2 Mayıs 2015 Cumartesi

Ey Türk, Titre, Kendine Dön ve HDP’ye Oy Ver!.. (1)

HDP’ye Oy Ver, Barajı Yık, Diktatörü Durdur, Barışı Sürdür Girişimi” veya diğer diğer adıyla “Diktatörü Durdurmak, Barışı Sürdürmek, Barajı Yıkmak İçin Oylar HDP’ye Girişimi” için çeşitli toplum kesimlerine yönelik bildiri önerileri hazırlamaya çalışıyoruz. Bu bağlamda Türk milliyetçilerinin de Türk milletinin çıkarlarını savunmak için HDP’ye oy vermeleri gerektiğine; onları kendi çıkarlarını görmeye çağıran bir bildiri yazmak için bilgisayarın başına oturdum..
Ancak bildiriden önce, bunun mantığının kavranması gerektiğini düşündüm ve benzeri biçimde yazdığım önceki yazılara bir göz attım. Bunun üzerine o yazıların bugün tekrar yayınlanmasının, konunun anlaşılması için gerekli olduğunu gördüm.
Bu nedenle biraz geçmişe dönüş yapacağız.

1998 yılında Henüz İnternetin yeni yeni yayılmaya başladığı; Abdullah Öcalan’ın henüz Suriye’de bulunduğu zamanlarda, yani Özel Savaş Rejimi’nin tüm gücüyle sürdüğü zamanlarda; hem sosyalistlerin aslında milliyetçi olduğunu; yani sosyalistlerin sosyalizm gerekçesiyle savundukları her şeyin bir Türk milliyetçisi olarak savunulabileceğini; hem de Türk milliyetçisi olarak bilinen Özel Savaş Aygıtının aslında Türk milliyetçisi olmadığını göstermek için “Bir Türk Milliyetçisi Olarak” yazılar yazmaya başlamıştım.
Bu seri dördüncü yazıdan sonra, yazdığım Site veya Forum kapandığı için yarım kalmıştı.
Daha sonra Abdullah Öcalan kaçırıldıktan sonra yine aynı mantığa dayanarak, Hamburg’ta “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi”ni kurmuştuk.
Daha sonra da, yine Özgür Politika’da yazmaya başladığımızda, yazılarımızda bazan bir Türk milliyetçisi olarak, bazan da o milliyetçiyi eleştiren bir sosyalist olarak yazacağımızı belirtmiş ve ilk yazıya Stefan Zweig’ın kendine karşı satranç oynayan insan metaforundan hareketle “Schachnovelle” başlığını koymuştuk.
Bunların bir hatırlatmasını yaparsak, Türk Milliyetçilerinin niçin HDP’ye Oy Vermeleri gerektiğine ilişkin yazdıklarımızın daha iyi ve doğru anlaşılmalarının mümkün olacağını düşünüyoruz.
Bu nedenle, 90’ların sonunda, “Bir Türk Milliyetçisi Olarak” yazdığımız yazılar ile bu hafta sonunu dolduralım ki, sonra yazılacak yazılar anlaşılır olsun.
Bu yazıları yazdığımız zamanlarda uluslar ve ulusçuluk hakkında bugün ulaşmış bulunduğumuz teorik sisteme ulaşmış değildik. Bu nedenle bazı kavramlar yerli yerine oturmuş değildir ve bugünkü bakış açımızdan yanlış kullanımları vardır. Bu elbet gözününe alınmalıdır. Ama mantık esas olarak doğruluğunu koruyor.
Aşağıda Bir Türk Milliyetçisi Olarak” yazılmış ilk dört yazı. Tarihe dikkat: 1998 başları.
02 Mayıs 2015 Cumartesi
Demir Küçükaydın

Niçin ve Nasıl "Bir Türk Milliyetçisi Olarak"

Halkın “akıllı düşman, aptal dosttan iyidir” diye bir sözü vardır. Bu sözden hareketle epeydir bir düşünce kafamı kurcalıyordu. Ya insanın akıllı düşmanı yoksa ne olacak? Bu durumda akıllı düşmanı kendimizin yaratması gerekmez mi? Kanımca gerekir. Fikrimi daha iyi açıklayabilmek için Gramsci'ye başvurayım.
Gramsci bir yerde, fiziksel savaşla ya da ordular savaşıyla, fikir savaşı arasındaki temel bir farklılıktan söz eder. Ordular savaşının temel yasalarını incelemiş ve o muazzam, "savaş politikanın başka araçlarla devamıdır" ilkesini formüle etmiş Von Clauswitz'den beri, her türlü fiziksel savaşın başarıya götürücü değişmez bir ilkesi vardır: Güçlerin en irisini düşmanın en zayıf yerine yığmak.
(Aslında savaş sanatının bütün diyalektiği ve yasaları da bir bakıma bu ilkeden türetilebilir. Bir yere güç yığmak demek, başka yerleri zayıflatmak demektir de. Kaldı ki, karşı taraf da en azından sizin kadar zekidir. O da başka yerlerinizin zayıfladığını fark edecek ve güçlerini en zayıf ve hassas yerlerinize yığacaktır. Tabii siz de bu açmazdan kurtulmak için kendi tedbirlerinizi alacaksınızdır vs.. Ve bu böylece gidecektir.)
Fakat der Gramsci, hatırımda kaldığı kadarıyla, fikir savaşında, ya da teorik veya ideolojik savaşta, ezilen yığınların tarihsel tecrübesine, inisiyatifine, dolayısıyla bilincine büyük önem veren insanlar, yani sosyalistler, ordular savaşına tamamen zıt bir ilkeye göre hareket etmelidirler. Karşı tarafın en zayıf yerini, en kötü temsilcilerini değil, en mükemmel temsilcilerini, en güçlü yanını, hedef olarak seçmeli, bu fikirleri en gelişmiş en mükemmel formlarıyla eleştirmelidirler. Hatta karşı tarafın yaptığı mantık hatalarını da görmezden gelip veya düzelterek eleştirmelidirler.
İnternet'deki tartışma platformlarına bakıldığında, böyle bir ilkeye göre tartışma yapanları bulmak çok zor. Hatta hiç yok bile denebilir. Dolayısıyla hiç bir tartışma verimli olmuyor. Çünkü bu tartışmalarda amaç bir fikir sisteminin zayıflıklarını ya da yanlışlıklarını tespit etmek, okuyucuların düşünsel gelişimine bir şekilde katkıda bulunmak değil. Karşı tarafı madara etmek. Mümkünse konuşamaz kılmak. Bizzat bu tartışma metodunun kendisi bile, bu alanlara yazanların, ezilenlerin tarihsel tecrübesi ve inisiyatifi gibi bir problemleri olmadığını gösterir. Onlar insanların daha alıklaşmasından yanadırlar. Alık olsun da benim tarafımda olsun!.. Bu, ezilenlerin kurtuluşunu isteyenlerin görüşü olamaz.
Burada, şöyle bir itiraz gelebilir. "Yahu sen ezilenlerden falan bahsediyorsun ama, internette ezilen ne arar. Bir bilgisayar, modem, gerekli programlar vs. aşağı yukarı küçük bir servettir. Dünyadaki insanların ancak çok küçük bir azınlığı bunları temin edebilir. Edebilen de, ezilme ve fakirlik nedeniyle öylesine insanlıktan çıkmıştır ki, muhtemelen tartışma forumlarından ziyade, porno sayfalarının izleyicisi olur. Yaptığın kendisiyle biraz çelişmiyor mu?"
Doğru böyle bir çelişki var. Ama böyle bir itirazda dile gelebilecek bu gerçeğe rağmen, fikir tartışmasında, prensip olarak karşı tarafın ve her okuyucunun, kısaca muhatapların iyi niyetinden şüphe etmemek gerekir. Dolayısıyla, fikir mücadelesinin kendi iç mantığı bakımından, somut okuyucuların kalite ve niyetleri, yazış eylemi açısından anlam taşımaz. Siz yazınızı ezilenler için yazdığında okuyanlar içinde bir tek ezilen bile bulunmasa, yazacağınız şeyin özü değişmeyecektir. Fikrin gerçek muhataplarına ulaşması ise, başka koşullar bağlamında belirlenir.
Ve nihayet, bir zamanlar, zanaatkar bir Ermeni ustadan duyduğum bir söze dayanmak da mümkün: "Emek zayi olmaz" derdi. Ya da halkın değişiyle, "iyilik yap denize at, balık bilmezse halik bilir". Yani biz doğru olanı yapalım ve yazalım, o elbet bir gün gerçek muhataplarına ulaşacaktır.
Konu biraz dağıldı galiba. Dağılsın. Toparlarız. Akıllı düşmandan, aptal dosttan, karşı tarafın en mükemmel fikir temsilcilerini seçmekten bu fikirlerle çatışmayı göze almaktan söz ediyorduk.
Yazarın bir sosyalist olarak en büyük sıkıntısını çektiği şey, akıllı düşmanlar. Yok böyle bir şey maalesef Türkiye'de. Öte yandan aptal dostlar da çok. Yani sosyalist olduğunu söyleyen bizler de genellikle oldukça aptalız. (1960'larda falan pek böyle değildi. Toplumun en ileri unsurları sosyalist olurdu. Şimdi biraz ters bir durum var.) Acaba bu akıllı düşman kıtlığı ile aptal dost bolluğu arasında bir bağlantı yok mu? Yani Marksist bir terminolojiyle söylemek gerekirse: “diyalektik bir bağlantı” yok mu? Kanımca var.
Türkiye'deki sosyalistlerin sosyalist olmalarındaki temel problematik, hemen daima, Türkiye'nin nasıl demokratik, ileri, gelişmiş bir ülke olacağı problematiği olmuştur. Ve bu aslında tamamen milliyetçi bir hareket noktasıdır. Türkiye'nin sosyalistleri, aslında milliyetçi olduğunu bilmeyen milliyetçidirler.
Türkiye'nin kendini milliyetçi olarak niteleyenleri ise, milliyetçi bile olmayan, çoğu kez çim çiğ çıkarlarla hareket eden en bayağısından çıkarcılardır.
Bu durumda Türk ulusunun genel ve tarihsel çıkarlarını savunan bir muhatap bulmak ve bir sosyalist olarak onunla fikir mücadelesine girmek olanaksız oluyor.
Öte yandan, bilinçsiz milliyetçiler olan, ve kısmen daha modern denebilecek bir milliyetçiliği temsil eden sosyalistler, bir kere sosyalist ideolojiyi, bunun da en ilkel biçimlerini benimsedikleri için, bu ideolojik formlar ve problematikler bir süre sonra bir bağımsızlık kazanıyorlar ver türlü kavrayışın önünde bir engel teşkil ediyorlar. Bu durumda, sosyalistler de akıllı bir milliyetçi fonksiyonunu göremiyorlar, akılsız dostlar olarak ortaya çıkıyorlar.
Gerçi tek tük burjuva aydınları var, şu "İkinci Cumhuriyetçi" denenler. Ama onlar da, tıpkı sosyalistler gibi geçmişin bütün yargılarını sırtlarında taşıyorlar. Örneğin, sosyalistlerin aslında pekala işbirliği yapabilecekleri milliyetçiler olduğunu anlamıyorlar, söylemlerine takılıyorlar. Hasılı, bir yanlışlıklar ve yanlış anlamalar komedisidir gidiyor.
Bu durumda, kendi sosyalist görüşlerimi mükemmel bir şekilde ortaya koyabilmek için, milliyetçi, demokrat görüşleri savunan, teorik olarak mümkün olan ama pratikte var olmayan tipi yaratmam gerekiyor.
Bu tipin savunduğu görüşlerin eleştirisi biçiminde kendi sosyalist görüşlerimi daha iyi formüle edebilirim.
Ve nihayet ancak böylece sosyalistlerin milliyetçiliğiyle mücadele edebilirim. Onlara, bırakalım sosyalistliği bir yana akıllı bir milliyetçi bile olmadıklarını göstermenin başka yolu da yok gibi.
*
Fikir mücadeleleri tarihinde bu tür örnekler bulmak zordur. Ama bildiğim bir tanesi var. Marks Kapital’ini yayınladığında, hiç bir eleştiri gelmez. Susuş komplosu ile kitap olmamışa getirilir. Bu susuş duvarını kırmak için, Engels, Marks'a, Bir burjuva olarak kitabın eleştirisini yapmayı önerir. Marks da bu fikri, bu “savaş hilesi”ni çok beğenir.
Başka örnek var mı? Bilmiyorum.
Kaldı ki, örnek olmasa da, bugünün Türkiye ve dünya koşulları böyle bir biçimi gerekli kılıyor.
Bu yazar, tam anlamıyla, Türk ulusunun uzun vadeli ve genel çıkarlarını savunan bir Türk burjuva teorisyeni ya da milliyetçisi olacaktır. Son on yıl içinde gerçekleşmiş ve dünya tarihinde eşi bulunmayan dönüşümden gereken sonuçları çıkarmış, bugünün dünyasını anlayacak kavramlarla düşünmeye çalışan ve ona uygun bir strateji belirlemeye çalışan bir burjuva olacaktır. Stratejik bir program ve vizyon geliştireceği için, günlük politikanın kayıkçı dövüşleriyle pek oyalanmayacaktır. Ama bütün bunlardan öte, fikirlerini akıllıca savunacaktır, aptalca değil. Elbette bu akıllılık, onun yaratıcısının aklıyla sınırlıdır. Umulur ki, ilerde daha akıllı bir Türk milliyetçisi çıkar da yazarı bu yükten kurtarır.
Bu Türk milliyetçisinin eleştirisi ise Demir Küçükaydın'ın diğer yazılarında bol bol bulunabilir ve bulunacaktır.
Bu yazılarda başlığın altında hep "bir Türk milliyetçisi olarak" cümlesi bulunacaktır. Böyle bir milliyetçiliğin veya burjuva teorisyenliğin mümkün olduğuna dair daha geniş ve teorik bir yazıyı sosyalist olarak yazar kendi sayfalarında yazacaktır.
Ama bu Gökkuşağı'nın altında Bodrum Jazz'da hep "bir Türk milliyetçisi olarak" yazılar yer alacak.
Demir küçükaydın
9. Şubat.1998
02:44

İki Yol

(Bir Türk milliyetçisi olarak: 01)
Sömürge savaşlarına, ezen ulusun demokratik ve barışçı bir kitle hareketlerinin son verdiği pek görülmemiştir tarihte. Sömürge savaşları ezen ulusu öyle çürütürler ki, o uluslar, özel harp dairelerinin basit bir piyonu ve şakşakçısı olmaktan öteye bir şey yapamaz hale gelir. Bu aptalca politikalara direnebilecek hiç bir güç bulunmaz ortalıkta. Bazı aydınların ve barışçı, demokratik çevrelerin protestoları ve eylemleri ise somut bir gücü temsil etmekten uzaktırlar.
Diğer yandan, sömürge savaşları, o savaşı yürüten orduların, sömürgelerdeki özel savaşı yürütecek daha özel ordular ve işbirlikçi alayları örgütlemelerine yol açar. Artık, bu noktadan sonra, herhangi bir politika değişikliği bile olanaksız hale gelir. Geliri, toplumsal konumu, imtiyazları ancak bu özel savaş sayesinde var olabilen, toplumun en aşağı, işsiz, kanun dışı, lümpen kesimlerinden derlenilmiş; silahlı, gizlilikle donatılmış, örgütlü oldukça büyük bir güç ortaya çıkar. Bu güç her türlü denetimden uzaktır.
Türkiye'yi düşünün. On binlerce “Korucu”, “Özel Tim” elemanı, ispiyoncusu, istihbaratçısı, özel görevlisi ile koca bir kanun ve denetim dışı ordu varlığını savaşın sürdürülmesine borçludur artık.
Savaşın bitmesi, bırakalım yaptıkları kanun dışı işleri ve bunların hesabını vermeleri bir yana, bunların işsiz kalması demektir. Bunlar için savaş, artık “politikanın başka araçlarla devamı” olmaktan çıkmış, kendi başına bir amaç haline gelmiştir.
Bu durumda, saçmalığı iyice ortaya çıksa bile, kendi başına amaç haline gelmiş savaşa karşı çıkabilecek hiç bir toplumsal güç kalmamıştır ortada. Çürüme dört bir yanı sarar.
Cezayir kurtuluş savaşı karşısında Fransa bu durumdaydı. Filistin karşısında İsrail. Sömürge savaşlarında Portekiz de böyleydi.
Türkiye'de ise daha da berbat bir durum var. Türkiye'de bu savaşı yürüten güçler aynı zamanda, dünyanın en büyük uyuşturucu ticaretini yapıyorlar. Gizli yollardan Türkiye ekonomisine milyarlarca dolar akıyor. Öyle ki, Muazzam savaş masraflarına rağmen, Türkiye ekonomisi belli bir büyüme bile gösterebiliyor. Böylece bütün ekonomi için de bir şekilde, bu uyuşturucudan gelen milyarlarca dolar büyük bir önem taşıyor. Ulusun ekonomisi bile, bu durumda savaşı kendi başına amaç edinmiş özel savaş aygıtının bir rehini haline dönüşüyor. Bu akıl dışlılığa karşı tepkilerin böylesine silik ve cılız olmasının başka izahı yoktur. Türkiye, eroin ticaretiyle resmen petrol bulmuş kadar büyük gelir elde etmektedir.
Bu gibi çürüme durumlarında hep aynı olayı görüyoruz: sömürgedeki savaşı yürütenler, ama özel savaş aygıtının imtiyazları ve konumundan uzak durumdaki resmi savaş aygıtının unsurları olarak yürütenler ile özel savaş aygıtı arasında bir çatlama ve bölünme. Ve nihayet onlar, bütün ulus yalanlara bilerek inansa bile, gerçeğin öyle olmadığını, bu savaşın tüm toplumu nasıl kirlettiğini, çıkmazını herkesten daha iyi bilecek durumdadırlar.
Bu çatışmanın kendi iç dinamikleri tarafları başlangıçta hiç hesaplamadıkları noktalara doğru da sürükler. Bu dinamikler sonucudur ki, hemen bütün sömürge savaşlarını, ya ordu ve generaller, ya da orada güçlü desteği olanlar bitirmek zorunda kalmışlardır. De Gaulle, Rabin ve Portekiz darbesi bir örnek verilebilir. Rusya'da Lebed de bu genel kuralı doğrular.
Öyle görülüyor ki, Türkiye de bir istisna oluşturmayacak. Ordu, ya da Genel Kurmay, ya da eskilerin deyişiyle "Sünuf-u Devlet" Kürdistan'daki sömürge savaşının çıkmazını görmüş, bir şekilde bir politik çözüme yönelmiş durumda. Susurluk ve sonrasındaki olaylar bunun ön hazırlıkları ve böyle bir politika değişikliğini uygulayabilmenin koşullarını oluşturabilme çabalarıdır.
Tabii, bunu kısa bir süreç olarak görmemek lazım. Ortada somut bir plandan öte somut çatışan güçler vardır. Bunlar örgütlü ve silahlı güçlerdir. Çok bilinen örnektir. De Gaulle, Cezayir'deki sömürge savaşını bitirmeye karar verdiğinde, bir gece Elysee sarayına gizlice helikopterle Cezayir'deki kurtuluş savaşını yürüten cephenin yöneticileri getirilir. De Gaulle, onlara, "biz düşmanız, savaşıyoruz, elinizi sıkmayacağım" der onlar da ona aynısını söyler. Sonra da, şimdi oturup bu savaşı nasıl bitireceğimizi görüşelim der. Ama bu görüşme ile savaşın gerçekten bitimi arasında daha epey bir yol vardır.
Türkiye henüz bu noktadan çok uzakta. Genelkurmay ve PKK her ne kadar uzaktan karşılıklı birbirlerini anladıklarına dair sinyaller veriyorlarsa da, henüz Abdullah Öcalan ile dolaylı görüşmeler bile yok. Oraya kadar da bir yol var. Ama yine de olayların önceden hesaplanamayacak tarzda hızlanması da olasıdır.
Sömürge savaşının bitimiyle de iş bitmez. Özel savaş aygıtları, gizli örgütlere dönüşürler, her türlü suikastı yaparlar. Uzun yıllar problem olurlar ve daha sonra da yine en gerici ve faşist akımların çekirdeklerini oluştururlar.
Büyük bir olasılıkla Türkiye'nin Kürdistan'da yürüttüğü sömürge savaşı da böyle bir seyir izleyecek. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, zafer çelengini bir Türk Ordusu generalinin elinden alacaktır. Şimdilik bütün göstergeler bu yönde.
*
Ama bu çözüm, sadece bir yarım çözüm olarak kalacaktır. Bu çözüm sonunda Türkiye daha demokratik olmayacaktır. Aksine, ordunun ve bürokrasinin ağırlığı daha da artacaktır. Bu çözüm, "ulan bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz" kafasıyla bir çözüm olacaktır. "Kürtlere haklar mı, gerekiyorsa onu da biz veririz" türünden bir çözüm olacaktır. Böyle bir çözüm, Türkiye'nin hiç bir problemini kökünden temizlemeyecektir.
Kısacası, Prusya yolundan bir çözüm.
Bilindiği gibi modernleşmenin iki yolu vardır.
Birisi, Fransa yoludur. Kitlelerin inisiyatifiyle, kökten ve demokratik çözümler.
İkincisi Prusya yoludur. Demokratik kitle hareketleri ezilir. Ama onu ezenler, ezdikleri hareketin vasiyetini tepeden tedbirlerle uygularlar. Ulusun bütün demokratik geleneği yok olur.
Bu bir kader değildir. Türk ulusu artık, büyümek ve ordunun vesayetinden kurtulmak, rüştünü ispat etmek zorundadır. Prusya yolunu olanaklı kılan, şu günlerde Almanya'da 150 yıldönümü vesilesiyle çok tartışılan 1848 devriminde, Alman burjuvazisinin cılızlığı ve işçilerden korkusuydu. Bugünün dünyasında artık komünizmden korkmanın anlamı yok. Aslında işçiler de, realist insanlar olarak, sonu belirsiz maceralara girmektense, belirli ortak kazançlar için işverenleriyle işbirliği içinde çalışma yeteneğinde olduklarını her yerde göstermiş durumdalar.
O halde çekinecek bir şey yok. Ordu ve Özel savaş aygıtının arasındaki çatışmanın açacağı çatlaklar pekala örneğin 1974 Portekiz'i gibi, demokratik bir kitle hareketinin oluşması için elverişli koşulları yaratabilir. Bu durumda Türkiye, şu devlet sınıflarının vesayetinden, bütün ulusun kanını emen şu bürokratik ve baskıcı aygıtın tahakkümünden kurtulmanın olanağını yakalayabilir. Şu tarihin lanetinden kurtulabilir.
Kürt sorununun Fransız usulü çözümünün açacağı olanakları ise başka bir yazıda ele alalım.
Demir Küçükaydın
11.02.98
02:36:23

Türklerin Ayrılma Hakkı

(Bir Türk milliyetçisi olarak: 02)
Ulusların ayrılmaları ve ayrılma hakları (kendi kaderini tayin hakları) arsındaki farkı anlaşılır kılmak için çok kullanılan bir örnek boşanma ile boşanma hakkı arasındaki farklılıktır.
Kadınların boşanma hakkı için mücadele etmek, kadınların boşanması için mücadele etmek anlamına gelmez, hatta aksine, kadın ve erkek arasında nispeten daha eşit bir hukuki konum dolayısıyla iki tarafın rızasına dayanan bir birliğin hukuki koşullarını yaratmaya yönelik olduğu için, boşanma hakkı için mücadele, pratikte boşanmaların azalması ya da daha az sorunlu olması sorucunu doğurabilir.
Türkiye'de Kürt sorunu üzerine tartışmalarda, bu fark gizlenmektedir.
Kürtlerin mücadelesinin, aslında ayrılmaktan ziyade, boşanmaktan ziyade, boşanma hakkı için bir mücadele olduğu; onların aslında boşanıp boşanmamaya kendilerinin karar vermek için savaş verdikleri anlaşılmıyor; ya da anlamak kimsenin işine gelmiyor.
Evet gerçekten Türklerin işine gelmiyor. Çünkü bu farkı anladıkları an kendi sefil durumlarını sorgulamak zorunda kalacaklar. Sözüm ona demokratlıklarının kıratı belli olacak.
Eğer bugün Türkler bir parçacık kendilerine karşı dürüst olsalar, şu soruyu sorarlar:
Bizim, Türklerin, Kürtlerden ayrılma hakkımız var mı?
Bu sorunun cevabı çok açıktır: YOK!..
Bugün Türkiye'de, Türklerin, “Biz Kürdistan'daki, Kürt çoğunluğunun olduğu bölgelerden, yani Kürt ulusundan ayrı yaşamak istiyoruz” deme hakları yoktur. Bu amaçla bir Türk partisi kurulamaz. Kurulursa derhal kapatılır. Üzerine her türlü terör estirilir. İyi saatte olsunların bütün şiddetini üzerine çeker.
Bu durumda bir parça demokrat, Türk ulusunun gerçek çıkarlarını düşünen birisi, “o halde yapılması gereken iş, biz Türk ulusunun Kürt ulusuyla birlikte yaşamayı isteyip istemediğimize açıkça tartışarak karar verebilmemiz için mücadele etmek gerekmektedir", demek zorundadır. Ama nedense sorunu böyle koyan Türk'e rastlamak olası değil.
Çünkü o zaman, sorunun, Kürt sorunu olmadığı, Türkiye'de gerçekten demokratik bir sistem istenip istenmediği sorunu olduğu çok daha iyi anlaşılır.
Bugün Türkiye'de en acil sorun, Türklerin kendi kaderlerini tayin edebilme hakkı için mücadele sorunudur.
Türk ulusunun bugün Kürt ulusuyla aynı Devlet çatısı altında yaşayıp yaşamamayı belirleme hakkı bir yana bunu tartışabilme hakkı bile yoktur.
Bu hak nasıl gerçek olabilir? Bir kere bugünkü, baskıcı, bürokratik, pahalı devlet cihazı baştan aşağı tasfiye edilmelidir. Somut olarak ne olabilir bu tedbirler?
Örneğin, İsviçre'deki gibi bir milis sistemi kurulmalı, Düzenli Ordu tasfiye edilmelidir. Sadece çok modern ve spesifik araçların kullanımı için profesyonel ve küçük bir profesyonel ordu bulunmalıdır. Polis sistemi baştan aşağı tasfiye edilmelidir. Tıpkı Amerika'daki gibi, Emniyet görevlileri seçimle gelmelidir. Osmanlı kalıntısı bütün valilik, kaymakamlık, nahiye müdürlüğü türünden makamlar iptal edilmeli, bunların yerine mahalli yöneticiler seçimle gelmeli ve mahalli bütün Jandarma ve polisin denetimi bunların elinde olmalıdır. Sınırsız bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü olmalıdır. Böyle bir sistemde, meclisler, bugünkü Genel Kurmayın egemenliğinin çıplaklığını gizleyen bir asma yaprağı olmaktan çıkıp gerçekten ulusun temsilcileri olarak ulusun iradesini yansıtabilirler.
Ancak böyle bir sistemde Türk ulusunun da gerçekten Kürt ulusuyla birlikte yaşayıp yaşamamaya karar verme hakkı olabilir.
Ama böyle bir hak için mücadele etmek demek aynı zamanda, zaten bu hak için Kürtler bakımından mücadele eden Kürt ulusal hareketiyle ortak amaca sahip olmak demektir.
Dolayısıyla birlikte mücadele etmek demektir. Birlikte mücadele etmek kadar insanları ve ulusları gerçekten birbirine bağlayan ve gerçek dostlukların temelini atan başka ne olabilir?
O halde, Türklerin ayrılma hakkı için mücadele etmek, pratik sonuçları bakımından, Türk ve Kürtler arasında gerçek bir tarihsel güvenin ve dayanışmanın, geleceğe ilişkin ortak projeler yapabilmenin; hem de bütün bunları hiç bir zorlama olmadan, gönüllü olarak yapabilmenin tek yoludur.
Her gerçek Türk milliyetçisi bunu görmelidir artık. Ve Türklerin ayrılma hakkı için mücadele etmeyenlerin ve buna karşı çıkanların Türk ulusunun en büyük düşmanları olduğunu bilmeli ve o düşmanlarına karşı direnebilmek cesaretini gösterebilmelidir.
Onlar Türk ulusunun değil, kendi kastlarının, çetelerinin, sülalelerinin çıkarlarını düşünen vatan hainleridir. İhanetlerini gizlemek için, kendilerine milliyetçi damgası vuruyorlar. Kendileri gibi düşünmeyeni temizliyorlar, bölücü hain damgası vuruyorlar.
Türk'ü düşürdüler. Kendine saygısını yitirttiler. Ve bütün bunları Türklük adına yaptılar.
"Ey Türk titre ve kendine dön!"
İslamiyet'te savaşların en kutsalı, insanın kendi nefsine karşı savaşıdır.
Gerçek Türk milliyetçisi için de, savaşların en kutsalı, bugünkü aşağılanmış durumuna karşı savaştır. Türk içindeki korkuyu yenmeyi öğrenmelidir. Türk'ün en büyük düşmanı kendisidir. Bu korkuyu yendiği, Genel Kurmayın, Polisin ve çetelerin bir piyonu olmaktan çıktığı, bugünkü aşağılanmasına baş kaldırdığı an çözemeyeceği hiç bir sorun yoktur.
Demir Küçükaydın
13.2.1998  00.57

Vizyon

(Bir Türk Milliyetçisi Olarak: 03)
Bugünün Türkiye'sinin önündeki en önemli sorun, sorunların sorunu "Kürt Sorunu"dur. Bu sorunu ikinci plana atan, önemini gizleyen, yokmuş gibi gösteren her çaba aslında Türk ulusuna, onun gelişimine, refah içinde yaşamasına karşı bir komplo demektir. Bu sorun hallolmadan hiç bir sorun hallolmaz. Çeteler mi? Kökeninde Kürt sorunu vardır. Şeriat Tehlikesi mi? Kürt sorununu halledin bu sorun da yok olur gider. Demokratik hakların bulunmaması, baskıcı devlet mi? Kürt sorunundadır çözüm. İşsizlik ve pahalılık mı? Çözüm Kürt sorununa bağlıdır. Çok derdin tek ilacı Kürt sorununun çözümüdür.
Türkiye'de solcusu sağcısı dahil herkes bu sorun yokmuş, ya da sorunlardan bir sorunmuş gibi davranıyor. Bu kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Karanlıkta ıslık çalmaktır.
Türkiye'de solcular bile böyle davranmakta. ÖDP diye bir parti var. Bu Partinin politikasına bakın. Kürt sorunu sorunlardan bir sorun gibi ele alınmaktadır. Hatta bu partinin anlayışı, "sadece Kürt sorununa dayanarak politika yapılamaz" gibilerden bir formülasyonla ifade edilmektedir.
Halbuki, gerçek, tutarlı politika ancak ve sadece Kürt sorununa dayanarak yapılabilir bugünkü Türkiye'de. Ama böyle bir politika, ister istemez, akıntıya karşı yüzmeyi, çoğunluğun tecrit ve kahkahalarına dayanmayı gerektirir. Bütün bunlar ise gerçekçiliği ve bir vizyonu. Bugünün Türkiye'sinde bulunmayan iki şey ise budur.
Kürt sorunun çözmüş bir Türkiye'nin önünde hiç bir şey duramaz. Bir kaç yıl içinde Türkiye'nin etkinlik alanı Orta Asya'dan Balkanlara kadar genişler. Avrupa Birliği Türkiye'nin kapısını çalmaya başlar lütfen üye olun diye. Türkiye'nin önünde gerçekten büyük olanaklar vardır.
Ve işin ilginci bu olanakları gören ve somut bir vizyona sahip, bunu Türk ulusuna öneren tek politikacı Abdullah Öcalan'dır.
Evet, yanlış okumadınız. Abdullah Öcalan bugün Ortadoğu'da belli bir güce dayanan ve bir vizyona sahip ama aynı zamanda son derece gerçekçi belki de tek politikacıdır.
Abdullah Öcalan, Türklere açıkça şunu söylemektedir: Bırakın aptallığı, gelin demokratik bir sistem kuralım, Eski Osmanlı Toprakları ve hatta daha geniş topraklar üzerinde siyasi, kültürel, ekonomik muazzam refaha dayanan bugünkü dünyanın ulusal devletler temelini de kabul eden bir etki alanı kuralım.
Aşağıda bu konuda Abdullah Öcalan'ın söylediklerini aktaracağız. Okuyucu, onun sol kökeninden kaynaklanan söylemine fazla takılmayıp özünde ne dediğini iyi anlamalıdır.
Bu alıntılar, Mahir Sayın'ın Abdullah Öcalan ile yaptığı röportajlardan oluşan "Erkeği Öldürmek" adlı kitaptan alınmıştır. Ancak Abdullah Öcalan'ın çeşitli yazı ve konuşmalarında sürekli tekrarlanan temalardır bunlar.
Öcalan şöyle diyor:
"Onların ömürlerini uzatma ya da kısıtlama değil de, Türk halkının temel çıkarlarına katkı sunması anlamında Kürt sorununa nasıl yaklaşmalıyız? Bazı endişeleri hemen gidermekte zorlanmayacağız. İşte dar ayrılıkçılıktır, milliyetçiliktir deniliyor. Bunun olmasına hiç gerek yok. Örneğin Kuzey Kürdistan özgürleşirse bunun Türkiye'den ayrılmasına gerek yok. Neden gerek yok? Ekonomik nedenler büyük rol oynuyor. Kültürel yönden, sosyal yönden büyük bir iç içelik var. On milyona yakın Kürt, Türkiye'nin içine yani metropolüne, batısına taşırılmıştır.
"Bunlar uzun süre kalacaktır. Türk dili, kültürü bir oranda Kürtlerin dili ve kültürü haline gelmiştir. Bu da hemen bir ayrılmaya maddeten imkan vermez. Açık söyleyeyim biz ayrılsak, belki de bu aşamada ikinci bir Türk devleti gibi oluşacağız, tartışacağız, hükümet olacağız. Programlarımızın belki de şimdi TV' de nasıl yarıdan fazlasıysa, o zaman da yarıdan fazlası Türkçe olacak. Özbekistan'dan Türkmenistan'dan daha fazla Türk devleti gibi çalışacağız. (...)
"Bizim kadrolar var olan Kürtleri de Türkleştiriyor. Kürtler de şimdi Türkçe öğreniyor PKK' de. Hiç Türkçe bilmeyen Güney Kürtleri mükemmel yarı yarıya Türkçe'yi biliyor. (...)
"Evet kuzey savaşına katılan bütün Güney Kürtleri Türkçe öğrenmiş durumdadır. Kaldı ki bugün güneydeki federasyonun içine Türkmenler de girmiştir. Bir sürü Türkiye'yle bağlantılar ileri düzeydedir. İran'da Azeriler ve Kürtler iç içedir. Kürtçe, Türkçe epey iç içe geçmiştir. Kaldı ki, Arap da Fars da bu işin içine epey bulaşmıştır. Çok net. Güney Kürtleri hepsi Arapça biliyor. Doğu Kürtlerinin hepsi Farsça biliyor, Azerice biliyorlar. Bunlar tümüyle olumsuzca değerlendirilecek durumlar değildir. (...)
"Bir kazanç olarak değerlendirmeliyiz. Türkçe öğrenmeyi ben bir kazanç olarak değerlendirdim. İşte devrim yaptım. Kürt devrimini onunla yapıyorum. Araplar vasıtası ile Arapları demokrasi yönünde ilerleteceğiz. Farsça'yla kocaman bir İran ülkesini ilerleteceğiz. Azerice'yle Orta Asya Türklüğüne adım atacağız. Bunlar hepsi zenginlik olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki; kültürlerin, dillerin sadece zenginlik getirdiği açıktır. Bunlardan ürkmenin hiç bir anlamı yok. Türkçe'yi hiç bir zaman "ben bir Kürt devrimcisi olduğum halde kullanıyorum" diye mesele yapmadım. Bazıları yadırgıyordu. Ama uygulanışta bir şey olmadı ve kimse de bundan rahatsızlık duymadı. Dolayısıyla dil, kültür farklılığı bir olumsuzluk etkeni değil, önemli bir birleşme etkeni olarak görülmeli. Sosyal olarak, ekonomik olarak da bu böyledir. Hemen gümrükleri koymak, o tarafa gideni bu tarafa gideni zorlar. Gümrükler ucuz verimsiz bir bürokrasiye yol açar. Ekonominin zayıflamasına yol açar, serbest açılımlara zarar verir. Demek ki devletin bir şartı olan gümrüğe de gerek yok, maddeten gerek yok. (...)
"Yani hudutların böyle anlamsızlığını ortaya koyduktan sonra varsın bir çizgi olsun bana göre hiç önemli değil. Diyorlar "bağımsızlıkla çelişmez mi?" hayır bağımsızlıkla çelişmez. Bağımsızlığın ille sınır gerektirdiği kanısında da değilim. Bazıları diyor, "tezlerinden taviz verdi". Hayır, bir Ortadoğu federasyonu bütün halkların bağımsızlığı için en doğru modeldir. Bu federasyon olmadığı için veya hepsi bölük pörçük olduğu için örneğin Araplar yirmi üçü aşkın devlet oldukları halde hepsi birer sömürge eyaleti gibidir. Yani bağımsız devlet demek bağımsızlık demek değildir. Türkiye bile şu an bağımsız bir devlet ama bağımsız bir ulus, toplum değildir. Tam tersine bir federasyon bağımsızlığa neden daha fazla hizmet etmesin? Bana göre federasyon modeli veya buna benzer birlik modelleri bağımsızlığı daha fazla mümkün kılıyor. Daha da açılabilir. Ben kanıtlayabilirim de. İşte dediğim gibi, mevcut objektif gerçekler de bizi böyle dar, çok birbirlerine zıt milli devletlere götürmüyor. Tam tersine diyor ki, "birliğe ama halkların kültürüne, kimliğine saygılı olan, ekonomik ve sosyal çıkarlarına, şeref ve onurlarına yer veren özgürce birliklere." (...) Öyle ben bunu bir taviz meselesi olarak görmüyorum. "biz size öyle özgürlük, özerklik, federasyon verdik, bu bir tavizdir. Karşılığında da bana bağlı kal." Hayır! Ne seninki tavizdir ne de benim özerkliği veya özgürlüğü bu düzeyde kabul etmem bir bağımlılık tavradır. İkimizi de bağımsızlaştırdığı için, ikimizi de zenginleştirdiği için kabul ediyoruz. Gönüllü, çok değerli, dolayısıyla bir özgür birliktelik formülünü geliştirirken son derece zenginlik getireceğini peşinen iyi bilmek gerekiyor. Ve Ortadoğu çapında da oldu mu, bu şimdiden birçok çatışmalara yol açan ve bazı ulusların katliamına yol açmış durumların son bulmasıdır; Ulusların, halkların, kültür ve azınlıkların birbirlerine muazzam güç vermesidir. Hele Ortadoğu'da gerçekleşen bir federasyon tüm dinlerin hoşgörüsü, tüm azınlıkların, kültürlerin canlanışı ve bir de ta bunun Balkanlara Kafkaslara ve hatta Afganistan'a kadar Afrika'ya kadar yayıldığını düşün; bu yeni bir dünya demektir. Ve her halde dünyanın buna ihtiyacı var demektir. Dolayısıyla bu yönlü bazı endişeler anlamsızdır. Türk birliği söz konusu olduğunda da açıkça söylemeliyim; eğer Kürt düşmanlığını sürekli geliştirirlerse bir kara gibi Anadolu Türklüğü ile Orta Asya Türklüğü arasına Kürtler girer, düşmanları ile ittifak yapar ve en büyük zararı da verebilir. Nitekim günümüzde de veriyor. Ama Kürtlerin özgürlüğüne duyarlı bir birlik politikası Orta Asya'ya kadar Türklerin birliği anlamına da gelir. Bunu niye görmüyorlar? (...)"
Kitapta ve Öcalan'ın çeşitli konuşma ve yazılarında bu vizyon birçok defalar başka açılardan ele alınmaktadır. Biz bu yazı çerçevesinde bu kadarla yetiniyoruz.
Abdullah Öcalan'ın vizyonu ne ölçüde gerçekçidir, ekonomik, kültürel, tarihsel, toplumsal ne gibi temelleri vardır? Bunları da gelecek yazılarda ele almayı deneyeceğiz.
Demir Kücükaydin

12 Mart 1998 Perşembe

Hiç yorum yok: