9 Eylül 2015 Çarşamba

Neler Yapmalı?

Neler yapmalı?” derken “bizler neler yapmalıyız?” diye soruyoruz.
Bizler” derken, “açık açık, çırılçıplak; polisin, hâkimlerin, savcıların keyfiliği; onlar yetmezse çetelerin tehdidi ve saldırıları altında; bütün antidemokratik ve özgürlük düşmanı karakterlerine rağmen, kanunlar çerçevesinde demokrasi ve hak mücadelesi veren insanlar neler yapmalıyız?” diye soruyoruz.
Bu konuda en acil olarak yapılması gerekenleri bu yazıda ele alalım.
*
Bunun için önce karşımızdaki güçlere, konumlanışlarına, mücadele ve örgüt biçimlerine bakalım.
Erdoğan bir darbeyle fiilen devlet cihazını ele geçirmiş bulunuyor.
Daha önce yaptığı yasal değişiklikler ve atamalarla zaten bağımsızlığını koruyacak hiçbir dayanağı kalmamış yargıyı ele geçirmişti.
Tek zayıf noktası seçimler sonunda azınlığa düştüğü yasama idi.

Ancak orada da Bahçeli’nin fiili desteğiyle Meclis’i çalışamaz kılarak, yargının yanı sıra yasamayı ve başbakanı atayarak yürütmeyi eline geçirmiş bulunuyor.
Erdoğan, devletin tüm haber alma ve mali kaynaklarını ele geçirmiş; tüm baskı cihazının kontrolünü ele almış bulunuyor.
Bu darbeyi hala meclis aracılığıyla engellemek mümkünse de, Bahçeli, bunun önündeki en büyük engeldir.
Bu engel, yani Bahçeli, daha önce kader birliği yaptıklarını ifade ettiğimiz, Ergenekon ve Erdoğan ittifakının cisimleşmiş ifadesidir.
Esas hedef: bu iki gücü tecrit etmek üzerinde yoğunlaşmalıdır.
Bunu kısaca şöyle formüle etmek mümkündür: Erdoğan’ı tecrit; Bahçeli’yi teşhir.
*
Erdoğan için geri dönüş yoktur. Her adımda daha ileri gitmek zorundadır. Durması veya geri adım atması, sonu tımarhane veya hapishane veya intiharla veya Çavuşesku gibi bitecek bir sürecin başlaması anlamına gelir. Bunu gördüğü ve bildiği için, her yeni günde “bunu da yapamaz artık” denilen bir sınırı daha aşmak; daha ileri gitmek zorundadır.
Erdoğan’ın hedefi, şimdilik anayasa değiştirecek çoğunluğu alamayacağını gördüğü için, fiili başkanlıktır. Yani şimdiki rejimdir. Bunun için de Meclis’te tekrar AKP’nin tek parti hükümeti kuracak çoğunluğu almasıdır. Anayasa ile bunun tahkimi bu fiili başkanlık elde edildikten sonraki bir hedef haline gelmiş bulunmaktadır.
Bu ise yargı, yasama ve yürütmenin tek elde toplandığı ve bunun anayasa ile bağlandığı bir rejim anlamına gelir. Yani bir faşist rejim.
Şu anki yetkilerini ve gücünü bunu sağlamak için kullanmaktadır ve kullanacaktır. Bunun geri dönüşü, yarı yolda durması mümkün değildir.
*
Bu amacına ulaşmak için de, erken seçimde HDP’yi baraj altına düşüreceğini veya tek başına AK Parti hükümeti kuracak çoğunluğu alabileceğini gördüğü sürece; baskı altında da olsa bir seçimi yapma ve böylece kişi yönetimine bir meşruiyet zemini bulma yolunu deneyebilir.
Bunun için HDP’ye ve özellikle Kürt seçmene karşı baskı ve provokasyonlar artarak sürecektir.
Ancak tüm bunlara rağmen, bu politika ters tepebilir. Kürtler ve küçük de olsa demokratlar HDP’ye daha çok sahip çıkabilir. Bu durumda seçimler aracılığıyla tek parti hükümetine ulaşamayacağını gördüğünde, Anayasa’nın 120. maddesi gibi maddelere dayanarak Olağanüstü hal rejimine geçip, seçimleri erteleyecektir.
Bahçeli, sözde taraftarlarına basının “sağduyu çağrısı” olarak, allayıp pullayıp sunduğu konuşmasını yaparken, aslında Sıkıyönetim ilanını talep ederek, Erdoğan’a olağanüstü hal ilanında desteğini vereceğini ilan etmiş bulunmaktadır.
“Sağduyu”lu çağrı şöyledir:
"24 saatlik süreyle oluşturulan özel güvenlik bölgesi ilan edilmesi gibi uyduruk ve pansuman yöntemlerden cayılarak, Doğu ve Güneydoğu'da can ve mal güvenliği sağlanana, iç huzur ve asayiş temin edilene kadar Anayasal bir çare olan sıkıyönetim uygulaması hemen devreye sokulmalıdır. Türk milleti teröre haklı olarak tepki göstermektedir. Bayraklar evlere asılırken, milli ve demokratik itirazlar yurdumuzun her köşesinde beklendiği üzere yeşermekte, mesafe almaktadır.”
Erdoğan kendisine verilen bu açık çeki ve mesajı almıştır ve yakında eğer HDP’nin yeterince tecrit olduğu; HDP seçmeninin oy veremeyecek duruma getirildiği görülmezse, önümüzde ülke çapında veya Kürdistan’da olağanüstü hal rejimi ve dolayısıyla seçimlerin ertelenmesi gündemdedir.
Bahçeli’nin bu açık çekini alan Erdoğan daha da cesaretlenerek daha büyük saldırı ve provokasyonlar yapmaktan çekinmeyecektir.
*
Erdoğan’ın bu saldırılara başlamasının bir nedeni de, gelen kayıpların cenazelerinin kendisine karşı birer gösteriye dönüşme olasılığı ve korkusudur.
Bu saldırılar aracılıyla, dikkatleri HDP’ye yönelterek, tepkilerin kendisine yönelmesini engelleme telaşındadır.
Şimdilik kısa vadede başarı kazanmış gibi görünmeyse de halkın büyük çoğunluğunun bu oyunu sezdiği hissedilmektedir.
Çünkü saldırılara katılanların profiline ve sayılarına bakıldığında
Ancak bu gibi saldırılar bir süre sonra, savunmayı ve daha sert çatışmaları ve belli bir denge bunların genç işsiz, serseri ve lümpenler olduğu, büyük bir kısmının olaylara gelirken uyuşturucu aldığı; eski hapishane isyanlarında olduğu gibi haplandığı görülmektedir.
Bunlar aslında korkak ve devlet tarafından örgütlenmiş, tarih boyunca bütün tiranların ve diktatörlerin birer vurucu güç olarak kullandığı işsiz güçsüz serseri çeteleridir.
Bu lümpenler, arkalarında polis ve devlet gücü olmadan hiçbir şeye cesaret edemezler.
Karşılarında güçlü bir direniş olduğunu gördüklerinde de dağılırlar.
Bu nedenle, bu saldırılar bir süre sonra işe yaramaz ve bağışıklık yaratır. Kendisine karşı öz savunmayı yaratır.
Tekrar cenazelerin kendisine karşı dönme olasılığı bulunmaktadır.
Bu nedenle de her adımda daha ileri gitmek zorundadır. Her doz, bir sonraki dozun, aynı etkiyi yaratmak, için daha yüksek olmasını gerektirecektir. Erdoğan’ın rejimi artık şiddet bağımlısıdır. Dozu sürekli arttırmak zorundadır.
Büyük bir olasılıkla şimdi gündeme, HDP yöneticilerine, vekillerine ve üyelerine yönelik öldürmeler ve fiziki saldırılar gündeme gelecektir.
Daha ilerde, katliamlar
Olayların mantığı bunu gösteriyor.
*
Ordu esas gövdesiyle sessiz durmakta, Erdoğan’ın bu politikaları sonunda, gelinecek noktada kendisinin bir kurtarıcı gibi karşılanacağı ve tekrar eski prestij ve gücü elde edeceği günleri beklemektedir.
Yani Erdoğan’ın izlediği politikalardan Ordunun da çıkarı vardır.
Kırk katır mı, kırk satır mı?
Erdoğan’ın şeriatçı diktatörlüğü mü; ondan kurtarıcı olarak gelecek bir askeri darbe mi?
Şu an alternatifler böyle görülmektedir.
*
Elbet, en azından kâğıt üzerinde de olsa, yurttaşlarının can, mal, ırz, mal mülk emniyeti; fikir ve örgütlenme özgürlüklerini korumakla görevli devlet güçlerinin, bunları koruma görevlerini yapmadığı; keyfi olarak çiğnediği ve üstüne üstlük bunları yok edenleri engellemediği, koruduğu, desteklediği ve örgütlediği bir noktada, insanların kendilerini, mallarını, canlarını koruma hakkı kutsaldır.
Yani bu saldırılara karşı yapılacak bir tek şey vardır: Öz savunma
Kimsenin kurbanlık koyun gibi bu lümpen çetelerine teslim olması beklenemez.
Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi, “Biri sizi linç etmek için geliyorsa kendinizi savunun. Size saldırmaya gelenleri ananızdan doğduğuna pişman etme hakkınız vardır. Yasalara uygun olarak herkes meşru müdafaasını etme hakkı vardır.
Burada ve bu yazıda öz savunmanın biçimleri ve potansiyelleri üzerinde biraz durmakta yarar var.
*
Her yerde, her mahallede, her sokakta yurttaşlık haklarını ve özgürlükleri Erdoğan ve onun emrindeki devletin ve çetelerin gaspına karşı savunmak üzere öz savunma grupları kurmak gerekir.
Bunun ne kadar etkili olduğunu Tuzluçayır göstermiş bulunuyor.
Halkın büyük bölümü, Erdoğan’ın oyununun farkındadır ve bu yakma olaylarına serseri gençlerden ve lümpenlerden ötesi pek katılmamaktadır.
Ancak saldırılara karşı direşilmediği takdirde, Erdoğan’a en tepkili olanlar bile güçlünün peşine takılarak, sesini çıkarmaz olur. Hatta güçlünün zafer arabasına bağlanabilir.
Şu an her şey ortadadır. Halkın büyük bölümü bu çetelere karşı tavır almaya eğilimlidir. Yeter ki bu direniş, tam anlamışla bir demokrasi savunuculuğu yapsın.
Bu son derece önemlidir. En karşı görüşe bile, eğer zora başvurmuyorsa ifade özgürlüğünü savunmalıdır aynı zamanda bu öz savunmalar.
En karşı görüştekilerin bile malı, canı kesin koruma ve garanti altında olmalıdır.
Böyle bir öz savunma, muazzam bir devrimci potansiyel taşır. Aslında gerçek demokratik bir ulus ve cumhuriyetin tohumu işlevi görür. Hem geniş kitlelerin örgütlenme aracı olur; hem de bir alternatif iktidar tohumu olur.
Ancak bu konuda, muhtemelen bu tür bir öz savunmanın çekirdeğini oluşturacak “Türk sosyalistleri” çok yanlış kavrayışlar ve alışkanlıklar içindedir.
Sol basında sık sık, bu gibi oluşumlara örnek olarak 70’lerdeki “Kurtarılmış bölgeler” veya “Fatsa” gösterilmektedir.
Bunlar yanlış örneklerdir. Aslında 12 Eylül ile sonuçlanan Türkiye tarihindeki en büyük politizasyon ve radikalleşme dalgasının yenilgiyle sonuçlanmasının nedenidirler.
Bunların hiç biri, yurttaşların canı, malını, fikir ve örgütlenme özgürlüklerini koruyan ve garanti altına alan; gerçek bir demokratik cumhuriyetin tohumu olabilecek oluşumlar değildi.
Şu veya bu siyaset veya örgüt nerede etkiliyse, orası adeta o örgütün arka bahçesi gibiydi.
Oralarda bırakalım başka burjuva partileri ve onların görüşlerini savunanlara da özgürlük ve eşit haklar sağlamayı bir yana; diğer sol örgütler bile orada örgütlenemez, fikrini yayamaz, gazetesini satamazdı.
Yani yetmişlerdeki bu öz savunma girişimlerinin hemen hepsi,  o öz savunmayı örgütlediği için o bölgede destek bulmuş örgütlerin, küçük egemenlik alanlarından başak bir şey değildiler. O nedenle birer alternatif demokratik iktidar organlarına dönüşemediler ve yine o nedenle örneğin bugün Fatsa faşistlerin ve en gericilerin egemen olduğu bir yerdir.
*
Öz savunma, aynı zamanda, kurulmak istenen demokratik cumhuriyetin tüm özelliklerinin imkânlar ölçüsünde yaşatıldığı, fiili küçük karşı iktidar tohumları olabilir.
Bu tohumların ekonomik bir işlevi olamaz. Sadece siyasi olabilirler.
Örneğin bu devlet ve cumhuriyet Türklük ve Müslümanlık üzerinden mi tanımlanmıştır?
Bu küçük öz yönetimler ne Türklüğe, ne Müslümanlığa en küçük bir imtiyaz tanımamalı; insanların dili, dini, etnisi, kültürü vs. ne olursa olsun, onlara kesin bir eşitlik sunmalı ve bunu savunmalıdırlar.
Hiçbir fikre imtiyaz tanımama fikrinden başka hiçbir fikre imtiyaz tanınmamalıdırlar.
Örneğin, bu öz savunma birlikleri gibi, vicdan mahkemeleri kurulabilir he yerde.
Bunlar elbette devletin mahkemeleri gibi, yakalayıp cezalandıramaz ama vicdanen mahkûm edebilir. Ama bunun için, Türk adaletinden bin defa daha adil yargılar yapabilir.
Hatta eğitim alanına bile girebilirler. Benzer şekilde okullar kurulabilir. Bu okullarda gönüllüler, herkese ana dilinde dersler verilebilir; herkes ana dilinde, ama ne Türk, ne Kürt, ne Ermeni tarihi değil, bütün bunların ve başkalarının hepsinin ortaklaşa yazığı bir tarihi ve edebiyatı ders olarak verebilirler.
Böylece alternatif, demokratik bir cumhuriyetin eğitim sisteminin somutlaştırılması yapılabilir.
İşte bu nedenle, Demokratik Özerklik “ilan edilmez” fiilen yapılır. Legal olarak, var olan devletin gözü önünde ve gözünün içine bakarak yapılabilir bütün bunlar. Ve halkın en geniş kesimlerinden, yüzde doksanından destek bulması kesindir. O zaman ise, ilan etmeye yine gerek olmaz, fiilen kurular ve var olan devlet fiilen tasfiye edilir. Halk kendi kendini yönetmeye başlar.
*
Ve alternatif olan hep politik (yani devlete ilişkin) olmak zorundadır.
Bütün bunlar aslında hiç de kapitalizm ile çelişmezler. Hatta kapitalizmin gelişmesi için ideal şartları sunarlar. Çünkü İşgücünün dili, dini, soyu, sopu, cinsel tercihi, cinsi, kültü vs. onun ürettiği artı değer bakımından en küçük bir değişikliğe yol açmaz. İnsanların hukuki ve biçimsel eşitliği, yani demokrasi kapitalizm için ideal koşullardan başka bir anlama gelmez.
Hatta yeryüzü ölçüsünde bile bunun sağlanması kapitalizmle özünde çelişmez.
Sosyal eşitlik, yani ekonomik eşitlik olan sosyalizme ise, ancak yeryüzü ölçüsünde bir dünya cumhuriyeti şartlarında geçilebilir. Sosyalist bir Türkiye veya Kürdistan vs. mümkün değildir.
*
Dolayısıyla alternatif ekonomiler mümkün değildir ve anlamsızdır.
Türk solunun ve sosyalistlerinin burada ikinci yanılgısı ortaya çıkar.
Örneğin Gezi’den sonra böyle alternatif “ekolojik” veya “ekonomik” denemeler oldu. Boşuna enerji ve zaman kaysından; Amerika’nın yeniden keşfinden başka bir anlamları yoktu.
Ancak bunlar esas sorunu, var olan siyasi yapının alternatifi olan bir siyasi yapıyı değil; alternatif bir ekonomiyi, güya sosyalist ve ekolojik ekonomiyi gündemleştirdiler veya böyle şeyler kurma iddiasında bulundular. Geleceğin ilişkilerini; toplumunu, hatta ekonomisini ve ekolojisini kurmaya kalktılar. Kurabildikleri ise birbirinin dedikodusunu yapan küçük ahbap çavuş grupları ve bölünmeler oldu.
Kapitalizmin içinde sosyalizm adacıkları olmaz. Geleceğin insanları ve ilişkileri bugünkü toplum içinde yaratılamaz veya kurulamaz. Politik alanda biraz daha demokratik bir “devlet” bile çok büyük bir ilerleme anlamına gelir.
Ulusların egemen olduğu bir dünyada; hele o uluslar birer dille, dinle vs. tanımlanıyorsa, henüz insanların bile biçimsel eşitliklerinin bulunmadığı bir dünya demektir bu ve bu dünyada sosyalizm bir yana; demokrasi bile yok demektir.
Planlı ekonomi olmadan ekolojik bir üretim mümkün değildir. Planlı ekonomi ve ekolojik üretim ise ancak dünya çapında örgütlenebilir.
Mümkün olan bütün bunlara ulaşmayı sağlayabilecek bir demokratik cumhuriyetin, yani yeryüzündeki tüm insanları biçimsel olarak olsun eşitleyecek alternatif bir demokratik cumhuriyetin; bir dünya cumhuriyetinin tohumları olabilir.
Bu iki noktaya dikkat edip öz savunma demokratik bir cumhuriyetin tohumlarıyla desteklendiğinde gerçekten ikili iktidar hatta bir devrim olasılığı bile ortaya çıkabilir.
*
O halde, Erdoğan kelimenin gerçek anlamında “ateşle oynamakta” ve saldırılarıyla aslında devrimci ve demokratlar için paha biçilmez bir alan açmaktadır.
Yani faşist çetelerin saldırılarına karşı öz savunma, aynı zamanda bir Demokratik Cumhuriyetin, bir karşı ulusun, bir Demokratik Ulusun tohumu işlevi görebilir. Bir ikili iktidar oluşumuna ol açabilir. Oradan da gerçekten bir demokratik devrim çıkabilir. Kırk katır mı kırk satır mı dilemması aşılabilir.
Bunun şartları yukarıda belirtildiği gibidir:
A) Gerçekten demokratik olması, tamamen aşağıdan kontrole dayanması; bürokrasiyi minimuma indirmesi
B) Ekonominin değil, politik olanın alternatifi olması.
*
Bu aynı zamanda Kürdistan’daki Demokratik Özerklik denen çabalara da yeni bir örnek ve perspektif de sunar.
Bu “demokratik özerklik” ilan edilmez.
Eğer insanlar, devletin mahkemesine değil de senin vicdan mahkemene müracaat etmeye başlamışlarsa, sen zaten fiilen demokratik özerkliği uygulamaya başlamışsın demektir.
Alevilerin mahkemeleri olan darları, bu ikili iktidarın kapitalizm öncesi biçimlerinden başka bir şey değildi.
Devlet bunu kendine rakip görüp yok etmeye çalıştı. Merkezi bir devlet yüzlerce, binlerce köye dağılmış komünal otonom yönetimleri yok edebilir veya antik uygarlıklarda olduğu gibi vergi haracına bağlayabilirdi.
Ama bugün toplumu tüm sırtında taşıyan modern işçiler için bunu yapması son derece zordur.
Bunları kafamızın bir kenarında tutmakta yarar vardır.

*
Şu an ırkçı çetelerin saldırısı altındayken, bırakalım biçimsel eşitliği, gerçek bir milliyetçilikten bile çok uzak bir noktadayız. Yani çok daha geriden başlamak zorundayız.
Şimdi bulunduğumuz yerde nereden başlayıp ne gibi taktik ve mücadele biçimleri geliştirmek konusunda bazı duyulmamış, düşünülmemiş öneriler.
Önerimizi biraz açalım. Bu önerdiklerimizi aslında biz daha önce daha dar ölçüde fiilen de uyguladık.
*
Savaş hilesi her mücadelenin kaçınılmaz gereğidir. Günlük hayatımızda bile ilişkiler içinde yüzlerce küçük yanıltmalar, küçük savaş hileleri ile ilişkilerimizi yürütürüz. Yorgunsak, hiçbir şey yokmuş gibi davranırız. Hastaysak iyi, iyiysek hastayız deriz. Sevmediklerimize bile güleriz.
Bütün doğa böyledir. Hayvanların tüylerinin veya postlarının renkleri askerlerin kamuflaj giysisinden farklı değildir. Kamuflaj dediğin de özünde aldatmadır.
Elbet bu da farklı stratejilere göre değişebilir. Kimi bukalemun gibi uyarak gizler; kimi çok zehirliler, özellikle parlak renklere sahip olurlar ki,  ben zehirliyim, benden uzak dur mesajı verirler. Ama onların bu özelliğini gören başka canlılar da aslında zehirli olmadıkları halde, sanki öyleymiş gibi bir görünüm geliştirerek onların sayesinde var olabilirler. Kelebekler, kanatlarının arkasında kocaman göz gibi şekillerle büyük bir canlı oldukları izlenimini yaratırlar.
Yanıltma her zaman bir savaş ve yaşam stratejisi olmuştur ve olacaktır.
Bu egemen sınıflar ve ezilen sınıflar arasındaki bin bir biçimde süren mücadelede de böyledir.
Egemen sınıflar karşı devrimlerini yaparken her zaman ezilenlerin arasında itibar sağlamış bayraklara sarılarak bunu yaparlar ve ezilenleri yanıltırlar. En kritik anda yaratılan bir tereddüt bir kere başarıyı getirirse ondan sonrası kolaydır. Yeni kuşaklar o ortamın içine doğacaklardır.
En tipik örneği Muaviye’nin askerlerinin mızraklarına kuran yaprakları taktırmasıdır. Stalin’in Leninizm bayrağıyla Lenin’in Bolşevik partisini tasfiye etmesidir.
Ama aynı stratejiyi ezilenler de kullanırlar. Egemenler ezilenleri kendilerine bağlamak için dini mi kullanıyorlar? Örneğin, umutsuz insanların umudu olan dine karşı belli bir özerklik mi sağlıyorlar. Bu durumda ezilenler ezenlerin bu kurnazlığını onlara karşı kullanıp, camileri ve dini ezenlere karşı direnişlerinin bir aracı olarak kullanabilirler ve kullanmışlardır.
Örneğin 60’lı yıllarda Türk solcuları, egemen Kemalizm ideolojisine ve Türk devletine karşı mücadelelerinde Atatürk’ü kullanıyorlar, onun kalpaklı resimleri taşıyarak, egemenlerin bir bayrağını farklı yorumlayarak örneğin, Türkiye Halklarına diye bildiriler yazıp sloganlar atabiliyorlar; henüz Kürt hareketi ortaya çıkmadan önce Atatürk’ü bayrak yaparak Kürtlerin ayrı bir halk olduğunu savunuyorlardı.
En heretik mezhepler esas Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın kendileri olduğunu söylerler ve bambaşka yorumlarla o bayrağı egemenlere karşı kullanırlar. Karşı tarafın bayrağını alıp onu ezilenlerin çıkarını koruyacak ve ezilenleri örgütlemenin bir aracı olarak kullanacak tarzda anlamlandırıp yorumlamak her zaman ezilenlerin bir savaş stratejisi, karşı tarafı tereddütte bırakma aracı olmuştur.
Bu tarihsel derslerden de ilham alarak şimdi bu aynı taktik izlenebilir. Özel savaş dairesini ve faşistleri silahsız bırakmak için aynı yol izlenebilir.
Faşistlerin saldırılarına karşı öz savunma girişimleri pek ala Türk bayrağını da kullanabilirler ve kullanmalıdırlar. Faşistlere karşı Türk bayraklarıyla direnilip, Kürtlerin hakları savunulduğunda, onlar birden bire en güçlü silahlarının elinden alındığını görüp açmaza düşeceklerdir.
İşin ilginci bu bir savaş hilesi bile değildir, zarf ile mazrufun birbirini bulmasıdır.
Neden ve nasıl?
Öncelikle bu konuda bir açıklık gerekiyor. Kürtlerin haklarını savunmak, hatta Kürtlerin ayrılmasını istemek Türk milliyetçiliği ile çelişmez; hatta aksine bunu gerektirir.
Milliyetçilik, kendi milletinin refah ve özgürlük içinde yaşamasını hedeflemek demekse eğer. Türkler Kürtleri baskı altına alma belasından kurtulduğunda çok daha müreffeh ve özgür bir ülkede yaşarlar; öle bir ulus olurlar.
O halde gerçek Türk milliyetçisi, aslında Kürtlerin mücadelesinin en büyük destekçisi olmak zorundadır da.
Aslında bu açıdan bakıldığında, Kürt hareketi, Türklerin demokrasi ve refah içinde yaşaması için mücadele etmektedir. Örneğin, Kürt hareketinin başarı kazanıp Kürtlerin ayrıldığını var saysak, bundan en karlı çıkacak olan, hatta Kürtlerden bile daha karlı çıkacak olan Türkler olur.
O halde Kürtlere karşı saldıranlar, HDP’ye karşı saldıranlar milliyetçiler değil; ırkçılardır.
Türk sosyalistleri içinde en radikal bilinenleri olan Kürtlerin ayrılma hakkını savunanlar, hatta bu nedenle Kürtlerle birlikte savaşanlar, Türk milliyetçiliğine karşı değildirler, en radikal Türk milliyetçileridirler. Bu tıpkı toprakları kamulaştırmanın aslında sosyalist değil; radikal ve demokratik bir talep olması gibidir.
Yani aslında sosyalistler, Türk milletinin çıkarlarını en akıllıca, en radikalce savunanlardır.
Kendilerine Enternasyonalist veya Marksist demeleri; milliyetçi denmesinden rahatsız olmaları bir şey ifade etmez. Çünkü onların milliyetçilik tamı tamına milliyetçilerin milliyetçilik tanımlarıdır. Sosyolojik olarak milliyetçi olanlar, politik olarak kendilerini milliyetçi olarak tanımlamazlar.
En tipik örnek olarak Marks ve Lenin gösterilebilir. İkisi de öznel olarak milliyetçiliğe düşman olduklarını düşünürler, ama ulusal baskıya karşı yaptıkları formüller aslında tipik milliyetçi formülleridir.
Marks’ın “Ezen bir ulus özgür olamaz” veya Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” formülleri ki bu formüllere katıldıklarını ve savunduklarını bütün dünyadaki sosyalistler de söylerler aslında tipik milliyetçilerin milliyetçilik tanımına dayanan formüllerdir.
Başka ulusları ezmemek veya her ulusa bir devlet, milliyetçilikle çelişmek bir yana tam da milliyetçilik gereğidir. Ama milliyetçiler milliyetçiliğin başka ulusları ezmemek olduğunu söylerler.
Milliyetçilik, sosyolojik olarak, politik olanla ulusal olanın çakışması ilkesini savunmaktır. Bu formüller tamı tamına bu ilkeyi savunurlar.
Milliyetçiliğin karşıtı olmak; politik olanla ulusal olanının çakışmasını reddetmekle olur. Marks veya Lenin’in formülleri bunu reddetmek bir yana savunmakta, hatta ulusal olanı da zımnen dille vs. ile tanımlayarak, en gerici türden bir milliyetçiliğin savunusundan başka bir şey değildirler. Çünkü umusal olanın dille tanımlanması şart değildir bir ulus olmak için, bir toprak parçasıyla tanımlanmış, dil körü ulusçuluklar da mümkündür, nispeten daha demokratik bir ulusçuluk olarak.
Yani eşyayı adıyla çağırırsak, Kürtlerin haklarını savunanlar aslında Türk milliyetçileridirler. Bunlar kendilerini Enternasyonalist veya sosyalist diye tanımlayarak, kendilerin geniş Türk kesimlerden tecrit etmişlerdir.
O halde buna bağlı olarak, ırkçı Türklerin saldırıları karşısında öz savunma yapanlar, Türk faşistlerine karış Türk bayrağı ile savaşıp, Türk bayrağı ile Kürtlerin haklarını, demokratik özgürlükleri savunduklarında, aslında karşı tarafın bayrağını alıp kullanmak gibi, bir savaş hilesi bile yapmış olmazlar, karşı tarafın şimdiye kadar yaptığı bir hileyi boşa çıkarmış olurlar. Çünkü onlar milliyetçi değil, ırkçı oldukları halde milliyetçilik bayrağını ele geçirmişlerdir.
O halde, Kürtlerin mücadelesine destek verenler, onların haklarını hatta ayrılmasını savunanlar bundan sonra bunu sosyalizm ve enternasyonalizm gibi slogan veya argümanlarla değil; pek ala Türk milletinin çıkarlarıyla; gerçek Türk milliyetçisi oldukları iddiasıyla da yapabilirler ve pek ala Türk bayrağını da kullanabilirler. Bu esassında zarf ile mazrufun birbirine uymasından başka bir anlama da gelmez ve gelmeyecektir.
Bunun daha önce bir örneğini biz iki şekilde denedik.
1)      Öcalan kaçırıldığında, kendimizi hiç de bir Türk olarak görmememize rağmen Hamburg’ta “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi” kurduk.
2)      Özgür Politika’da “Bir Türk Milliyetçisi Olarak” başlığı altında yazılar yazdık.
*
Bütün HDP’ye oy veren veya onu savunun Türkler, kendilerini Türk kabul etmeseler bile Türk’türler. Türk olmamak öyle kolay bir şey değildir. Bu devlete vergi verdikleri, ona askerlik yaptıkları, yasalarını ve mahkemelerini tanıdıkları vs. sürece Türk olmaya devam ederler.
Fiilen vergi verip yasalarına tabi oldukları Türk devletinin ve ulusunun sembolü olan Türk bayrağı ile Kürtlerin ayrılma hakkını savunmalı ve faşistlere karşı (hem de onlara ülkücü veya Türk milliyetçisi denilmesine karşı) mücadele etmelidirler.
Bu birden bire taşların yerine oturmasını sağlayacaktır.
Şöyle bir sahne düşünün, Ellerinde Türk bayraklarıyla bir HDP binasını kuşatan faşistlere, yine ellerinde Türk bayraklarıyla halklara özgürlük, kahrolsun faşistler diyen gerçek Türk milliyetçilerinin hücum edip dağıttığını düşünün. Her şey yerli yerine oturur. Gerçek Türk milliyetçileri gerçekten de onlardır. Kendilerine sosyalist veya enternasyonalist diyerek aslında hem kendilerini hem de başkaların kandırmaktadırlar.
*
Bu vesileyle, bütün Türk milliyetçilerini, yani Türk milletinin refah ve demokrasi içinde yaşamasını isteyenleri, Kürtler karşısındaki bu lanet olası egemen ulus olma prangasından kurtarmak için, HDP’yi desteklemeye; HDP’yi savunmaya çağırıyoruz.
Bu gerçek milliyetçiliğin Kürtlerdeki karşılığı da tam tersinedir.
Öcalan gerçek Kürt milliyetçisidir.
Kürtlerin refah ve demokrasi içinde yaşaması için, aslında ayrı bir Kürt devleti kurmanın yanlış olduğunu savunmakta, hatta bütün Ortadoğu ölçüsünde bir devlet içinde bütün dillerin eşitçe yaşamasını savunmaktadır.
Öte yandan, bir Kürt devletinden başka bir şey hayal etmeyenler de, tıpkı Türk faşistleri ve ırkçıları gibi esas olarak Kürt ırkçılarıdırlar.
Ancak bugün Türk, İran ve Arap devletlerinin egemenlikleri altında mazlum oldukları için bu niteliklerini vurgulamak bize düşmez. Bunu söyleyecek olan Kürt milliyetçileridir.
09 Eylül 2015 Çarşamba
Demir Küçükaydın




Hiç yorum yok: