16 Ağustos 2015 Pazar

Ulusçuluk, Murray Bookchin ve Abdullah Öcalan Üzerine Veya Kediler Kendi Kuyruğunu Neden Yakalayamaz? Ulusçular Ulusun Ne Olduğunu Neden Anlayamaz?

(Evelki gün, Sendika Org’ta Joris Levering’in “Murray Bookchin ve Kürt direnişi adlı bir yazısı yayınlandı. (Bu yazıyı da ekte koyuyoruz.) Adındaki linkten de ulaşılabilir
 Yazar, Demokratik Özerklik ve/veya Konfederalizm, Rojava’daki kantonlar ve Rojava deneyimi ve bunlara ilişkin Öcalan’ın görüşleri ile Murray Bookchin’in görüşleri arasındaki ilişkileri ele alıyor.
Yazıyı okuyunca bundan on yıl önce, yine Bookchin’in görüşleri, Öcalan konusundaki yazdıklarımız aklımıza geldi. Pazar günleri aktüel politika dışında yazmak adeta bir gelenek haline geldiğinden, geleneğe uyarak, biraz da teorik ve temel konulara girelim dedik. Bu nedenle, bu yazıyı bugün aynen yayınlıyoruz.

Biz aşağıdaki yazıyı yazdığımızda,  çocuk yaşta olanlar bugün yirmili yaşlarındalar. Bu nedenle bu unutulmuş yazıyı bir kez daha yayınlıyoruz. Kürt Hareketini tanımak ve anlamak bakımından; onun potansiyelleri ve sınırlarını değerliendirmek bakımından yararlı olacağını sanıyoruz. Yazının yazıldığı zamanlarda ortada ne Rojava deneyimi vardı, ne kimse Kürt hareketinin yanında görünmek istiyordu. Yazı bu nedenle hem bir belge, hem de kanıtlanmış bir öngörü özelliği taşımaktadır. Günlük politikanın labirentlerinden çıkıp, o labirentlere yukarıdan kuşbakışı bakmak ve çkış yollarını bulmak isteyenler içinçok yararlı yaklaşımlar sunduğunu düşünüyoruz.
Bu vesileyle şunu da not edelim. Biz bu yazıyı aynı zamanda Din ve ulus konusunda yeni ulaştığımız görüşleri popüler bir biçim altında ama derli toplu sunma amacıyla da yazmıştık. Tabii o zamanlar yeni ulaştığımız bu görüşleri ifade edecek kavramlar bugünkü kadar net şekillenmemişti. O zamanlar, Özel ve Politik ayrımının kendisine, dolayısıyla dinin özele ilişkin olarak tanımlanmasına da milliyetçilik diyorduk. Bugün ona “modern toplumun dini”, “Humanizm”, “Aydınlanma” dini, “Aydınlanma’nın Kozmopolitizmi” demeyi daha uygun görüyoruz.
Bu ayrım bir eşitlik aracıydı ve devrimciydi. Nceki toplumların dinsel farklılıklarını anlamsızlaştırıyşor ve bir dünya cumhuriyetinin temelini oluşturuyordu. Allah’ın Putlara karşı yaptığını yapmanın bir benzeriydi. (Bu konuda “Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi Olarak Marksizm” yazımıza da bakılabilir.)
Ama bu ayrım üzerinde yükselen politik olanın ulusal olanla çakışmasına ise, ulusçuluk diyoruz ve ulusçuluğu aydınlanmaya karşı bir karşı devrim olarak tanımlıyoruz.
Bu karşı devrimi, yani ulusçuluğu da kendi içinde, nispeten daha demokratik, territoryal, dil, din, ırk körü ulusçuluk ile; dile dine dayanan gerici ulusçuluk olarak iki aşamalı bir karşı  devrim biçiminde tanımlıyoruz.
Yazıda bunun gibi daha sonra başka ve daha net kavramlarla karşıladığımız birçok yön bulunmaktadır. Ancak bunlar bir anlamda terimler sorunudur. Yazının temel mesajını değiştirmemektedir.
Bu vesileyle yazıda geçerayak belirttiğimiz bir konuyu da belirtelim. Esher’in resimleri, mantıki yanlışların göz yanılgıları biçiminde imgelerle ifadesi olarak alınabilir.
Din ve ulus konusunun ele alınışı da böyledir. Dinin tanımının kendisinin bir din olduğu durumda, bu tanımın kendisinin din olduğunu anlamak çok zordur. Keza, ulusçuluğun tanımının ulusçuluk olduğu durumda ulusçuluğu anlamak zordur. Daire kendi üzerine kapanır. Ama bunun ardında, bir göz yanılması veya metodolojik –mantıksal bir yanılgı vardır. İşte tam bu nedenle, Esher’in resimleri Din ve Ulus konularını anlamak için idealdirler. Muhtemelen de bu durumun bir sanatçı sezişiyle ifadesidirler. Bu nedenle yazıda Esher’in resimlerini kullandık.
Dinin tanımının modern toplumun dini;  ulusun ve ulusçuluğun tanımının bir ulusçuluk olduğu yönünde yaptığımız keşif, bir bakıma Marks’ın işgücü ve emek kategorilerini ayırmasına benzer. Emek ve işgücü kategorileri ayrılmadığı sürece, ekonomi politik bir totoloji olmaktan öteye gidemez.
Bu ayrımı yapmadan, nasıl artı değerin kaynağını ve kapitalist ekonomiyi anlamak mümkün değilse; benzenr şekilde, bugünkü yaygın ve egemen ulusçuluk tanımının bizzat kendisinin ulusçuluk olduğunu, din tanımının kendisinin din olduğunu anlamadan ne tarihi ne de çağımızı anlamak mümkün değildir.
Dolayısıyla devrimci bir program ve strateji de oluşturulamaz.
16 Ağustos 2015 Pazar

Frankenstein ve Vampir gibi korku imgelerine daha derinden bakıldığında, onların, tıpkı eski çağların Greklerinin doğayı kavrayışı gibi, tarihsel ve toplumsal gerçeğin, çocuksu bir kavranışını yansıttığı söylenebilir.
Sonradan yanlış olarak romandaki yaratıcısının adıyla (“Doktor Frankenstein”) anılan ve aslında adı bile bulunmayan “Frankenstein”, Proletaryayı anlatan çocuksu bir metafor olarak görülebilir.
Tıpkı proletaryanın eski toplumunu tüm parçalarından, mülksüzleşenlerinden oluşması gibi, çeşitli ceset parçalarından oluşmuş, yumuşak yürekli, müşfik bir yaratıktır ve Proletarya gibi dışlanır. Ve tıpkı proletarya gibi kendisini yaratmış ve dışlamış burjuvaziye ve burjuva topluma karşı harekete geçer, onu yok etmeye çalışır.
Buna karşılık, Vampir ya da Drakula imgesinin, burjuvaziyi, ama burjuvaziden de çok gerici burjuvazinin milliyetçiliğini sembolize ettiği düşürülebilir.
Milletler de tıpkı o vampirler gibi aslında tarihsizdirler. Ve yine tıpkı milliyetçilerin tasavvurundaki milletler gibi, çok uzun bir zamandan beri karanlık bir yerde uyumaktadırlar ve milliyetçiler tarafından uyandırılmayı beklemektedirler. Milletler de tıpkı vampirler gibi, bir kere kurbanlarını ısırdılar, kanın içtiler mi, onları da kendileri gibi bir vampir yaparlar. Bir ulus başka insanları dışlayıp, onların kanını akıttığında, onları baskı altına aldığında, o dışladığı veya kanın akıttığı da bir vampir (Ulus) olur. Bundan sonra o da kendi kurbanlarını arayacaktır. Ta ki yeryüzünü Vampirler (Uluslar) kaplayana kadar.
Yeryüzünü vampirlerin kapladığı bir dünyada, vampirlerin vampirliğin ne olduğunu anlama şansları yoktur. Onlar vampirlik dışında başka bir var oluşu tasavvur bile edemezler.
Bu nedenle, tıpkı kedilerin kendi kuyruklarını yakalayamamaları gibi, ulusçular da ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar.
Bu mekanizmanın nasıl işlediğini anlayabilmek için, vampirliğin ya da ulusçuluğun ne olduğu sorusundan yola çıkalım.
*
Ulusçuluk, gerek ulusçularca, gerek enternasyonalistlerce bir ulusun çıkarlarını öne almak, her şeyi ona tabi kılmak olarak tanımlanmaktadır.
(Ulusçular ve enternasyonalistlerin aynı tanımda anlaşması ve öne alınacak şeyin ne olduğunda ayrılmaları, onların ulusun ne olduğu konusunda aynı ortak varsayımları paylaştıklarını gösterir ve bu ortaklığın derin anlamıdır aslında bu yazının konusu, ama bu yazının gidişi içinde görüleceğinden, şimdilik bunu sorun etmiyoruz.)
Ama biraz dikkatli düşününce bu tanımın hiçbir şeyi açıklamadığı ve aslında bir totoloji olduğu görülür. Ama bu görülmesi zor bir totolojidir. Onun için şu soruyu soralım:
Peki, o çıkarı öne alınan şey, yani ulus nedir?
Ulusu da, yine aynı şekilde, ulusçular da enternasyonalistler de hep tarih, dil, etni, kültür, kader, yaşantı ortaklığı veya bunların bir kısmının çeşitli kombinasyonları olarak tanımlamaktadırlar.
Ama ulusu bu türden ortaklıklar olarak tanımlamak tam da ulusçuların ulus tanımları değil midir?
Yani her hangi bir ulusu yaratanlar o ulusu böyle tanımlarla tanımlayarak yaratırlar.
Bütün bu farklı tanımlar, farklı ulusların veya ulusçulukların ne olduğu hakkında bize belki bir fikir verirler ama ulusun ne olduğu hakkında bir fikir vermezler.
Yani kimi ulus belli bir toprak parçasında yaşayan insanlarla; kimi ulus bir tarih ortaklığıyla; kimi ulus amaç ortaklığıyla vs. tanımlanabilir. Ama bu tanımlar, normatif tanımlardır bizlere ulus denen şeyin ne olduğunu değil; farklı ulusların veya ulusçulukların ulustan ne anladığını ve onu nasıl tanımladığını gösterirler.
O halde, örneğin, Stalin’in meşhur tanımı veya Otto Bauer’inki kabul edildiğinde, yapılan şey, normatif veya hukuki tanımlara, sosyolojik bir tanım payesi vermekten başka bir şey değildir.
Bu tanımlar ulusçuların tanımları olduğundan, bu tanımlar kabul edildiğinde, ulusun ne olduğu hakkında şöyle demiş oluruz: ulus, ulusçuların ulus dediğidir.
Ulusçuluk ne? Ulusun çıkarını öne almak.
Ulus ne? Ulusçunun ulus dediği.
Görüldüğü gibi, şimdiye kadarki ulus ve ulusçuluk kavramlarıyla hiçbir şeyi anlamak mümkün değildir. Karşımıza çıkan bir totolojidir. Ve işin ilginci yüz elli yıldır, modern toplum, ulus ve ulusçuluk üzerine bütün literatür bu totolojiden ibarettir.
Burada tıpkı küçük çocukların sonsuz tekerlemelerinin bir benzeri karşısındayız:
Damdan düştü kurbağa
Onu gören yolcular aldılar
Mezarını kazdılar
Ve Mezarına şöyle yazdılar:
Damdan düştü kurbağa
(...)
Ne yazık ki bu tekerleme çocuklar için değildir ve aslında yüz elli yıldır bütün toplum bilimlerin ve sosyal hareketlerin içinden çıkamadığı, insanlığa korkunç acılar getirmiş ve getirmekte olan bir sonsuz tekerlemedir bu.
Ama bu uluslar ve ulusçuluk ilişkisini; bu sonsuz çıkmazı anlamayı sağlayacak en güzel metaforları Esher’in resimleri sunar. Kim bilir belki Esher’in resimleri, ulus ve ulusçuluk yanılsamasının bir sanatçı sezişiyle, imgeler aracılığıyla açıklanışı olarak da görülebilir.
*
1980’li yıllara gelinceye kadar bütün ulusçuluk ve ulus üzerine literatür aslında modern toplumun bu sonsuz tekerlemesinin bir tekrarından başka bir şey değildir. İster Stalin’in, İster Bauer’in, ister Löwy’nin ulus ve ulusçuluk tanımlarını ele alın, bunların hepsinin yukarıda açıklanan sonsuz tekerlemenin dışına çıkamadıkları; tıpkı kedilerin kendi kuyruğunu yakalayamaması gibi, bir türlü kendi kuyruklarını yakalayamadıkları görülür. Ulus böyle ulusçuların tanımıyla tanımlanıp da ulusçuluğun ne olduğun sorulduğunda, yine başlangıç noktasına gelinmektedir.
Marks, Engels ve Lenin’den yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar, ulusal sorun üzerine yazan herkes son duruşmada hep bu fasit dairenin içinde kalmıştır.
Sorun enternasyonalistler açısından da farksızdır. Onlar da ulusçuluğun ulusal çıkarı öne almak olduğunu, kendilerinin ulusun değil sınıfın çıkarını öne aldıklarını söylerken, ulusçularla aynı ulusçuluk ve ulus kavramını paylaşırlar. Dolayısıyla ulusun ne olduğuna ilişkin kavrayışları, özünde ulusçuların ulus kavrayışlarıdır. Enternasyonalistlerle ulusçuların ayrılığı; ulusun veya ulusçuluğun ne olduğunda değildir.
Peki bu çıkmazın dışına nasıl çıkılabilir?
Ulus ulusçuların ulus dediği şey olarak tanımlandığına göre, bu fasit dairenin dışına çıkabilmek için; ulustan değil; ulusçuluktan yola çıkmak gerekmektedir.
Ulusçuluğun ne olduğunu anlarsak ulusun ne olduğunu anlayabiliriz. Ulusçu, ise ulusun ne olduğunu anlayarak ulusçuluğun ne olduğunu anlayabiliriz der. Ulus ise, bizzat kendisinin ulus dediğidir. Ulusçu, ulusun tıpkı sınıf gibi, ulusçunun dışında ve ondan bağımsız olarak var olduğunu söyler. Ulusçuya göre, uluslar olduğu için ulusçular vardır. Halbuki, gerçekte, ulusçular olduğu için uluslar vardır. Bütün incelik buradadır. O halde ulusun ne olduğunu anlamak için ulusçuluğun ne olduğunu anlamak gerekmektedir.
Ulusun çıkarını öne almanın ulusçuluk olduğunu söylemenin totoloji olduğu ortadadır. Çünkü Ulusu tanımlayan ulusçudur. Ulusçuluğu ulusa göre tanımlamaya kalkmak ulusçuluğu ulusçulukla tanımlamaktır.
Ulusçuluk ulusa göre değil, çünkü ulusu yaratan odur, ancak kendi dışındaki bir duruma göre tanımlanabilir.
Bunun için bütün ulusçulukların ortak varsayımını ortaya çıkarmak gerekir.
Ulusçuların temel ortak var sayımı nedir?
Herkesin bir ulusu olduğu ve her ulusun bir devlet kurma hakkı olduğu.
Kimin ulus olduğu veya ulus kimlere deneceği ayrı bir sorundur ve şimdilik bizim çözümlememiz bakımından bin önemi yoktur. Ama bütün ulusçular, eğer ulus iseniz, her ulus gibi bir devletiniz, bir ülkeniz olmasına hakkınız olduğunu düşünürler.
Yani bir devlet ve Ülke ile bir ulus arasında bir çakışma olması gerektiği, bütün ulusçuların ortak var sayımıdır. Böyle bir durum yoksa bu giderilmesi gereken bir arızadır.
O halde, sorununu şöyle de koyabiliriz. Kendinizi ulusçu kabul edip etmemeniz bir yana, eğer devlet ve ülke ile ulus arasında bir çakışma olması gerektiği anlayışına sahipseniz bir ulusçusunuz demektir. Ulusçular ulusu nasıl tanımlarsa tanımlasınlar; kimin ulus olup olmadığı hakkında aralarında ne gibi ayrılıklar olursa olsun, onların hepsinde ortak olan, devlet ve ülke ile ulus arasında bir çakışma olması gerektiği prensibidir.
Ama bu tanım da yeterince net değildir ve yanlış anlamalara uygundur. Örneğin, devlet hakkında bu gün var olan devletlerin bir benzerini düşündürür bu. Ama devlet, pekala, örneğin liberterlerin dediği gibi, bir federasyon veya konfederasyon veya tamamen “devletsiz” bir “ülke” veya “toplum” da olabilir.
Politik olanın biçiminin ne olacağı farklı ideolojik akımlar arasında değişebilir. Yani bürokratik bir devlet mi? Demokratik bir devlet mi? Merkezi mi? Merkezi olmayan federatif veya konfederatif bir devlet mi? Veya devlet gibi bir örgütlenmeye tekabül etmeyen bir “devlet” mi?
O halde, devletin biçimi sorununu bir kenara atıp onu soyutlamak, analizimizi saf olarak işin özüne doğru götürebilmek için, ülke ve devlet yerine politik demek daha doğru olacaktır. Çünkü günümüzde ülke ve devlet politik kavramı içinde ifade edilmektedir.
O halde, devlet yerine daha geniş bir anlamı olan politik kavramını kullanırsak; her ulusa bir devlet veya her ulusun kendi kaderini tayın hakkı gibi bütün ulusçuların kabul ettiği formülasyonlar yerine, aynı anlama gelen ama daha kapsayıcı ve öze inen, şöyle bir tanıma ulaşırız:
Bunu Ernest Gellner şöyle ifade eder:
“Ulusçuluk, temelde siyasi birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir.”
Ulusun nasıl tanımlanacağı, farklı uluslar ve ulusçuluklarda değişebilir. Ama hepsinde değişmeyen şey, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, o ulus denen şeyin, politik olanla, daha somut olarak devlet ve ülke ile (siyasal birim ile) çakışması gerektiği anlayışıdır.
Dünyanın bütün ulusçularında ortak olan budur. Bu tanım çerçevesinde, ulusun nasıl tanımlanacağı veya politik olanın nasıl bir devlete veya devletsizliğe tekabül edeceği; bu hakkın kullanılıp kullanılmayacağı, genel ve soyut olarak ulusçuluğun doğrudan bir sorunu ve belirleyicisi değildir. Bunlar somut ulusçuların sorunları olabilir ama ulusçuluğun özüne ilişkin sorunlar değildirler.
Görüldüğü gibi, şimdi ilk tanımımızdan çok başka artık totolojik sayılmayabilecek bir tanıma ulaşmış bulunuyoruz. En azından ulusçuluğu, siyasal birim ile ulusal birimin çakışması gerektiğine dair bir ilkeyi kabul etmeyenlere göre kıyaslıyoruz. Örneğin, eskiden imparatorluklar böyle bir ilkeye dayanmıyorlardı. Onlarda siyasal birim başka bir şeye dayanıyordu. Örneğin onlarda, siyasal birimin “asil” bir soydan gelenlere göre belirleneceği gibi bir anlayış bulunuyordu.
Ayrıca bu tanım çok karıştırılan bazı şeyleri ayırmamızı da mümkün kılmaktadır. Örneğin ulus sözcüğünün çoğu kez bir kavim anlamında kullanılmasının yol açtığı karışıklıklardan kurtulmayı sağlar. Bunu biraz açalım.
Böyle bir tanım bizi tarihteki diğer “ulus”lardan ayırır.
Var sayalım ki, eskiden de insanlar kendilerini Arap, Gürcü, Ermeni, Türk vs. olarak tanımlıyorlardı. Ama onlar hiçbir zaman, örneğin Araplığın politik olanla çakışması gibi bir anlayışa sahip değildiler. Politik olanı hiçbir zaman bu belirlemiyordu. İnsanlarda Arapların bir ulus olduğu ve bu ulusun bir devleti, politik bir birliği ve biçimi olması gerektiği yönünde bir tasavvur yoktu. Olmadığı için de bu, o insanların hiçbir davranışını belirlemiyordu.
Yani tarihte ulusçular olmadığı için uluslar da yoktu. Bu gün ulusçular onların bu günkü ulusların tarihteki öncülleri olduğunu iddia etmektedirler ama o yaşanmış tarihte böyle bir şey söz konusu değildi.
Eskiden insanlar kendilerine Arap veya Türk veya Ermeni derken başka bir şeyi kast ediyorlar ve bundan başka bir şey anlıyorlardı bu gün başka bir şeyi kastediyorlar ve başka bir şey anlıyorlar.
Bunun nasıl bir şey olduğun anlamak için söyle bir örnek verelim.
Diyelim ki belli bir aşiretten, belli bir şehirden veya belli bir dinden, belli bir yaş grubundan, belli bir ailedensiniz.
Bu gün bunlardan olduğunuzu belirttiğinizde, ben İstanbulluyum dediğinizde, ben Kureyşan aşiretindenim dediğinizde, ben bilmem ne giller sülalesindenim dediğinizde veya ben şu dindenim dediğinizde, bunu söylerken, siz ve sizi dinleyenlerin hepsi ulusçu olduklarından, bunu söylemenizin bir politik anlamı olduğunu düşünmezler. Yani bir İstanbul devleti; bir Kureyşan devleti veya politik birimi; bir bilmem ne giller politik birimi kurmayı hedeflediğiniz veya hedeflemeye hakkınız olduğu anlamına gelmez böyle bir ifade. Bunların politik bir anlamı olmadığı yönünde bir konsensüs vardır. Dolayısıyla bunlar politik bir mücadelenin konusunu oluşturmazlar.
Halbuki eskiden böyle değildi. Bir Atinalı veya Ispartalı için, bir şehrin adı, bugün bir ulusçu için ulusun adı gibi bir anlama sahipti. Ancak bir kentten olan, hatta o kenti kuran soylardan olan bir yurttaş olabilirdi. Yani gerekli değişiklikler yapıldığında, politik olan ile kentsel olanın çakışması gibi bir anlayış vardı bir zamanlar, tıpkı bu günkü ulusal olan ile politik olanın çakışması anlayışında olduğu gibi. Hasılı durum bu günkünün tam tersineydi. Siz bu gün bir İstanbulluyum, bir Kureyşanlıyım dediğinizde kimse sizi “bölücülükle” suçlamayı aklından geçirmez. Kentin ya da soyun politik olanla çakışması gerektiği yönünde bir anlayış yoktur bu gün. Halbuki bir zamanlar tam tersineydi. O zamanlar da Kürt veya Türk olduğunuzu söylediğinizde, şimdi bir İstanbullu veya Kureyşanlı olduğunuzu söylemenizden daha farklı bir şey söylemiş olmazdınız.
Hasılı, biz bu gün ben Müslüman’ım, İstanbulluyum, bilmem ne aşiretindenim dediğimizde nasıl bunlar bizler için hiçbir politik anlama sahip değilse, bir zamanlar Türk, Arap, Ermeni vs. olmak da benzer şekilde hiçbir politik anlama sahip değildi ve bu gün aynı şehirden, sülaleden, aşiretten veya inançtan olmaktan daha farklı bir anlama gelmezdi. Bu nedenle hiçbir davranışın özünü belirlemiyordu.
Atina kentindeki Atinalı ile Bu günkü Atina’daki Atinalı kendine Atinalıyım derken ne kadar birbirine benziyorsa bu günkü Kürt, Türk, Arap, Yunan veya Ermeni ile tarihte kendine Türk, Kürt, Arap, Yunan, Ermeni vs. demiş olan da o kadar benzemektedir. Yani hiçbir benzerlik ve ortaklık yoktur. (Bu ortaklık sonradan gerici ulusçular tarafından uydurulmuştur ve ayrı bir hikayedir.)
Bu ulaştığımız yeni ulusçuluk tanımı, örneğin bizim bu farkı anlamamızı sağlıyor öncelikle. Özellikle 80’li yıllardan sonra ortaya çıkan ve gerçekten ulus ve ulusçuluğun kavranmasında çığır açan kitapların başardığı ve üzerinde durduğu budur ve bunlar bu tanımdan yola çıkmaktadırlar. Bu bağlamda Gellner, Hobsbawm, Anderson’u özellikle belirtelim.
*
Ama bu tanım üzerine de biraz düşünülünce, bu tanımın da bir takım gizli varsayımlara dayandığı görülür. Bu gizli varsayımları açıklığa kavuşturmadan ulusçuluğun ne olduğunu anlayamayacağımız ortaya çıkar.
Nedir bu gizli varsayımlar?
Şimdi bunu görmek için çözümlememizi daha derine götürelim.
Nasıl önce maddenin atomlardan; sonra o atomların proton, nötron ve elektronlardan; sonra proton ve nötronların da kuarklardan oluştuğu görüldüyse, şimdi ulusçuluğun bu ulaştığımız noktada nelerden oluştuğunu görmeye çalışalım. Bunun için elimizde fizikteki gibi labaratuarlar veya metamatik modeller yoktur. Soyutlama ile gitmek gerekir sosyal bilimlerde.
Sadece politik olanın neye göre belirlendiğini incelediğimizde, yani bir soya, bir ulusa, bir dine göre vs. belirlenebilir dediğimizde, belli bir açıklığa ulaşmış oluruz ama hala gizli bir varsayımımız daha vardır. Politik olan diye ayrı bir şeyin varlığı.
Politik olandan, politik birimden söz ettiğimize göre, politik olmayan diye bir şey olsa gerektir.
Politik olandan söz edebilmek için ve politik olan ve olmayan diye bir ayrıma dayanan daha derinde daha başka bir gizli varsayım olması gerekmektedir. Böyle bir varsayım olmadan politik olandan söz edilemez ve dolayısıyla politik olanın ulusal olanla veya her hangi bir şeyle çakışması gibi bir tanıma ulaşılamaz. Tıpkı fizikçilerin, böyle bir fenomen veya parçacık olması için onun da şunlardan oluşması, şöyle parçacıklar olması gerekir demesi gibidir bu yaptığımız.
Evet böyle gizli bir varsayım vardır. Gerçekten de modern toplum öncesinde politik olan ve olmayan diye bir ayrım yoktu. Eski toplumlar sadece politik olanı farklı tanımlamıyorlardı; yani örneğin bir kente göre tanımlamıyordu; onlarda politik olan ve olmayan ayrımı diye bir ayrım da yoktu. Her şey politikti. Veya politik olan her şeydi
Yani biz, “ulusçuluk ulusal birimle politik birimin çakışmasına dayanan siyasal ilkedir” dediğimizde de hala tarihe ulusçuların açısından bakıyoruz ve onda da politik olan ve politik olmayan ayrımın diye bir ayrımın var olduğunu düşünüyoruz; onun bu günkü modern toplumdan tek farkının politik olanı başka bir ilkeye göre tanımlamakta toplandığını söylüyoruz demektir.
Yani hala ulusçuların kabul edebileceği bir alandayız demektir. Zaten bu tanımı ortaya atan Gellner de bir ulusçudur. Burada demokratik ulusçuluğun kabul edebileceği, aydınlanmaya uygun bir tanım alanındayız demektir hala.
Ancak modern toplumun eski toplumla ayrımı; politik olanı farklı bir ilkeye göre tanımlamasında değildir; politik ve politik olmayan, yani özel ayrımındadır. “Eski toplumlar politik olanı başka bir ilkeye göre, örneğin dine veya soya göre tanımlıyorlardı” demek, ortaçağda çocukların büyük bir insanın küçük bir biçimi olduğunu düşünmeleri; hatta erkeğin sperminin küçük bir insan olduğunu sanmalarından farksızdır. Kapitalizm öncesi; ulusçuluk öncesi tarihte politik olanın başka bir şeye göre tanımlandığını söylemek, onlara bu günkü toplumun; ulusçuluğun gözünden bakmaktır. Onların esas farkı, politik ve politik olmayan (özel) ayrımının onlarda olmamasındadır.
O halde ulusçuluğun daha derinine , özüne inen bir tanıma ulaşıyoruz:
Ulusçuluk, politik ve özel ayrımına dayanan bir toplumsal örgütlenmeyi savunmaktır. Çünkü bu ayrım olmadan, politik olanın neye göre tanımlanacağı gibi bir sorun ortaya çıkamaz.
Yani özel kavrayışı ile politik kavrayışı birbirinden ayrı düşünülemez. Özel diye bir ayrım veya kavram olmasaydı politik olmazdı. Özel, bir şeyleri politik alanın dışına atmanın aracıdır.
Ama dikkat edelim, ki burası en kritik noktadır, bu atmanın kendisi politik, hukuki veya ideolojik bir eylemdir, ayırımdır.
Öte yandan bu politik ve ideolojik ayırmanın kendisi sosyolojik olarak bunların ayrılamayacağını gösterir. Yani özel, politik diyerek hukuki, ideolojik veya politik olarak ayrılanlar, aslında sosyolojik olarak birbirinden ayrılamadığı için bu ayrımı yapmaktadır modern toplumun örgütlenmesi. Özel diye ayırmanın kendisi politiktir. Eğer sosyolojik olarak böyle bir ayrım olsaydı, özel ve politiği ayırmak diye politik veya ideolojik bir sorun olmazdı. Tıpkı katılarla sıvıların ayrılması diye ideolojik, politik veya hukuki bir sorun olmadığı gibi.
Bu ayrımın sosyolojik değil, ideolojik, politik bir ayrım olduğunu kavramak metodolojik bakımdan hayati önemdedir. Çünkü bu politik ayrımı sosyolojik bir ayrım gibi aldığınız andan itibaren, siz de bu hukuk ve ideoloji çerçevesinde düşünmeye başlamış olursunuz. Yani bir burjuva olarak; bir milliyetçi olarak düşünmeye başlamış; burjuva uygarlığının kategorileriyle düşünüp davranmış olursunuz. O andan itibaren de bilim değil; ideolojidir artık sizin yaptığınız.
Son yüz elli yılın bütün sosyal biliminin yaptığı tam da budur. Burjuva uygarlığının ve ideolojisinin gücü buradan gelmektedir; onun en keskin muhalifleri bile onun yayıcıları ve kullanıcıları olmaktan kurtulamamaktadır. Esher’in resminin içirdekiler onun dışına çıkamamaktadırlar.
Hemen sezileceği gibi burada da, daha üst ve daha derin bir düzeyde, metodolojik düzeyde, kedilerin kuyruğunu yakalayamamasının bir benzeriyle karşı karşıya olduğumuz görülür.
Modern toplum özel ve politiği ayırır, ama bu ayrımın kendisi ideolojktir ve modern toplumun dayandığı hukuki bir ilkedir. Siz bu ayrımı bilinçli veya bilinçsiz bir sekilde sosyolojik bir analiz, sosyolojik bir ayrımmış gibi ele aldığınız andan itibaren, farkına varmadan modern toplumun ideolojisiyle, yani burjuvazinin ideolojisiyle düşünmeye başlamış olursunuz. Onun dışına çıkmanız mümkün olmaz.
İşte Marks’tan bu güne kadar işçi hareketini ve sosyalist hareketi kakırdatan son derece tehlikeli yanlış anlama budur. Bunun sonucu olarak örneğin dinler özel olarak tanımlanmaktadır ve öyle ele alınmaktadır. Ama dini özel olarak ele almanın kendisi, özel diye bir şeyin varlığına dayanan burjuva ideolojisinin bir kabulüdür. Bu noktada marksizm ve sosyalizm de kuyruğunu yakalayamayan kedi durumuna düşer.
Görüldüğü gibi ulusçuluğun ilk baştakinden çok farklı bir tanımına ulaştık. Yola ilk çıktığımızda; “ulusçuluk ulusal olanı öne çıkarmaktır” demiştik. Sonra “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır” demiştik. Şimdi “politik olana ve olmayan diye bir ayrım yapmanın kendisidir” tanımına vardık.
Gerçekten bu tanım bize bütün modern toplum ve modern olmayan toplum arasındaki temel farkı vermektedir. Dolayısıyla şimdi artık ulusçuluğu kendi dışındaki bir şeyle tanımlamış olmaktayız.
Ve bu tanım sadece mantıki olarak ulaşılmış bir tanım değildir, tarihi olarak da ulusçuluk tam böyle ortaya çıkmıştır. Gerçekten de ulusçuluk ilk çıktığında tam da bu ayrımdan yola çıkmıştır. Bu da zaten bizim mantıki analizimizin çarpılmalardan soyutlanmış tarihsel süreci ifade ettiğini gösterir.
Yani bizim analitik olarak ulaştığımız öz, aynı zamanda tarihsel olarak ulusun ortaya çıkışında da görülür. Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu, onun en saf ve mükemmel biçiminde görülüp anlaşılabilir. Bu özel ve politik ayrımının kendisidir.
Gerçekten de, modern aydınlanma düşünürlerini ve Amerikan, İngiliz ve Fransız devrimlerini göz önüne getirdiğimizde, bütün bu devrimlerde, ulus kavramının bu bağlamda tanımlandığı; insan ve yurttaş’ın özdeş kullanıldığı, bu günkü dile, dine göre tanımlanrmış uluslarla bu ulusçuluğun çok farklı olduğu, ulusçuluğun bu otantik ve en gelişmiş biçiminin özünün tam da bu ayrım olduğu görülür.
İnsan hakları evrensel beyannamesinde bütün insanlar dili, dini, soyu vs. eşittir denir. Bu bunların politik bir anlamı yoktur demektir. Ve bu beyannamelerde insan ve yurttaş eşit idi farklı bir şey kastedilmiyordu. Yani kökeninde ulusçuluk, insanlar arasında dilin, dinin politik bir anlamı olmaması, bunların özel denilen politik olmayan bir alana itilmesidir. Eşitlik, aslında “bunların politik anlamı yoktur, bunlar özele aittir” demenin diğer ifadesidir. Uluslar ilk önce bu ayrım temelinde ortaya çıkmışlardır ve bu gün anladığımız anlamda uluslarla bir ilişkisi yoktu bu anlayışın. O zamanlar politik olan, yurttaşlıkla, insan haklarıyla tanımlanıyordu, ulusun bir dile, dine, etniye, ortak tarihe, keder birliğine vs. göre tanımlanması çok sonra ortaya çıkmıştır ve aslında gerici bir ulusçuluk anlayışını ifade eder. Bu gün, genel kullanımda ulusçuluk denen şey işte bu ulusçuluğun gerici biçimidir. Aslında ulusçuluğa karşı çıktığını söyleyenler; ulus devletin aşılması gerektiğiniden söz edenler hep, bu gerici biçimine karşı çıkmaktadırlar ulusçuluğun. Çünkü bunların hiç biri, bu ayrımın kendisini tartışma konusu bile yapmamaktadırlar. Politik olan diye bir şeyin ayrılmasına değil; politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına değil; politik olanın yani ulusun dile, dine göre tanımlanmasına karşıdırlar. Onu insan veya yurttaşlık haklarıyla tanımlamak ulusçuluğun aşılması değil, tam da kendisi ve özüdür.
Politik olan da başlangıçta hiç de bu günkü anlamda bir dile dine dayanan ulus ile değil, tüm insanlar ile tanımlanıyordu. Amerikan veya Fransız devrimlerinde Yurttaş ve İnsan özdeş kavramlardı. İnsan hakları beyannameleri aynı zamanda anayasalar ve yurttaşlık beyannameleriydi. Bu bile bize modern toplumun var oluş biçimi olan ulusçuluğun özünün bizzat bu ayrım olduğunu gösterir.
Hemen görülür ki, en saf, en gelişmiş ve en otantik devrimci biçimiyle ulusçuluk tüm insanların kardeşliği fikriyle çelişmez. Bu çelişmezlik sadece mantıki ve analitik bir çelişmezlik de değldir. Tarihsel olarak da böyledir. Burjuva devrimcileri ve aydınlanma filozoflarının çeşitli biçimlerde ifade ettiği, “Vatanım yeryüzü, milletim İnsanlık” ideali, bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun programını ve anlayışını temsil eder. Tam da bu nedenledir ki, bizzat burjuva devrimcileri tarafından ifade edilmişlerdir. Osmanlı’nın burjuva devrimci fikirleri savunan tek şairi Tevfik Fikret “Vatanım ruyi zemin, milletim beşeriyet” dediğinde tam da bu ulusçu ilkeyi ifade etmiş olur.
Ama bu ulusçuluk ile bu günkü ulusçuluk birbirine galaksiler kadar uzaktır. Bu günkü ulusçuluk aslında bu devrimci ulusçuluğun en temel ilkesinin inkarına ve sınırlandırılmasına dayanır. Bu inkar ve sınırlama, bir ülke toprakları, bir din, bir soy, bir dil, bir kader ortaklığı ile belirlenir. Başlangıçta tüm insanlar için geçerli olduğu düşünülen eşitlik ve insan hakları artık sadece o ulustan olanlar için geçerli olur. Bu gün ulusçuluk denen şey, işte bu gerici ulusçuluktur. Bu günkü yaygın kullanımıyla ulusçuluk, aslında ulusçuların gerici ulusçuları tanımlamakta kullandığı bir kavramdır.
Ama bu kullanımın kendisinin bizzat ulusçuluk olduğunu; ulusçuluğun özünün politik ve özel ayrımı olduğunu kavradığımızda, Bu ayrımı sorgulamayan, evrensel tarih ve toplum üstü bir ayrım olarak gören, sosyolojik bir ayrım olarak gören her kavrayışın aslında ulusçulukla malul olduğu ortaya çıkar. Burada hemen, marksizm ve anarşizm gibi eşitlikçi ve burjuvaziyşe karşı çıkan öğretilerin aslında bu gerçek ulusçuluktan ötesine gidemediği ve onu hiç sorgulamadığı da ortaya çıkar.
Böylece ulusçuluğun neden anlaşılamadığı, ulusun neden açıklanamadığı, buradaki sonsuz tekerleme, bu sefer gerçek ulusçuluk tanımında da ortaya çıkar.
Onlar, özel politik ayrımının hukuki ve ideolojik bir ayrım olduğunu görmedikleri, bunu sorgulamadıkları, bir sosyolojik ayrım gibi ele aldıkları için ulusçudurlar; ulusçu oldukları için bunu sorgulamadıklarından ulusçu olduklarını anlayamazlar; Ulusçu olduklarını; yani bu ayrıma dayandıklarını anlayamadıkları için; bu ayrımı sorgulayamazlar. Ve bu böyle gider. Damdan düştü kurbağa...
Bunun fasit dairenin dışına ancak, tüm insanlık tarihinin sosyolojik bir ele alınışıyla çıkılabilir. Ancak o zaman, dinlerin birer inanç olmadığı; ulusçuluğun, yani bizzat bu ayrımın kendisinin de modern toplumun dini olduğu ortaya çıkar. O zaman bu dine karşı alternatif bir dinin; başka bir uygarlığın dayanması gereken ilke, bizzat bu ayrımın kendisini sorgulamanın kendisi olarak açıkça ortaya çıkar.
O halde, burjuva uygarlığına karşı bir program geliştirmek; sadece politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasını sorgulamaktan değil; bizzat bu ayrımın kendisini sorgulamaktan geçer.
Ne var ki, bu gün tarih öyle gerici bir noktaya kaymıştır ki, işçi hareketinin yeniden canlanabilmek için, tamamlanmamış projeyi tamamlamayı bir görev olarak önüne koyması; politik olanın gerici ulusçuluklarca tanımlanan biçimlerine karşı bir savaş başlatması gerekmektedir. Bu günkü koşullar, ilerleyebilmek için gerilemeyi ve hız almayı; bırakalım bu ayrımı sorgulamayı; bırakalım politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesine son vermeyi; ulusal olanın dile, dine, etniye, soya, coğrafyaya vs. dayanan biçimlerine karşı geniş bir cephe oluşturmayı; devrimci ulusçuluğun ilkesini savunanlarla; gerici ulusçuluğun ilkesini savunanların cephelerini ayırmayı gerektirmektedir. Ancak bu yoldan tekrar tarih tüm bu ayrımın kendisini sorgulayacak dev adımları atmak için hız alabilir. İnsanlık sıçrayabilmek için, burjuva devrimlerinin ideallerine gerilemek, oradan aldığı hızla ileri fırlamak zorundadır.
*
İşçilerin marşının son sözü olan “Enternasyonalle kurtulur insanlık” sözleri bile burjuva devrimlerinin “Vatanım yer yüzü milletim insanlık” anlayışından daha geri bir ulusçuluk anlayışını yansıtır.
Enternasyonal, bir çok ulusun var olduğu bir dünyayı var sayar, bu uluslar arasındaki kardeşliği. Ama bu uluslar neye göre şekillenecektir? En demokratiklerinde bile belli bir toprak parçasına, ya da Almanlarda olduğu gibi, Almanlığa, yani kültürel veya biyolojik bir ortaklığa. Yani gerici bir ulusçuluğa göre oluşmuş ulusların varlığını veri kabul edip onlar arasında bir kardeşliğe ulaşmayı amaçlamaktadır İşçilerin marşı. İşçilerin marşı, ulusların dile veya dine göre tanımlanmışlığını sorgulamaz.
Halbuki, vatanım yeryüzü, milletim insanlık sözleri, insanlık temelinde bir tek ulusu var sayar ve bu anlamda, enternasyonaldan çok daha devrimcidir; yurttaş ve insanın özdeşliği fikrine dayanır; gerci ulusçuluğu; ulusların dile, dine göre tanımlanmasını sorgular. Marsseyyes’in yurttaşı Fransız değildir, potansiyel olarak tüm insanları kapsar. Ama Enternasyonal’i söyleyen işçi, dile, dine, etniye göre tanımlanmış bir ulustandır; ulus derken de bunu anlar ve ulusun böyle tanımlanmasında bir sorun görmez. Bu nedenle gerici bir ulusçuluğu içinde barındırır; onun ters yüz olmuş biçimidir. Bütün herkesi şaşırtan, komünistlerin birinci sınıf gerici ulusçular olarak ortaya çıkmasının ardındaki sır budur.
Enternasyonalizm, politik ve politik olmayan ayrımını sorgulamadığı için sadece milliyetçi değil; tüm ulusların gerici milliyetçilik temelinde oluştuğu bir çağda ulusların böyle tanımlanmasını ve oluşturulmasını, bu biçimini sorgulamadığı için potansiyel olarak gerici bir milliyetçilik anlayışını barındırır içinde. Ulusların neye göre tanımlandığı konusunu sorun etmez ve etmeyerek gerici milleyetçiliğe kurulmuş uluslara meşruiyet kazandırdır. Bu nedenle, aydınlanmanın, özeli politikten ayırmaya dayanan; vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen saf milliyetçiliğine göre aynı zamanda bir gerilemeyi ifade eder.
Ama tarihsel olarak bakıldığında, bu aynı zamanda işçi hareketinin henüz çocukluk çağının; burjuvazinrin dini içinde ona bir heretik muhalefet olmaktan öteye gidememesinin; başka bir uygarlık projesi geliştirecek bir olgunluğa ulaşamamasının ifadesi olarak da görülebilir. Tıpkı burjuvazinin ilk muhalefetini dini biçimler altında ifade etmesi gibi.
Bu anlamda, devrimci dönemin ulusçuluğuna dönüşün belli bir gerekliliği anlamında “Aydınlanma tamamlanmamış bir projedir”. İşçi hareketi ona dönerek onun görevlerini tamamlayarak onu aşabilir. Bu tamamlanmamış projeyi bir yan ürün olarak tamamlamak gerekmektedir.
*
Ulusçuluk özünde özel ve politik ayrımı ise, ulusçuluğun açıklaması özel ve politik ayrımının niçin ve nasıl gerekli ve mümkün olduğu noktasından yapılabilir.
Marsksizm bu ayrımların, yani bu bilincin, maddi üretim ilişkilerindeki değişmelere bağlı olarak ortaya çıktığı hipotezine dayanır. Bu ise şimdiye kadar ulus ve ulusçuluk adına yapılmış tanımların yanlışlığını da gösterir.
Şimdiye kadarki “İç Pazar”; “hayali cemaatler” gibi açıklamalar, bize hep ulusun ve ulusçuluğun farklı biçimlerini anlatır ama onun kendisini sorgulamaz, yani bu ayrımın kendisini sorgulamaz ve açıklamaz.
Bir ulus ve ulusçuluk teorisi, ulusçuluk bu ayrımın kendisi olduğuna göre, özel ve politik ayrımının niçin ve nasıl mümkün ve gerekli olduğunu açıklayan bir teori olabilir. Hangi tarihsel ve toplumsal koşullar; üretim ilişkilerindeki hangi değişmeler bu ayrımı mümkün ve gerekli kılmıştır?
Sorun böyle koyulduğunda, bir ulus ve ulusçuluk teorisinin dayanması gereken bütün kavramsal araçların Marks’ın temel eserinde, Das Kapital’de hazır olarak kullanılmayı beklediği görülür.
Birkaç fırça darbesiyle şöyle özetlenebilir.
Bizzat Marks’ın belirttiği gibi, Kapitalizm öncesinde sömürünün kaynağı ekonomi dışı zordur. Esas olarak vergiler ve yağmadır. (Tefeci bezirgan sermayenin karının kaynağı ise, değer transferidir. Sonunda toplum zenginleşmez; bir taraf fakirlerken değeri zenginleşir.) Kapitalizmde ise, sömürü üretimin kendisinde gerçekleşir. Kapitalizmin işlemesi için, soyut olarak, hiçbir ekonomi dışı zor gerekli değildir. Nasıl Lenin’in Devlet ve İhtilal adlı kitabında, proletarya diktatörlüğü anlatılırkan parti diye bir tek kavram geçmez ve böyle bir kavrama ihtiyaç duyulmaz ise; Marks’ın kapitalist sömünürünün özünü işlediği Kapital’de devlet yoktur ve kapitalist sömürüyü analiz aracı olarak devlet diye bir kavrama ihtiyaç duyulmaz. O sınıf ilişkilerini açıklamanın bir aracıdır ama soyut ve saf haliyle kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için öyle bir kavrama gerek yoktur. İşgücü, sermaye, ücret, artı değer, değer, emek gibi kategoriler yetmiştir bu üretim biçiminin özünü ve sümürünün işleyişini ortaya çıkarak için. Halbuki kapitalizm öncesinde sömürüyü açıklamak için devlet ve ekonomi dışı zor, olmazsa olmaz bir kavramdır.
Kapitalizmde sömürü için devlete, yani politik olana dair bir zorunluluk bulunmaması; ideolojik ve politik olarak politiğin örneğin ekonomiden ayrı olarak tasavvurunu mümkün kılar. Yani kendisi bir ideoloji olan bu ayrımın kökleri bizzat sömürüde bir politiğe (devlete) ihtiyaç duyulmamasıyla bağlantılıdır. Yani kapitalist sömürünün özündedir modern toplumun dininin; politik ve politik olmayan ayrımının ortaya çıkışının açıklaması; ekonomi dışı zora dayanmayan sömürüdedir.
Kapitalizmde artı değer üretimi için ekonomi dışı zora bir gerek olmaması bize bize bu ayrımın mümkün olmasının koşulunu gösterir ama niye özel diye; politika dışı diye bir kategorinin yaratıldığını açıklamaz henüz. Bunun anahtarı da yine Marks’ın eserindeki İşgücü kavramındadır. Modern topluimun anantarı , Marks’ın bu kapitalist toplumu açıklamak için geliştirdiği anahtar ve en büyük keşfi olan anahtar kavramdadır.
İş gücünün kullanım değeri somut işçinin fiziksel ve manevi özelliklerinden bağımsızdır. Yani artı değeri yaratan metaın kullanım değeri bakımındanr; artı değerin oluşması; kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için, kapitalizm öncesi toplumun örgütlenmesinin temelini oluşturan din ve soy (ki soy da bir dindir, komünün dinidir) hiçbir öneme sahip değildir. Yani Allaha inana veya inanmayan, bir siyah; beyaz veya homoseksuel veya kadın veya erkek işçiler, aynı işi yaptıkları takdirde aynı miktarda artı değer üretirler.
Özel diye niye bir kategori gerekmiştir? Kapitalizm öncesinde tüm toplumsal örgütlenmenin özünü belirleyen soy ve dinlerin modern artı değer üretiminde, iş gücünün kullanım değeri bakımından bir farkı olmaması nedeniyle bunların iktidardan uzaklaştırılmasının ve işlevsizleştirilmesinin bir aracıdır bu ayrım ve özel kavramı (bugün kültür kavramı da bu işlevi görmektedir).
Böyece kapitalizm öncesinde toplumsal örgütlenmenin özünü ve temelini oluşturan soy ve din toplumun ve insanın yaşamasıyla ilgili tüm işlevini yitirir. Bunların özel denerek, politik alanın dışına atılması olanağı ortaya çıkar. Kapitalizm kendisi soya ve inançlara dayanan bir dünya içinde doğduğundan, o toplum böyle örgütlendiğinden, kapitalist ekonominin işleyişi için ekonomiye uygun olarak, onların toplumsal örgütlenmedeki anlamlarının iptal edilmesi gerekmektedir. Yani modern toplumun dinininin kendinden öncekiler üzerindeki diktatörlüğünün ifadesidir bu ayrımın kendisi. Özel ve politik ayrımının kendisi bir diktatörlüktür. Bu nedenledir ki bütün demokrasiler aynı zamanda diktatörlüktür. İş gücünün kullanım değeri ile onun fiziki ve manevi nitelikleri arasında bir ilişki bulunmaması bunu mümlkün ve gerekli kılmıştır.
*
Böylece ulusçuluğun, yani politik ve politik olmayan ayrımının, niçin modern toplumun üst yapısı olduğunu da görmüş bulunuyoruz: sömürünün ekonomi dışı zor olmadan gerçekleşebilmesi ve artı değeri yaratan iş gücünün fiziki veya nanevi özelliklerinin onun kullanım değerinde bir farklılığa yol açmaması.
Bu saf, ideal, özdeki biçimiyle ulusçuluk saf ve ideal bir kapitalizm için ideal koşulları yaratır. Ulusçuluk kendini soyun veya inancın tüm toplumsal örgütlenmeyi yarattığı bir dünyaya göre tanımlamıştır ve oyle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, ulusçuluğun bu gün anladığımız anlamda uluslarla ilgisi yoktur. Onun özelliği, inanç veya soyun hukuken politik alanın dışına atılmasındadır. Burjuvazinin devrimci dönemi veya aydınlanma dediğimiz budur.
Ama bu bir kez ortaya çıkınca, burjuvazi egemen bir sınıf olduğu için, derhal gericileşmiş ve ulusu, kapitalizm öncesine karşı, o zamanlar özdeş olan insan ve yurttaş haklarıyla değil, dille, dinle, soyla tanımlamaya başlamıştır. Ulusçuluğun bu gerici biçimi, ulusçuluğun kendisinin bu olduğu yaygın yanılgısının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ama ulusçuluğun kendisinin bu gerici ulusçuluk olduğunu sanmak, tam da ulusçuluğun kategorileriyle düşünmek, yani ulusçu olmak anlamına gelir. Bu nedenledir ki ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar.
Hemen anlaşılacağı gibi, biz burada ulusçu derken ulusçuların dediği anlamda değil, Marksist anlamda, Tarihsel anlamda bir ulusçulukktan söz ediloruz. Yani vatanım veryüzü, milletim insanlık demenin tam da ulusculuk olduğunu söyleyen bir ulusçuluktan, onun özünden söz ediyoruz. Böylece politik birim ile ulusal birimin çakışması veya ulusun çıkarını öne almak gibi tanımların aslında ulusçuluğun ulusçuluk tanımları olduğunu da daha açık görüyor ve kedilerin kuyruklarını niye yakalayamadıkları daha açık olarak anlıyoruz.
Böylece, “çok kültürlü, çok renkli toplum” veya “ulus devletin ömrünü doldurduğu” gibi son zamanlarda moda olmuş sözlerin hiçbir bilimsel değeri olmadığı, bunların bizzat ulusçuların kavramları olduğu; ulusun belli bir etni veya dile göre tanımlanmasının yerine, örneğin belli bir toprak parçasında yaşayan insanlara göre ulusun tanımlanmasının, ulusçulara ulusal devletin yok olması olarak göründüğü de açıkça ortaya çıkmaktadır.
Ve bu bize şunu da gösterir: aslında bu gün ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenlerin hepsi ulusçudurlar. Onlar sadece, ulusçuluğun gerici biçimlerine karşıdırlar. Bu gerici biçimler iş gücünün bugünkü hareketlilik koşullarında sermayenin isteklerine ve ihtiyaçlarına uygun düşmemektedir. Yani yine bizzat bu günkü söylemlerin temeli de yine bizzat üretim ilişkilerindeki değişmelerdedir.
Ne var ki, sermaye dünyanın yoksul ülkelerini sömürebilmek onlar üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek için, kendi ulusçuluğunda dil, din, etniyi bütünüyle politik alanın dışına atar, otantik ulusçuluğa bir ölçüde yaklaşırken, geri ülkelerde, ulusları etniye göre, dine göre tanımlamaktadır. Bunun adı da “Nation bildung” olmaktadır.
Yani biçimsel olarak örneğin Irak veya Afganistan diye bir ülke ortada kalmaktadır ama artık aslında bu ülke, dine veya etniye göre tanımlanmış birçok ulustan oluşmaktadır. Yeni yaratılan, her türlü din, dil etninin hiçbir politik anlamının olmadığı; dinsiz, dilsiz, etnisiz, bir zamanların devrimci ulusçuluğunun Afganistan veya Irak ulusu değil; demokratik bir cumhuriyet değil; her biri dile, dine etniye göre tanımlanmış, devetçiklerin daha doğrusu politik birimlerin (ki bunların bağımsızlığını ilan etmemesi bütünüyle güç dengeleri ile ilgili bir sorundur) birliğidir. Yani politik olan etniye ya da dine göre tanımlanmakta, ilişkiler bunlar üzerinden yürütülmektedir. Her ülke aslında küçük bir dünyadır, meclisler birleşmiş milletler gibidir. Nasıl dünyada ancak uluslar aracılığıyla temsil mümkünse, ülkelerde de dinler, etniler aracılığıyla mümkün olabilmektedir. Bunun tüm insanları eşit gören ve dili, dini, etniyi politik alanın dışına atan demokratik ve devrimci ulusçulukla hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin, bir Kürt, Kürt oluşu dolyayısıylaı Irak’ın yönetiminde paya sahiptir. Ama Kürtlüğü veya Araplığı reddedip, bunların bir politik anlamının olmasına karşı çıkanların, insan veya orta doğulu veya ıraklı olarak temsil edilme olanağı yoktur. Bir Şii, bir Kürt, bir Arap, bir Sünni olarak bunlara karşı çıkabilir. Demokratik bir cumhuriyette aslında bir hak olması gereken şimdi mücadele edilip ulaşılması gerekendir.
ABD ulusların ve devletlerin dillere ve dinlere göre tanımlandığı bir dünyada, ulusların buna göre tanımlanmasına karşı çıkmamaktadır. Kendi devrimci doğuşunun ilkelerine, kendi dayandığı ilkelere bağlı olsa böyle yapması gerekir. Kendi ulus ilkelerini oralarda da geçerli kılması gerekir. Güney’e karşı savaşırken böyle yapıyordu.
Hayır, bugün bunu yapmamaktadır, bunun yerine, o, dile, dine, etniye göre oluşmuş ulusların ezdiği halkları yine dile, dine etniye göre tanımlanmış uluslar olarak şekillendirmekte, desteğini bu gerici ulusçuluğa vermekte ve bunlar aracılığıyla gericiliğini ilericilik gibi gösterip, o ezilen halkları yedeğine alabilmekte ve ilerde birbirine karşı kullanabilme ve onların birleşmesinin bütün yollarını kapamanın yolunu açmaktadır. Bu ona aynı zamanda bu günkü gerici rejimlere karşı bu rejimlerin ezdiği bütün dil, din ve etnilerden insanları seferber edebilme ve yedeğine alma olanağı vermektedir. Bu belki o dil ve dinden insanlar için baskının bir biçiminden kurtuluş anlamaına gelmekte, ama gerici ulusçuluğu güçlendirmekte ve halkların birleşmesini engelleyip onları birbirine karşı kullanmanın yolunu açmaktadır.
İşte bu nedenle, ulus ve ulusçuluk konusu, güncel politikayla, dünyanın izleyeceği seyirle çok yakından ilgilidir. Orta doğunun kaderini hangi ulus ve ulusçuluk anlayışının bölge halklarınca benimseneceği ya da onlara dayatılan gerici ulusçuluğa karşı durup duramayacakları belirleyecektir. ABD ve Bölge rejimlerinin gerici, ulusu dille, dinle, etniyle tanımlayan ulusçuluğu mu; aydınlanmanın “vatanım yeryüzü milletim insanlık” diyen; insan ve yurttaş haklarını özdeş gören; ulusun tanımından tüm dilsel, dinsel, etnik, kültürel, tarihsel göndermeleri atan devrimci ulusçuluğu mu?
İşçi hareketi ve Sosyalizm, uluscuların ulusçuluk olmadığını söyledikleri, “Vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen aydınlanmanın ulusçuluğunu desteklemeli ve onunla politik ittifak yapmalı; Ama bunun ulusçuluğun aşılması olduğunu söyleyenlere karşı da; bunun tam da ulusçuluk olduğunu söyleyerek ideolojik mücadele etmelidir.
*
Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın kaderi ile hangi ulusçuluğun üstün geleceği arasındaki bağdan söz ettik. Bu bağ, teorik ve ideolojik düzeyde bizzat Murray Bookchin ve Abdullah Öcalan’ın tezlerinde ortaya çıkmaktadır.
İlk bakışta son derece soyut tartışmalar gibi görünen, Anarşistler ve Marksistler arasındaki tartışmaların, nasıl somut ve pratik politikanın konusu oldukları bu bağlamda açıkça görülebilir.
Bu bağ Orta Doğu’daki, bir kitle temeli olan en demokratik hareketin önderinin Murray Bookchin ile ilişkisi ve ondan esinlenmesiyle daha somut olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle önce Murray Bookchin’den başlayalım.
Bilindiği gibi Bookchin’in kitapları ve konfederalizm konusunda yazdıkları Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm projesine ilham vermekte veya en azından isim babalığı yapmaktadır. Bunlar Görüşme Notları’nda çok açık olarak görülebilir.
Örneğin 16 Mart 2005 tarihli Görüşme Notları’nda görüşmeye elinde Bookchin’in kitabıyla geldiği belirtiliyor:
“(Elinde M. Bookchin’in Ekolojik Topluma Doğru kitabıyla gelerek)”
Bu elde taşınan kitabın aynı zamanda tavsiye olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Ayrıca görüşmelerde Boockin’e ilişkin oarak şu sözler geçiyor:
“Marx’ın değer teorileri bir fecaat. Bu değer teorisi hakkında benim kuşkularım var. Yeni sol buna yeni yaklaşıyor. Çokluk’un yazarları, Wallerstein, Bookchin bunları yazıyorlar. Ama sistematize etmede biz daha ileriyiz, daha pratiğiz. Değer teorisinin kapitalizme karşı bir karşı koyuşu yok....”
Biraz aşağıda yine şu sözler:
“Özgürlüğün Ekolojisini yine okuyorum. Çokluk’un yazarları, yine Wallerstein , Bookchin, analiz okulundan Braudel, bunların düşüncelerini önemsiyorum.”
Bookchin’in görüşleri ve bu bağlamda da Liberter teori, Ortadoğudaki belli bir örgütsel gücü ve kitle desteğini hala temsil eden en önemli demokratik hareketin önderinin görüşlerini dolayısıyla ortadoğunun geleceğini bir şekilde etkilemektedir. Sadece bu aktüel ve politik öneminden dolayı bile ele alınıp tartışılması gerekir.
Ancak sadece bu görüşlerin etkisi değil; fikirlein kendisi de ilgiyi hak etmektedir.
Bookchin ekolojik paradigmanın öneminin ilk kavrayanlardandır. Bu bağlamda son yıllarda ekolojik paradigmaya ilginin artmasıyla birlikte okunan bir yazardır. Son yıllarda birkaç kitabı Türkçe’de yayınlanmış bulunmaktadır. Ayrıca bir çok makaleleri de yayınlanmıştır ve yayınlanmaktadır.
Kendisinin Marksist bir geçmişi bulunmaktadır. Ve Marksist gelenek içinde de, bir zamanlar onun en otantik savunucularıyla (Troçkist akımla) ilişki içinde olduğu için, en azında olgular hakkında ve bilgi düzeyende Stalinist veya merkezci birçok Marksist’ten bile daha sağlam olgusal bilgilere sahiptir. Bu da konunun ayrıntı ve olgu düzeyinde bir tartışmaya kaymasını engellemek için iyi bir olanak sunmaktadır.
*
Stalinist bir bürokratik diktatörlüğün ve onun ideolojisinin Marksizm olarak bilinmesi nedeniyle, Marksizm yanlış olarak devletçilik olarak anlaşılmaktadır. Marksistler ve Anarşistler arasındaki daha önceki tartışmalar hakkında yüzeysel bilgiler de böyle bir kanıyı güçlendirmiş bulunmaktadır.
Ne var ki, bu baştan aşağı yanlış bir görüştür, Marksistlerle anarşistler arasındaki fark marksistlerin devletçi veya hiyerarşik sistemlerden yana, anarşitlerin devlete ve hiyerarşik sistemlere karşı olmalarında değildir. Bu stalinizmin yarattığı bir yanılgıdır. Otantik biçimiyle marksizm, anarşizmden daha az devlet ve hiyerarşi düşmanı değildir.
Aksine, Marksistler, Anarşistlerin artık devlet olmadığını söyledikleri şeyin tam da devlet olduğunu söylerler. Örneğin Paris Komünü’nda bir tek marksist yoktu. O tamamen Anarşistlerin artık devlet olmadığını söyledikleri modele göre oluşmuştu. İşte Marksizm, bizzat anarşistlerin oluşturduğu bu aracın devlet, proletarya diktatörlüğü olduğunu söyler. Bu nedenle Engels, “Proletarya Diktatürlüğü ne midir? Paris Komünün bakın o Proletaryşa diktatörlüğüdür” der. Ve Paris Komünündde bir tek Marksist yoktu.
Yani gerçekte devlete karşı olan ve onun yok oluşunun tarihsel ve toplumsal koşulları için mücadele eden marksistlerdir. Bu ilişki tıpkı, milliyetçilik karşısında, devrimci demokrasi ve marksizmin ilişkisi gibidir. Onlar milliyetçiliğin dile, dine, etniye dayanan gerici biçimini milliyetçilik olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını milliyetçiliğin aşılması olarak görmektedirler. Aynı şekilde anarşistler de, devletin geçici ve bürokratik biçimlerini devlet olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını devletin ortadan kalkması olarak tanımlamaktadırlar.
Marksizm ise, milliyetçiliğin aşılması denenin tam da milliyetçiliğin özü; devletin ve hiyerarşinin aşılması denenin tam da devletin özü olduğunu söyler ve gerçekten onların aşılmasının koşullarını oluşturmaya çalışır.
Devrimci dönemin milliyetçiliği ile anarşizm arasındaki bu yakınlık rastlantısal değildir. Anarşistlerin aslında nasıl da özünde devrimci demokratik milliyetçiler olduğunu Murray Bookchin örneğinde şimdi görelim.
(Ama burada şunu not edelim. Yiğidi öldür hakkını yeme derler. Ulus konusunda Marksizm de Anarşizm de aynı kavrayışsızlığa sahip olmuştur. Marksistler ulus konusuna, önce bütünüyle işçi hareketinin stratejisinin bir unsuru olarak baktıklarından; sonradan ise bizzat kendileri bilinçsizce de olsa gerici ulusçuluğun meşrulaştırıcısı durumuna düştüklerinden; burjuva devrimlerinin humanist ideallerine bağlılığını sürdüren anarşistler, devlet karşısındaki tavırlarıyla birlikte, milliyetçiliğe karşı daha bağışıklı ve daha turarlı bir konumdaymış gibi göründüler.
Ne var ki bugörünüş aldatıcıdır.
Anarşiszmin milliyetçilik anlayışı, devrimci burjivazinin milliyetçilik anlayışından başka bir şey değildir; elbette bu milliyetçili, Marksistlerin, gerici milliyetçiliğe kadar evrim geçiren ve ulusları artık dil; din, etni vs. ile tanımlayan milliyetçiliğine göre çok ileri bir noktadır. Ama bu ileri nokta, aslında Marksizmin içinde potansiyel olarak bulunan ama geliştirilememiş milliyetçilik açıklaması ve alternatif programa göre burjuva dünyasının ufku içindedir ve en demokratik biçimiyle de olsa milliyetçiliktir. Bu Bookchin örneğinde de somut olarak görülür.)
*
Bookchin de bütün Anarşistler (buna rahatlıkla şimdiye kadarki bütün Marksistler de eklenebilir) gibi, milliyetçiliği, onun gerici biçimleriyle özdeşleştirmekte; onun devrimci biçiminin milliyetçilik olmadığını söylemektedir.
Son derece açık olarak şunu diyor yazısının son cümlesinde:
“Milliyetçilik Aydınlanma’nın ve toplumsal ve kültürel tinselliklerinde açık bir şekilde evrenselci olan onsekizinci yüzyılın büyük devrimlerinin yörüngesi dışında var oldu. Kültürel çeşitlilik ve onun daha hümanist özelliklerini asla görmezlikten gelmeyen, kendi toplumsal aktivitelerinin entellektüel temellerini hazırlayan Aydınlanmacılar gibi zamanın devrimcileri, kendilerini herşeyden önce hiçbir entellektüel, politik ve coğrafi sınır tanımayan laik bir insan topluluğunun “yurttaşları” olarak gördüler.”
Görüldüğü gibi, aydınlanmanın “vatanım yeryüzü milletim insanlık” idealinin, milliyetçilik olmadığını söylemekte, sonraki dile, dine dayanan milliyetçiliği milliyetçilik olarak tanımlamakta ve aydınlanmanın bu ideallerine sahip çıkmaktadır. Yani bizzat kendi ifadesiyle tam anlamıyla demokratik ve devrimci bir milliyetçidir.
Bu aynı bölümdeki şu satırlarda çok daha iyi görülebilir: (Bunlar ayrıca yukarda söylediklerimizn olgusal olarak doğruluğunun bir Anarşist tarafından onaylanması olarak da okunabilir.)
“Karakteristik olarak, bir “Ulus” ve onun daha önceki yöneticileri arasındaki bağların radikal bir değişimini ortaya seren tarihsel dökümanlar yalnızca bir kısım insana değil bir bütün olarak insanlığa yönelik olarak yazılmışlardı. Thomas Jefferson’un Bağımsızlık Bildirgesi “insanın fikirlerine gerçek bir saygının [Amerikalıların] İngiliz monarşisi ile olan bağlarını koparmaya zorlayan şeylerin ne olduğunu bildirmesini gerektirir” diyen dikkat çekici ölçüde radikal sözlerle açılır. Bu iddiayı, Fransız devrimi dökümanlarında olduğu gibi, bunu zorunlu olarak takip eden “tüm insanların eşit yaratıldığı” ve “Hükümetin tüm güçlerini yönetilenlerin kabul eden insanlar arasında kurulduğu” inancına dayandırıyordu.
4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bildirgesi, Fransız devrimcilerine benzer bildirgeler için teorik bir model oluşturacaktı. Milliyetçi ifadelerin çok uzağında, hararetli bir şekilde kozmopolitan ve hedefi tüm dünyaya yönelikti. Thomas Paine’nin ünlü vecizesi, “Benim ülkem tüm dünyadır.”, yalnız Amerika’nın devrimci liderlerine özgü değildi. George Washington “insanlığın büyük bir cumhuriyetinin bir yurttaşı” olduğunu bildirmekte hiç tereddüt etmemişti ve Benjamin Rush devrimin “cumhuriyetin kanunlarına uymayı” sağladığını söyledi. Hararetli bir Aydınlanma ruhuyla ifade edilen bir ifadesinde, John Adams söyle demişti: sömürgelerdeki savaşlara rağmen, “Bilim ve edebiyat hiçbir ulusa ait değildir.” Milliyetçilik ve dar görüşlülükten özgürleşmeleri büyük bir övgü kazanan Fransızlara “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” deyiminin Benjamin Franklin tarafından söylendiği belgelenmiştir. “Özgürlük nerede tehlike altındaysa” diye bildiriyordu 1783’ te “orası benim ülkemdir.
“Fransız Aydınlanmasının düşünürleri ve propagandacıları ruhen daha farklı değillerdi ve bu ruhu tamamen 1789 devrimine taşıdılar. Montesquieu, Norman Hampson tarafından “Fransız Aydınlanması’nın ilk büyük yapıtı” olarak söylediği Pers Mektupları (1721) nda defterine şöyle not almaktaydı. “Eylemde bulunduğumda ben bir yurttaşım; fakat yazdığım zaman ben bir insanım ve Avrupa’nın tüm halkları ile Madagaskar’da yaşayan birinin olabileceği kadar tarafsız olarak ilgilenmekteyim”. Bu evrenselcilik karakteristik olarak gerçekte, Rousseau haricinde, tüm Ansiklopedistlerde mevcuttu. Rousseau’nun İsviçre kökenliliğini mistikleştirmesi, demokratik fakat sıklıkla gerçek yaşamında asla içinde olmadığı hayali bir kırsallığın şiddetli bir duygusallığını taşıyordu. Fransızca’nın eğitimli Avrupalının dili olması tesadüfi değildir: Aydınlanma entellektüellerinin evrensel bakışı, gerçekte, zamanla romantikler, mistikler ve sonunda ırk ve etnik üstünlük iddiasındaki bir ulusculuk kimliği tarafından törpülenecek olan laik bir cumhuriyetin ilkelerini [letters] yarattılar.”
Milliyetçilerin milliyetçiliğin ne olduğnu anlamamalarının tipik bir örneği karşısındayız. Aynı şekilde bu nedenle de yine milletlere ve milliyetçiliğe karşi, burjuva uygarlığının ufku dışında bir program geliştirememekte; “Yeni bir enternasyonalizm”den başka bir şey önerememektedir.
Bu “yeni enternasyonalizm” ise, aydınlanmanın idealinin bu günkü dünyaya uyarlanmış biçiminden başyka bir şey değildir. Aydınlanma döneminin korkunç dil farklarıyla dolu dünyasında, halkın gücü elinde tutmasının aracı olarak, onun aydınlanmasının aracı olanak görülen okuma yazma ve standart bir dile sahip olma vurgusu, bu günün elektronik çağında, iş gücü göçlerinin tüm dünyaya yayıldığı çağda, yerini çok kültürlülüğe terk etmiştir. Yani tıpkı aydınlanmadaki gibi dilin, dinin, etninin, politik olmayan olarak tanımlanması söz konusudur; çok kültürlülük bir bakınam laisizm gibi bunların özel ve kişisel olarak tanımlanmasından başka bir şey değildir. Kültür de politik olmayanın diğer adıdır. Çok kültürlülüğü savunmak; tıpkı laisizmi savunmak gibidir. Dilin kütürel ögelerin, etninin politik olmayan olarak tanımlanmasıdır. Politik olanın ayrılığını, yani milliyetçiliği var sayar: çok kültürlülük milliyetçiliktir.
Yine milliyetçiliğe alternatif olarak “yeni bir enternasyonalizm” namı altında önerilen şu satırlar en saf bir milliyetçilikten başka bir şey değildir:
“Kültürel özgürlük ve çeşitlilik, vurgulamama izin verin, milliyetçilik ile karıştırılmamalıdır. Farklı halkların kendi kültürel kapasitelerini tamamen geliştirmek için özgür olmalarının gerekmesi yalnızca bir hak değil desideratum’dur. Eğer farklı kültürlerin muhteşem bir mozayiği, modern kapitalizmin yarattığı, büyük ölçüde kültürsüzleştirilmiş ve homojenleştirilmiş bir dünyanın yerini almazsa, dünya şüphesiz kasvetli bir yer olacaktır. Fakat aynı şekilde ele alırsak, eğer kültürel farklılıklar dar görüşlü hale getirilir ve görünürdeki “kültürel farklılıklar”, cinsiyetin, ırkın ve fiziksel üstünlüğün biyolojik düşüncelerinde temellendirilirlerse, dünya tamamen bölünecek ve insanlar kronik bir şekilde birbirleriyle karşıtlık halinde bulunacaktır. Tarihsel olarak, şehirlerin kabilelerden daha geniş insani ilişkiler beslemesine benzer şekilde, ulusal sınırlar içinde yaşayan insanların aşikar olarak yabancılara karşı daha açık olmaları nedeniyle akrabalık toplumlarındaki dar akrabalık temelinden daha geniş bir toplumsal alan üretmelerinden kaynaklanan bir anlayış vardır. Fakat ne kabilesel ilişkiler ne de ulusal sınırlar, zengin fakat harmonize olmuş kültürel farklılılarla tam bir bütünleşme duygusu yaratacak bir insanlık potansiyeli gerçekleştiremezler. “
Aslında aydınlanmaya sahip çıktığını bu bağlamda da tekrarlamakta ve burjuva uygarlığının ötesinde bir programı olmadığını itiraf etmektedir:
“Daha açıkça konuşacak olursak, milliyetçilikler Aydınlanma’nın uzun zaman önce üstesinden gelmeye çalıştığı gerici atacılıklardır. Bunlar, baskı altındaki insanların silkinerek kurtulmaya çalıştıkları impartorlukların en kötü özelliklerini taşırlar.”
*
Bu alıntılar, anarşistlerin niçin milleyetçiliğin ne olduğunu anlayamadıklarını ve anlayamayacaklarını yeterince kanıtlar; çünkü kendileri milliyetçidirler; milliyetçilik olmadığını söyledikleri şey milliyetçiliktir; tıpkı artık devlet olmadığını söyledikleri şeyin devlet, hem de proletarya diktatörlüğü olması gibi.
Anarşizm, son duruşmada, eski toplumun kapitalizme tepkisidir, küçük üretmenin tepkisidir, bu nedenle, kapitalizmin pisliğine tepkili bir duyarlığı temsil eder. Ama aynı zamanda onun ufkunu aşamamayı; aşma yeteneğinde olmayışı da.
Devlet ve ulus karşısındaki anarşist öğreti, ki son duruşmada, devrimci demokratik ideallerin ifadesidir, bunları aşamayarak burjuva uygarlığını aşma yeteneğinde olmadığını göstermektedir. Kapitalist uygarlığı aşma yeteneğinde bir uygarlığı hala modern işçi sınıfı programlaştırabilir. Somut tarihte Marksist öğretinin yaşadığı geri gidiş ve ulusçuluk tarafından teslim alınma şeklinde yaşadığı geri gidiş; somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış biçimiyle Marksizm’in ve dolayısıyla İşçi Sınıfı’nın buna yeteneksiz olduğunun kanıtı olarak gösterilemez. Aksine, yine kendini eleştirerek ve aşarak burjuva uygarlığını aşmaya ve karşı bir program geliştirmeye yetenekli biricik sınıf olduğunu kanıtlamaktadır işçi sınıfı marksizmin şahsında. Ancak marksizm ulusçuluğun yüzündeki peçeyi atıp, bu vampirin yüreğine tahta kamasını sokup onu yok edebilir. Milliyetçilik vampirler gibi ancak karanlıklarda yaşayabilir. Marksist teorik aydınlık gücünü arttırdığında, milliyetçiliğin gün görmüş vampirler gibi yanıp kül olduğu görülecektir.
İşçi sınıfının onlarca yıl sürmüş olan yenilgisi ve dağınıklığı kimseyi yanıltmamalıdır. Dünya tarihine on ve yüz yılların perspektifinden bakıldığında, işçi sınıfının bu gerileyişinin, Marks’ın dediği, kendi hataları karşısında bir gerilemeden başka bir şey olmadığı da görülür.
Anarşizm veya küçük burjuva sosyalizmleri ki bunların pek ala merkezcilik denen biçimleri de bulunmaktadır, antik çağların göçebe veya orta barbarlarına benzerler; yıktıkları veya yıkmak istedikleri medeniyeti kapsayacak bir üretim ve kültür temelleri yoktur; ona sadece bir canlılık verirler. Orijinal ve başka uygarlıkları ise, tarımı kaşfetmiş, kentten çıkan, bir uygarlığı örgütlemeyi sağlayabilecek manevi ve maddi araçlara sahip yukarı barbarlar kurabilir. İşçi sınıfı Marksizm aracılığıyla milliyetçiliğin, yani burjuva uygarlığının yüzündeki peçeyi atarak, modern çağın orijinal uygarlık kurabilme yeteneğinde kentlileri olduğunu kanıtlamaktadır.
*
Peki Bookchin’in söylediklerinin Öcalan’da bir yankı bulmasının somut anlamı nedir?
İlk bakışka Öcalan’ın Bookchin demesi, Marksizm’den bir gerileme gibi görülmektedir. Bir çok Stalinist ve Merkezci de bunu böyle algılamaktadır. Ama yukarıdaki açıklamalar ışığında bakıldığında öyle olmadığı görülür.
Öcalan’ın Marksizm diye bildiği millyetçilik ve devletçilik tarafından kirletilmiş, Marksizmle ilgisi olmayan bir Marksizm, daha doğrusu bir Stalinizmdir.
Öcalan’ın Bookchin’e sahip çıkmasından demokrasi vurgusuna kadar bütün son yıllardaki teorik ve politik evrimi; aslında gerici milliyetçiliğe göre kendini tanımlamış bir ulusal hareketin; vampir ısırışıyla (Türk milliyetçiliğinin örneği ve baskısıyla) ortaya çıkmış bir hareketin; kökenindeki altmış sekizin demokratik ve devrimci geleneklerine; Kürdisten yoksullarının toplumsal eğilimlerine dayanarak, kendini bir vampir olmaktan kurtarma çabasıdır. Bütün bunlar kendini aşma denemelerinden ve çabalarından başka bir şey değildir.
Marksizm diye bildiğinin kat ettiği yolu tersine kat etmeye çalışmaktadır Öcalan. Marksizm aydınlanmanın devrimci ulusçuluğundan gerici ulusçuluğa, demokratik cumhuriyetten gerici ulusçuluğu olumlayan ulusların kadereni tayın hakkına doğru evrim geçirirken; devlet düşmanlığından devletçiliğe doğru evrim geçirirken; Öcalan, o gerici ulusçuluğa göre oluşmuş bir ulusal hareketin önderi olarak, gerici ulusçuluğun sınırlarını zorlayıp; devrimci ve demokratik ulusçuluğa; demokratik cumhuriyete doğru; merkezi devletçilikten konfederalizme doğru evrim geçirmekte, ama bir türlü, tam anlamıyla bu sınırları da aşamamaktadır.
Bu nedenle, Öcalan’ın Marksizmden uzaklaşması, değer teorilerinde yanlışlar bulması; Kurttan kuştan özür dilemisi, devletsizliği; konfederalizmi savunması vs. burjuva uygarlığının ideallerine el yordamıyla bir dönüş olarak görülmelidir. Bu dönüş kaynağını, orta doğunun ezilenleri korumaya yönelik peygamber geleneklerinde; 68’lerin devrimci demokratik özlemlerinin geleneklerinde; toplumun mesanelerinde yaşamış, komünün kadınlarca binlerce yıl korunmuş ve aktarılmış geleneklerinde; kürdistanın ezilen emekçi kadın ve azınlıklarının demokratik özlem ve eğilimlerinde bulmaktadır.
Eğer bu evrim, dünyada işçi hareketinin yükseldiği, demokratik cumhuriyeti veya daha ötesini programlaştırdığı koşullarda onun etkisi altında gerçekleşseydi, çok daha hızlı ve büyük adımlar atarak bir yol alabilirdi.
Ne yazık ki, sosyalistlerin bile, en alasından gerici milliyetçilere döndükleri bir dünyada ve Türkiye’de gerçekleşmektedir bu evrim. Sosyalistlerin maddi ve manevi bir desteğiyle değil; onların engellemesiyle ve onlara rağmen.
Ama bu evrim aynı zamanda bir şeyi daha da gösterir. Öcalan’ın burjuva ufkunu aşamayan düşünür ve yazarlara ilgi duyması onun dayandığı hareketin ve toplumsal tabakaların sınırlılığının da bir yansımasıdır.
Öcalan büyük ölçüde köylülere dayanan; işçilere dayansa bile büyük ölçüde ruhça ve kültürce köylülüğe hatta aşiret ilişkilerine göre şekellinmiş bir hareketin eğilimlerinin önderidir. Bu hareketin bütün gücü ve güçsüzlüğü Öcalanda da yansımaktadır.
Bunlar, Küçük burjuvazinin ve köylülüğün, burjuvazinin ufkunu aşamayacağının, onların tıpkı antik çağın göcebe fatihlerinin medeniyet karşısındaki konumları gibi, ayrı bir uygarlık yaratma yeteneğinde olmadığının ama ona bir atılım ve canlanma verebileceğinin de bir ifadesidir.
Ama yine de bir zamanlar Troçki’nin dedeği gibi, köylülüğün devrimci potansiyellerini küçümsememek gerekmektedir. Günümüz dünyasında kendi gücüyle ve tüm engellemelere rağlen böyle bir evrim geçirebilen, böyle yoklamalar yapan köylülük, işçilerin tekrar toparlanıp başka bir uygarlık projesiyle tekrar ortaya çıktıkları; ve bunun yan ürünü olarak aydınlanmanın tamamlanmamış projesini de tamamlayacakları bir hareket oluşturdukları koşullarda bütün tahminleri aşan bir devrimci potansiyel gösterebilir.

15 Nisan 2005 Cuma

Hiç yorum yok: