorundasınızdır.
Eğer fikir ve örgütlenme özgürlüğü varsa, isteyen istediği ile istediği örgütü kurabilir, bunun için hiçbir yerde izin alması veya bunu haber vermesi gerekmez; gerekmemelidir. Bu haberin verilmesi gerektiği kabul edildiği andan itibaren, ortadaki bir demokrasi değil, bir şark despotluğundan başka bir şey olmaz.
Yani gerçek bir demokraside, bir cemaat veya bir sendika, bir parti, bir din veya bir dernek olmak arasında hiçbir fark yoktur ve olmamalıdır hukuki olarak. Bu dokunulmaz, daha doğrusu dokunulmaz olması gereken, fikir ve örgütlenme özgürlüğü hakkı sorunudur çünkü.
Aynı fikir amaç ya da inançtaki insanların görüşlerine çoğunluğu kazanmak, insanları etkilemek, devlete “sızmak”, etkilerini arttırmak gibi çabaları olması da son derece normaldir ve öyle olmalıdır.
Ve yine en temel haklardan biri, insanların siyasi, dini vs. görüşlerinden dolayı herhangi bir farklı muameleye uğramamaları da gerektiğidir. Yani aslında herhangi bir birlikten dolayı herhangi bir devlet kurumuna bildirimde bulunmamak, aslında bu ilkenin mantık sonucundan başka bir şey de değildir.
Diyelim ki bir takımın taraftarları veya bir dini cemaat veya bir partinin taraftarları devleti veya bir kurumu ele geçirmeyi hedefliyor. Bu yasaklanamaz ve yasaklanmamalıdır. Bu kontrol edilemez ve edilememelidir.
Sorun bu sızma ve ele geçirme özgürlüğünü kısıtlamak değil; aksine bunu savunmak ve dokunulmaz kılmak; ama bir yönetici veya personel dairesi aracılığıyla bu sızmayı veya ele geçirmeyi olanaksız kılacak, bu ele geçirmenin ele geçirilmeyle sonuçlanacağı bir devlet yapısı kurmaktır.
Diyelim ki bu “kötü niyetli” cemaatler; bölücüler, “hain komünistler” A belediyesini veya B kurumunu ele geçirmek istiyorlar.
Eğer bütün karar ve yönetim organları tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında yapılmış seçimle belirleniyor ve yukarıdan atanamıyorsa, o belediye veya kurumu “ele geçirme”sinin, ona “sızma”sının tek yolu vardır: seçimlerde halkın çoğunluğunu kazanmak ve kazanabilmek için de açık olarak fikirlerini ve kendisine oy verilmesini savunmak. Yani aslında o demokratik mekanizmalarca ele geçirilmiş olmak. Sızmak isteyen cemaatlere demokrasinin sızmasının tek yolu budur.
Aslında devlete sızan veya sızmayan demokrasi düşmanı cemaatler ile bu merkezi, militer ve bürokratik şark despotluğu ikiz kardeştirler, aynı madalyonun iki yüzüdürler. Bu merkezi bürokratik devleti kaldırın, o devlete sızmasından korkulan cemaatlerin izi tozu kalmaz. O cemaatlerin her biri, her mahalleye kanalizasyondan önce kurulan bir cami ve diyanetten ücretini ve maaşını alan müezzin ve imamların maaşlı arpalıklarının motivasyonuyla çalışan profesyonellerin çalışmaları ve bizzat devletin diğer tüm organlarının desteği ve hoş görüsüyle böyle palazlanırlar. Diyanet kapatılıp, müezzin ve imamlar, tıpkı gerçek İslam’da olduğu gibi devlet memuru olmaktan çıkarılıp; bu işler devletin tamamen dışında Müslümanların gönüllü çaba ve bağışlarına bırakılıp; devlet dinlerin hiç birine karışamayıp, hepsine eşit davrandığı an, bu demokrasi düşmanı cemaatlerin hiç biri kalmaz.
Uyuşturucu ile mücadele mi etmek istiyorsunuz, önce narkotik büroyu kapatmak gerekir. Bütün dünyada uyuşturucu ticaretini devletler, gizli servisler ve polisler yönetir. Bütün faşist ve anti demokratik örgütlenmelerin ardında devletler ve gizli servisler vardır.
Demokratik bir cumhuriyette, yine eşitlik ilkesinden hareketle, herhangi bir memur ya da işçi alınırken, ayrımcılık olmaması için, çünkü demokrasi tanımı gereği, kimse dini, dili, siyasi görüşü vs. nedeniyle eşitsiz bir muameleye maruz kalamaz temel ilkesi gereğince, başvuranın kimliğinin bilgisinin seçeceklerden gizli olması; onların öznel değerlendirmelerinin yansıyacağı seçim mekanizmalarının olmaması gerekir. Yani mülakatlar ile değil, kimliğin bilinmediği yazılı imtihanlarla adaylar seçilir örneğin.
Tayin ve terfiler MİT raporlarıyla, siyasi veya dini görüşleriyle; amirlerin seçimine göre değil; tüm memur ve görevlilerin üye olduğu devletten bağımsız memur veya görevli sendikalarının, birliklerinin yine nesnel kriterlerle tutulan (örneğin bir öğretmenin başarısını talebelerinin başarısıyla, yargıcın başarısını kararlarının bozulma oranının azlığıyla belirlemek gibi) sicillere göre yapılır.
Şimdi gelsin de böyle bir mekanizmada yöneticiler ya da iktidarlar kararları etkilesin bakalım. Gelsin de böyle bir mekanizmayı en kötü niyetli cemaatler ele geçirsin bakalım. Ele geçirenleri ele geçirir böyle bir mekanizma. Çünkü o zaman, böyle bir yapıyı ele geçirmek isteyenler;  ister istemez ele geçirmek istedikleri işi ya da mevkii, en iyi bilenler, hakkıyla yapanlar olacaktır. Yani şu sözde Müslümanların dilinden düşürmediği, “işi ehline veriniz” ilkesi uygulanmış olacaktır. İşi ehline verme sorunu bir ahlaki veya politika sorunu değil; yapı sorunudur.
Ama sorunu ahlaki veya politik bir sorun olarak ele alır veya tartışırsanız, şu soru ortaya çıkar; işi ehline verme işinin ehli nasıl bulunacaktır?  
Böyle bir yapı daha birçok ayrıntıda ele alınabilir. Uzatmayalım. Böyle bir yapı ele geçirilemez. Ele geçirme çabaları ancak ele geçirilmeyle sonuçlanır. En namussuzlar bile namuslu davranmak zorunda kalırlar.
Hâlbuki bugünkü şark despotluğunda yapı tam tersinedir; namusluları bile namussuz olmaya zorlar. Hatta Firavunlaşma, Nemrutlaşma eğilimlerini ortaya çıkarır. Bu şark despotluğunda, her polis, her jandarma, her müdür, her memur, küçük birer Firavun ve Nemruttan başak bir şey değildir ve olamaz. Omuzuna iki pırpırı takan çavuş Allah olur. En kıytırık memurlar bile, aslında hizmetçisi oldukları, vergileriyle ücretlerini aldıkları vatandaşlara yukarıdan ve keyfi davranabilirler.
Bütün Muaviye’ler, Napolyon’lar, Stalin’ler hep böyle yapıların üzerinde var olmuşlar ve bu tür yapıları daha da pekiştirmişlerdir.
Bu yapının kendisi baştan çıkarır. Recep Tayyip Erdoğan’ın eski resimlerine ve ilk yıllarına bakınız, henüz eşitler arasında birinci olduğu zamanlardaki resimlerine ve sözlerine; bir de şimdikilere. Ortada yüz seksen derece dönmüş bir politika ve kişilik vardır. Çünkü o binlerce yıllık bu merkezi, militer ve bürokratik şark despotluğunun başına geçince, ele geçirdiği bu sınırsız güç, kapı kullarına bile tahammül edememiş ve köleleri ile kendi özel aygıtını kurarak, kapı kullarını bile tasfiye etmiştir ve etmektedir.
Bu nedenle, her demokratik programın özü bu devlet cihazını parçalamak; çoğunluğun üzerinde yükselmeyecek; ona hizmet edecek bir yapıyı kurmaktır. Bu da elbet devlettir. Yaptırımın olduğu yerde devlet olur. Ama böyle merkezi değil; demokratik bir devlet olur.
Lenin, “biz çarlıktan aldığımız devlet cihazına biraz Sovyet cilası sürmekten ötesini yapamadık” derken aslında bu tehlikeye dikkati çekiyordu.
*
Türkiye’de bütün partiler niye bir an önce iktidara gelmek; ya da en azından bir koalisyon ortağı olmak isterler?
Devletin, o Şark despotluğunun muazzam olanaklarını kullanmak; kendi taraftarlarını kapıcı veya çaycılıktan yüksek mevkilere kadar adamına göre yerleştirmek; şehir rantlarından, ihalelerden pay almak, taraftarlara bunu dağıtmak; böylece bu arpalıklar üzerinden bir profesyonel destekçiler ve militanlar yığını yaratmak için.
Her parti, her lider bu devlet yapısı aracılığıyla, etrafında kendine bağlı bir kapıkulları, aveneler, kliyanlar ordusu oluşturur.
Tabii mekanizma böyle olunca kimsenin böyle bir mekanizmayı parçalama gibi bir derdi de olmaz. Bu yapı kendi kendini üretir, tıpkı bir kara delik gibidir.
*
Ortada birbirini dışlayan iki tavır ve iki politika vardır. Biri devlete dokunmaz, o devletin nasıl yönetileceği, örneğin sızmaların nasıl önleneceği, türünden; aslında son duruşmada Amerikan kelepçesi gibi, kımıldadıkça sıkan; devleti daha merkezi, keyfi ve bürokratik yapan; özgürlükleri yok eden tedbirlerin peşinde koşar ve bunları tartışır; diğeri ise, özgürlükleri, hakkı ve hukuku dokunulmaz yapar; devletin yapısını ve mekanizmasını baştan aşağı değiştirmeyi; parçalamayı hedefler.
Maalesef bu ikincisi yok.
Demokratik bir devlet “ele geçirilebilen”, ”sızılan”  bir devlettir. “Ele geçirilme” ve “sızılma” mekanizmalarındadır, yani yapıdadır sorun.
O halde, bizler bir parça olsun bir demokratik gelenek tortusu bırakmak için, provokatif olarak, bugünkü egemen tartışma içinde temelden farklı yaklaşımımızı vurgulamak için, cemaatlerin devlete sızma ve onu ele geçirme hakkını savunmalı; buna karşılık, bugünkü tayin, terfi, işe alma, ihale vs. ile ele geçirilebilen ve sızılan bu devlete karşı; ele geçirmenin ancak demokratik yollardan, açık mücadeleyle mümkün olabileceği bir yapıyı somut biçimleriyle savunmalı ve bu günkü tartışmanın demokrasi düşmanı niteliğini göstermeliyiz.
Sorun cemaatlerin devleti ele geçirmesi değil; sorunu devletin yapısını değil; cemaatlerin devleti ele geçirmesi olarak görenler ve tartışanlardır.
Demir Küçükaydın
16 Eylül 2016 Cuma


Hiç yorum yok: