18 Mart 2015 Çarşamba

Erdoğan Doğru Söylüyor: “Kürt Sorunu” Yok! Ama Türk Sorunu Var

Yukarıdaki başlığa bakarak kelimelerle oynadığımız sanılmasın. Gerçekten de sorun “Kürt Sorunu” değildir. Sorunun böyle tanımlanması ne demokratiktir ne de bilimseldir. Sorunun bilimsel olarak doğru tanımlanması, onu Türk Sorunu olarak tanımlamaktan ve buna uygun somut bir programdan geçer.
Sorunların nasıl tanımlandıkları ve adlandırıldıkları ile nedenleri ve çözümleri arasında her zaman derin ve zorunlu bir ilişki vardır.
Örneğin sorunu “Doğu”, “Güneydoğu” veya “terör” olarak tanımlama veya adlandırma sadece basit bir adlandırma sorunu değil, aynı zamanda nedenlere ilişkin bir tanımlama ve sonunun çözümüne ilişkin bir program anlamına gelir. Örnekteki adlandırmaların temel yanılgısı, politik bir sorunu ekonomik, idari, hukuki veya asayiş sorunu olarak kategorize etmesindedir. Ama politik bir sorunu politika dışı bir sorunmuş gibi tanımlamanın ve adlandırmanın kendisi bizzat bir politik tavra, çizgiye ve programa karşılık düşer.

Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur” demesi, aslında sorunu politik bir sorun olarak tanımlamaktan; sorunu ekonomik, idari veya kriminal bir sorun olarak tanımlamaya, yani doksanların anlayışına bir geri dönüş anlamını taşımaktadır.
*
Ancak sorunun politik bir sorun olarak tanımlanmasını kabul etmek, bu politik sorunun nasıl çözüleceğine ilişkin aynı programda anlaşıldığı anlamına da gelmez.
Sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlamak, iki farklı açıklama ilkesi ve iki farklı programa denk düşer.
Birincisi, Kürt Sorunu’nu ulusun tanımına ilişkin bir sorun olarak değil; bireysel özgürlükler sorununa ilişkin bir sorun olarak tanımlamaktır.
Yani bu yaklaşımda ulusun Türklükle tanımlanması sorun olarak görülmez; sorun olarak görülen, bireysel özgürlüklerin darlığıdır.
Bu yaklaşımla, çözüm: ulusun (politik olanın; devletin) Türklükle tanımlanmasına devam edilmesi; resmi dilin Türkçe olması ama devlet hizmetlerinde insanlara gerekirse ana dillerinde hizmet sunulması; ana dilin ek ders olarak okutulması; ama okullarda Türk tarihi veya Türklük açısından yazılmış tarih kitaplarının okutulmaya devam edilmesidir. Keza aynı şekilde özelden veya ek olarak, Kürt tarihi okumak da serbest olur.
Avrupa Birliği’nin çözümü budur. Örneğin Almanya’daki Türklerin durumu ve hakları aşağı yukarı budur.
Bu yaklaşıma göre, bu haklar tanındığında, “Kürt sorunu” hallolmuş sayılır ondan sonra hala “Kürt Sorunu”ndan söz etmek, sorunun örneğin artık bir “Terör sorunu” olduğu noktasına tekrar bir geri dönüş hakkını verir. Türkiye hukuken ve uygulamada, Avrupa Birliği’nin bulunduğu bu noktadan çok uzak olmakla birlikte, Erdoğan ve AKP, uygulamada sorunlar olabileceğini kabul etmekle birlikte, esas olarak bu hakların sağlandığını düşünmekte ve bu nedenle de “Kürt sorunu yoktur” demektedir.
*
Sorunu Politik olarak görme ve “Kürt sorunu” olarak tanımlamanın programatik olarak tamamen farklı sonuçlar veren ikinci bir biçimi daha vardır.
Bu ikinci anlayışın dayandığı gizli varsayım, ulusların dillere göre (kültür, tarih, din, ırk bile de olabilir) tanımlanmış politik birimler olduğu ve her ulusun bir devleti yani bir politik birim olması gerektiği varsayımıdır.
Bu politik birim başka bir politik birimle bir arada yaşamayı seçebilir. Ama bu seçim hakkı kendisinindir.
Kürt Özgürlük Hareketi ve Türk Sosyalistleri sorunu böyle koymaktadırlar.
Örneğin Türk sosyalistleri “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” derken veya sorunu “Kürt Sorunu” olarak tanımlarken, Türkiye’de ulusun Türklükle tanımlanmasında bir sorun görmemektedirler; sorunu; Kürtlerin de bir ulus olarak tanımlanmaması ve tanınmamasında görmektedirler.
Yani Türk sosyalistleri ve Kürt Siyasal Hareketi, aynı ulus anlayışına sahiptirler: uluslar esas olarak dillerle (dinlerle, tarihle vs.) tanımlanan birimlerdir ve her ulusun bir devleti olması veya bir politik birim olması gerekir. “Statü” veya “Tanınma” derken bu kast edilmektedir. Kürt Ulusal hareketi ile Türk Sosyalistleri’nin Kürt Sorunu’nun çözümünden anladığı budur.
Dolayısıyla programı da böyledir: Kürtlerin veya Kürt ulusunun, bir politik birim olarak Türkler ve onların devleti tarafından tanınması.
Ve her ikisi de Türklere, “tanımaktan korkmayın, Kürtler (Kürt ise, “bizler”)  ayrılmayı zaten düşünmüyor (“düşünmüyoruz”); ama korkar da tanımazsanız bu durumda Kürtlerin ayrılmasını isteyenler güç ve ağırlık kazanır; “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz”  diyorlar.
Dikkat edilsin, bu program ve anlayış, Türk milliyetçiliği ile çelişmez.
Milliyetçilik, yine bizzat milliyetçiler tarafından, başka milletlerin varlığının veya haklarının tanınmaması, reddedilmesi olarak tanımlanır.
Ama bu milliyetçilerin milliyetçilik tanımıdır. Çünkü bu tanım aracılığıyla akıllı ve uzun vadeli düşünen milliyetçiler (yani fiiliyatta sosyalistler) bu tanım aracılığıyla, inkârcıları ve faşistleri milliyetçi olarak tanımlayıp; kendilerinin milliyetçi olmadığını söyleme imkânı bulurlar. Milliyetçilik kavramının pejoratif anlamından kendilerini soyutladıklarını düşünürler.
Hâlbuki başka milletlerin varlığını ve haklarını tanıma milliyetçilikle çelişmez, aksine tam da milliyetçilik bunu gerektirir. Çünkü milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini kabul etmek ve savunmaktan başka bir şey değildir. Marks’ın “ezen bir ulus özgür olamaz”; Lenin ve Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, özetçesi her millete bir devlet, tam da milliyetçiliğin ilkeleridir.
Yani Kürtlerin ayrı bir ulus olarak tanımlanması ve tanınması, ne genel olarak milliyetçilikle ne de Türk milliyetçiliği ile çelişmez, hatta aksine, akıllı ve uzun vadeli çıkarlarını düşünen ve savunan bir Türk Milliyetçisi Kürtlerin ayrılma hakkını savunur. Savunur ki, araya kan davası girmesin ve iki ayrı birim (ulus) olarak birlik oluşturabilsinler.
O halde, Türk sosyalistleri aslında akıllı Türk milliyetçileridirler. Çünkü ulusların dillere (dinlere, kültürlere de olabilir) göre oluşan birimler olduğu ve olması gerektiği ve her ulusun bir politik birim oluşturduğu noktasında Kürt milliyetçileriyle kategorik olarak aynı kavrayıştadırlar.
O halde bunların programı, çok açıktır: Kürtlerin ve Türklerin birer ulus, dolayısıyla da her ulusun devlet hakkı olduğundan ayrı politik birimler olarak var olması; ama bu ayrı politik birimlerin kendi kararlarıyla birlikte olmaları.
Bugün Türkiye’de yukarıdaki iki programın mücadelesi görülmektedir.
“Barış Süreci” denen şey yukarıdaki iki farklı programın diğerini tecrit etme ve köşeye sıkıştırma mücadelesinden başka bir şey değildir.
*
Ama bizim savunduğumuz bir üçüncü program daha vardır.
Bu programın henüz hiçbir politik ifadesi ve örgütü yoktur. Şimdilik kendini sadece teorik ve programatik olarak ifade edebilmektedir; bir düşünce akımı haline bile gelememiştir. Diğer programlar ve ulusçuluklar, bu program ve ulusçuluğa karşı mücadelede, stratejik çıkar ortaklığı içindedirler. Çünkü bu onların var oluş temelini; dayandıkları temel paradigmayı sorgular.
Bu anlayışı ve programı kısaca açıklayalım.
Bu anlayışla, ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmak veya kabul etmek olarak tanımlanır.
Ulusçuluk böyle tanımlandığında, Sosyalistlerin savunduğu Enternasyonalizm’in bile bir ulusçuluk olduğu ortayla çıkar. Çünkü Enternasyonalizm, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini sorgulamadığı gibi savunur.
Ama ulusçuluk ulusal olanla politik olanın çakışmasını kabul etmek ve savunmak olarak tanımlandığında (ki bu ulusçuluğun bilimsel ve sosyolojik tanımıdır denebilir) ulusal olanın ve politik olanın ne olduğu ve nasıl tanımlandığı gibi bir soru ortaya çıkar.
Politik olan esas olarak devleti tanımlar.
Ulusal olana gelince işler orada karışır.
Gerek Kürt Siyasal Hareketi gerek Türk sosyalistleri ulusal olanı, bir dille, dinle, tarihle, kültürle tanımlarlar veya ulusların böyle birimler olduğu veya olması gerektiğini düşünürler ve savunurlar.
Ama bu tam da gerici ya da karşı devrimci ulusçuluğun ulus ve ulusçuluk anlayışıdır.
Çünkü ulusu böyle tanımlamayan ve böyle tanımlamayı reddeden uluslar ve ulusçuluklar da vardır.
Örneğin Amerikan ulusu böyle bir ulustur. Dil, din, tarih, ırk, soy, bunların Amerikan ulusunda hiç bir politik anlamı yoktur. Ulus bir takım yurttaşlık haklarıyla, hukuki haklarla tanımlanmıştır ve bu hakların başında da bunların politik bir anlamının olmaması gelir; yani devletin bunlarla tanımlanmaması; kimsenin dili, dini, soyu nedeniyle eşitsiz bir durumda olmaması gelir.
(Şimdi böyle bir demokratik denebilecek Amerikanvari bir millet anlayışını ve milliyetçiliği savunmayıp da milletlerin dili, dini, tarihi vs. olan birimler olduğunu savunmak karşı devrimci ve gerici bir milliyetçilik anlamına gelir. O halde, bu anlayışı savunan bütün Türk sosyalistleri sadece milliyetçi değildirler; aynı zamanda karşı devrimci, gerici bir milliyetçiliği kabul ederler ve savunurlar.)
Bu daha demokratik, ulusu bir dille, dinle, soyla, ırkla tanımlamayı reddeden; böyle tanımlamaya karşı tanımlayan milliyetçilik şöyle bir programa tekabül eder: ulusun Türklükle veya Kürtlükle tanımlanmasını reddetmek ve buna son vermek. Yani ister Kürtlük, ister Türklük olsun, bunların herhangi bir politik anlamının olmasının reddi; ulusun ya da politik olanın Türklük veya Kürtlükle tanımlanmasının ve tanınmasının reddi.
Bu somut olarak şu anlama gelir: herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde eğitim hakkı (dikkat edin ana dili öğrenme hakkı değil, ana dilinde eğitim hakkı). Ama herkesin ana dilinde aynı tarih kitabını okuması. Yani ne Türk, ne Kürt tarihi olmayan Kürtlerin ve Türklerin tarihi olmadığına dair anı tarih kitabını okuması. Bunun mantıki bir sonucu da dil politik bir anlama sahip olmadığından ve olamayacağından, bir köyün bile isterse ayrılabileceği bir âdemi merkeziyetçilik; ama bu ayrılabilenin kendisini bir dille, dinle vs. ile tanımlama hakkının reddi. Yani herhangi bir özerk bölge veya köy, biz bu köyde herkes Türk’tür o halde Türk tarihi okutacağız diyemez. Dediği an Demokratik Cumhuriyet’in orduları oraya girer ve politik olanı bir dille tanımlamaya kalkan bu karşı devrimci girişimi ezer. Tıpkı Amerika’da güney eyaletlerinde, biz siyahlara beyazların haklarını tanımıyoruz diyenlere ABD federal ordusunun yaptığı gibi.
Tabii böyle bir program ve anlayış, sorunu “Kürt sorunu” olarak değil, Türk Sorunu olarak görür. Çünkü “Kürt Sorunu” denen sorun, “Türk sorunu” olduğu için vardır. Çünkü ulusun Türklükle tanımlanması esas sorundur.
Ulus Türklükle tanımlandığı için, yani bir dil, tarih, hatta ırk ile tanımlandığı için başka diller böylece baskı altına alındığı için “Kürt sorunu” vardır.
Örneğin herkesin ana dilinde eğitim hakkı olduğu; okullarda Türk Tarihi değil de tüm dillerden, dinlerden kültürlerden vs. insanların bir araya gelerek yazığı bir tarih kitabı okutulan; Türklüğün hiçbir politik anlamının olmadığı; bir takım taraftarlığı gibi politika dışı bir anlamı olduğu bir demokratik cumhuriyette Kürt Sorunu da olmazdı. Öyle bir ülkede Kürt Sorunu, ulusu bir dille tanımlama sorunu olurdu ki, bu karşı devrimci bir hareket olarak var olabilirdi.
Peki, sorun Türk sorunu, (yani ulusun bir dille, tarihle, dinle tanımlanması sorunu) olarak tanımlanınca bunun çözümüne nasıl bir stratejiyle ulaşılabilir?
Bu programa ise ancak, bugün var olan Türk ulusunun yani Türklerin çoğunluğunun ulusun Türklükle tanımlanmasını reddetmeleri ile ulaşılabilir. Yani Türklerin ulusu Türklükle tanımlamayı reddeden birer demokrata dönüşmeleri gerekmektedir.  Ancak böyle Türk sorunu çözülebilir.
O halde bu program, yani Türk sorununu halletmeye yönelik bir program;  stratejik olarak, Türklerin Türklükle mücadelesini hedefler; Türkleri birer Türk milliyetçisi olmaktan çıkarıp; ulusun Türklükle veya benzeri bir şekilde tanımlanmasını reddeden demokratlara dönüştürmeyi hedefler.
Dikkat edilsin bu program, birinci ve ikinci program ve anlayıştan temelden farklıdır.
·         İnkârcı ve doksanlarda egemen olan program, sorunun politik olduğunu reddeder. Adlandırması buna uygundur. Doğu sorunu, Terör sorunu vs.
·         Bugün egemen olan programlar, sorunun politik olduğunu kabul ederler. Buna uygun olarak adlandırmaları Kürt Sorunu’dur.
·         Ama bizim savunduğumuz program, sorunun politik bir sorun olmasını sorun eder. Yani sorun bir politik sorun olmaktan çıkarılmalıdır der: Dolayısıyla sorunu ulusun nasıl tanımlandığında görür. Bunu vurgulamak için de Türk sorunu olarak adlandırır.
Sorunu “Kürt sorunu” olarak tanımlayan programlar ulusun örneğin bir dille tanımlanmasında sorun görmezler. Ama bu program tam da sorunu burada görür.
*
Bu iki farklı adandırma ve programın iki farklı milliyetçilik anlamına geldiği açıktır.
Ulusu bir dille, dinle, etniyle, tarihle, soyla, ırkla tanımlamayı ve böyle tanımlanmış politik birimleri reddedenler de ulusçudurlar ama bunlar var olan en ileri biçimi ABD’deki gibi “demokratik ulusçu”durlar. Çünkü bu, ulusçuluğun ilkesi olan, politik olan ile ulusal olanın çakışması ilkesini reddetmemekte, savunmakta, ama ulusal olanı dille, dinle, soyla, ırkla, vs. tanımlamayı reddetmektedirler. Biz buna diğerinden farkını koymak ve nispeten ilerici yanını vurgulamak için “demokratik ulusçuluk” diyoruz.
Şimdi Türkiye’deki politik akımlara ve olaylara böyle bilimsel kavramlarla baktığımızda, örneğin Türk sosyalistlerinin demokratik bir ulusçuluğu bile savunmaktan uzak olduğu; her birinin karşı devrimci bir ulusçuluk anlayışını savunduğu ortaya çıkar.
O zaman Türk sosyalistlerinin, sorunu “Kürt sorunu” olarak tanımlarken, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” için Kürtleri desteklerken; “ezen bir halk özgür olamaz” deyip Kürt hareketini desteklerken; bugünün Türkiye’nin politik mücadeleleri içinde, muhalif ve ilerici bir pozisyonda bulunmakla birlikte, aslında gerici, karı devrimci bir ulusçuluğun savunusunu yatıkları; daha akıllı ve uzun vadeli çıkarları savunan bir Türk ulusçuluğu yaptıkları; izledikleri program ve politikanın sosyalist olmak bir ana gerici bir milliyetçiliğe karşılık düştüğü görülür. (Kişi olarak çoğunun demokratik özlemleri olması başka bir sorundur)
Peki, karşı devrimci ulusçuluğu savunmayan; yani akıllı bir Türk milliyetçisi olmayan bir politika ne olabilir?
Ulusu Türklükle tanımlamayı reddeden, buna karşı mücadele eden; sadece Türklükle değil, aynı şekilde bir dille, dinle, tarihle tanımlamayı reddeden bir program demokratik sıfatına layık olur. Bu da bir ulusçuluktur ama Türk ulusçuluğu değil demokratik bir ulusçuluktur.
Böyle bir ulusçuluk veya program, elbette sorunu Kürt sorunu değil, Türk sorunu olarak tanımlayacaktır.
Demek ki, “Kürt Sorunu yoktur” önermesi, “Kürt Sorununu” politik bir sorun olarak görmeyi reddetme anlamına geldiği ve gelebileceği gibi; ulusun, yani politik olanın Türklükle, bir dille, tarihle, tanımlanmasını sorun olarak görme, yani Türk Surunu öne çıkarma anlamına da gelebilir ve gelmelidir.
O halde demokratlar, sorunu “Kürt Sorunu” olarak değil; Türk sorunu olarak tanımlamalıdırlar.
Hemen buradan anlaşılacağı gibi, Türkiye’de henüz demokrat yok ve demokratik bir hareket de yok.
Kürt Siyasal Hareketi. Sorunu Türk Sorunu olarak tanımlayamaz. Böyle yapmaya kalkması, yanlış anlamalara yol açar.
Ama sorunu Türk sorunu olarak tanımlayan, Türkleri Türklükle mücadeleye çağıran bir hareket Türkler arasından çıkabilir ve çıkmalıdır.
Buna en yakın insanlar sosyalistlerdir. Ama var olan sosyalist örgütler, yapılar, çevrelerin hepsi, bu programın, bu anlayışın, böyle bir tartışmanın gündeme gelmesinin önünde bir engeldirler. Çünkü bu programın ve anlayışın tartışılması kendi var oluşlarını tehlikeye düşürür. Yüzlerindeki bütün sosyalist ve demokratik makyajın akmasına ve gerçek karşı devrimci niteliklerinin görülmesine yol açar
Böyle bir hareket çıktığı takdirde, demokratik bir ulusçuluğa doğru evrim geçirme potansiyeli taşıyan Kürt özgürlük hareketinin kendini aşmasının kapısını açabilir ve ona bir örnek oluşturabilir.
Buradan tüm Ortadoğu’nun hatta dünyanın kurtuluşuna giden bir yola girilebilir.
Ulusu bir dille, dinle tarihle, soyla tanımlamayı reddettiğinizde, elinizde tanımlamak için, kala kala bir coğrafya ya da toprak parçası kalır.
Ama bu da pek ala bir refah şovenizminin aracı olabilir. Demokratik bir ulusçuluğun yeryüzünden imtiyazlılığı yok etmek değil; imtiyazlılar arasına katılmak gibi bencil bir sonucu da olabilir.
Ama böyle bir ulusçuluk, pekâlâ, ulusu bir toprak parçasıyla tanımlamayı reddetmeyi de içerir. Çünkü bir tek köy bile ayrılabiliyorsa, dünyanın herhangi bir yerindeki bir tek köy bile sizin demokratik ilkelerinizi kabul ettiği takdirde birleşebilir de. Onun birleşme isteğini reddetmeniz, sizin imtiyazlarınızı korumanız anlamına gelebilir.
Son aylarda, dünyanın farklı yerlerindeki IŞİD benzeri örgütlerin, Bağdadi’nin halifeliğini kabul etmeleri, tamamen ters biçimde de olsa bunun mümkün olduğunu ve artık dünyanın bunun için olgun olduğunu da göstermektedir.
Yani gerçek bir demokratik Ortadoğu cumhuriyeti, bir dünya Cumhuriyeti kuralım; ulusları ve ulusal sınırları yok edelim çağrısı yaparsa, bunun bir yangın gibi tüm yeryüzünü bir anda sarıp bütün ulusları ve ulusal devletleri yıkma olasılığı çok güçlüdür.
Yani ulusu bir dille, dinle tanımlamayı reddetme, sorunu Türk sorunu olarak tanımlama; nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın politik olanla çakışmasını reddetmeye; bir tek yeryüzü cumhuriyeti kurmaya da varabilir.
Yani Demokratik bir Ulusçuluğun varacağı yer “vatanım yeryüzü milletim insanlık” olabilir.
Bir dünya cumhuriyetinde kapitalizme karşı mücadele bir çocuk oyuncağı olur.
Dolayısıyla demokratik bir ulusçuluğu savunmak aynı zamanda sosyalist hareket içinde bambaşka bir dünya devrimi ve sosyalizm anlayışını ve stratejiyi savunmak anlamına da gelmektedir.
Demokratik ulusçuluğa dayanan sosyalist strateji, kapitalizme karşı mücadelenin önüne, en acil sorun olarak gerici ulusçuluğu ve ulusları koyar; oradan da demokratik bile olsa, ulusları ve ulusal sınırları.
Yani örneğin Ortadoğu’da bir Ortadoğu Demokratik Cumhuriyetini ve buradan giderek bir Dünya Cumhuriyeti’ni savunur.
Artık ulusal devletler olmadığı için orduları olmayan; hiçbir hududu olmayan; dünyayı nasıl düzenleyeceğine en geniş demokraside karar veren; tüm medyanın sermayenin ve devletlerin elinden alınıp kitle örgütlerine verildiği; tüm organların seçimle geldiği; tüm şirket, kurum, devlet karar ve toplantılarının herkese açık olduğu; şirket, devlet sırrı tanımayan bu dünya cumhuriyetinin kapitalist mi sosyalist mi olacağına üreticilerin karar vermesinin ve bu kararlarını gerçekleştirmesinin önünde hiçbir güç bulunamaz.
Dolayısıyla sosyalist devrim son derece barışçıl olarak gerçekleşebilir.
Esas zor ve sancılı olan karşı devrimci ulusları ve genel olarak ulusları yok etmek ve ulusçuları birer demokrata ve insana dönüştürmektir.
Demokrata dönüşmek, ulusun bir dille, dinle, Türklükle tanımlanmasını reddetmekle olur.
İnsana dönüşmek ise, ulusal olanın politik olanla çakışmasını reddetmek ve buna karşı savaşmakla.
O halde sorunu Türk sorunu olarak tanımlamak, Türklerin birer demokrata dönüşmesinin; birer demokratik Ulusçuya dönüşmesinin ilk adımıdır.
Öcalan, Kürt ulusal hareketine başlarken, Kürtleri kendi köle ve düşkün Kürtlüğüne karşı savaş çağırıyordu.
Şimdi Türklerin de kendi düşkünlüklerine, köleliklerine karşı, yani Türklüklerine karşı savaşa girmesi; ulusun Türklükle tanımlanmasını reddetmesi gerekiyor.
Ulusu kurma ve bunu Türklükle tanımlama temelinde bu ülkedeki tüm demokratik gelenekler kazındı; Ermeni katliamları, Rum soykırımları yapıldı.
Türklük bir dilin, tarihin, soyun, ırkın adı bile değildir. Demokrasinin en küçük bir kalıntısını bile tasfiye eden bir karşı devrimin adıdır.
Türk ulusunun ortaya çıkışı ve inşası tarihi bu karşı devrimin ortaya çıkışı ve yerleşmesinin tarihidir.
Bu nedenle Türklüğe karşı Türklerin savaşı, ama tıpkı Hazreti Muhammet’in kendi nefsiyle savaş savaşların en kutsalıdır anlamında savaşı, aynı zamanda bu karşı devrime karşı mücadele olacaktır.
Demir Küçükaydın
18 Mart 2015 Çarşamba


Hiç yorum yok: