13 Kasım 2014 Perşembe

Milletler ve Milliyetçilikte Olgu ve Olgunun Bilgisinin İlişkisinin Quantum Fiziğine Benzeyen Karakteri

Çağın Hayaleti ve Hayaletin Laneti

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve Ulusal Kurtuluş Savaşları başta olmak üzere, son iki yüzyıldaki savaşların neredeyse tamamının, hatta “sınıfçı” olduğunu iddia edenlerin bile çoğunun, milliyetçilik temelinde yapıldığı göz önüne alınırsa, milliyetçiliğin çok tekinsiz olduğu; insanlığı adeta bir cin gibi çarptığı ve lanetiyle öldürdüğü görülür.
Dünya tarihinin en kanlı yüzyılında neredeyse bütün savaşlar ulus bayraklarıyla yapılmışlardır.
Ama lanet burada bitmez.
Eğer Sosyalizm insanlığın ve ezilenlerin umudu idiyse “sosyalist partileri”, “sosyalist hareketleri”, “sosyalist enternasyonalleri”, “sosyalist devletleri” her seferinde milliyetçilik çökertmiştir.
·         İkinci Enternasyonal’i çökerten neredeyse bütün sosyalist partilerin kendi devletlerinin ve milletlerinin yanında yer almasıydı, yani fiilen milliyetçiliğe teslim olmalarıydı.
·         Sovyet devrimi ve Üçüncü Enternasyonal, 1920’lerde -ki kaderi Sovyet devrimine bağlıydı- milliyetçi “tek ülkede sosyalizm” parolasıyla çökmüştü.
·         Ekim Devrimi’nin kalıntısı son gelenekler, İkinci Dünya Savaşı’nda, “dünyanın lanetlileri”yle başlayan Enternasyonal yerine, “Büyük Rus ulusunun perçinlediği, özgür cumhuriyetlerin parçalanmaz birliği” sözleriyle başlayan SSCB marşının almasıyla ve buna eşlik eden Üçüncü Enternasyonal’in lağvıyla yok olmuştu.

·         Sosyalist Blok”, Sovyetler Birliği veya Yugoslavya çökünce onun yerini daha iyi bir sosyalizm için kendini ulus veya ulusçu olarak tanımlamayı reddeden toplumlar ve hareketler değil, artık aşıldığı söylenen uluslar, ulusçuluk ve ulusal katliamlar aldı.
Sadece bu örnekler bile milliyetçiliğin lanetiyle nasıl sosyalizmi çarptığını gösterir.
Bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Aslında sosyalizmin her yerde milliyetçiliğe teslim olmuş ve birçok yerde uluslar ve ulusal devletler yaratmış veya en azından önceden oluşmuş ulusları ve ulusal devletleri yönetmiştir.
·         Örneğin bu günkü bütün Orta Asya uluslarını Sovyetler yaratmıştır. Sovyetler, ulus yaratmada tıpkı Afrika’daki sömürge imparatorluklarının yaptığını yapmıştır. Sovyetler Orta Asya ve Kafkasya cumhuriyetlerinin sınırlarını başka çizip, başka isimlerle adlandırsaydı bu gün ortada başka uluslar ve ulusal devletler olacaktı.
·         Bunun yanı sıra sosyalist iktidarlar daima kendilerini bir ulusla ve ulusal devletle tanımlamışlardır: Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Çin, Küba vs.. Ve Bu ülkeleri kuran ve yöneten sosyalistlerin kastettikleri, nötr bir toprak parçası adı değil, tarihe ve dile dayandığı ileri sürülen bir ulustur.
·         Ve bu tabloyu şu gerçek belirtilmeden eksik kalır. Sosyalistler nerede başarılı oldularsa, orada aslında filen bir ulusal hareketin başını çektiklerinde, yani fiilen bir ulusçu gibi davrandıklarında başarılı olmuşlardır: Çir, Vietnam, Yugoslavya, Küba vs.
Özetle sosyalizmin ulusçulukla ilişkisine ilişkin olarak, sosyalizmin kendi hakkındaki iddialarından hareketle değil, gerçek durumdan hareketle söz etmek gerekirse, sosyalizm ve ulusçuluğu ayıracak bir fark bulmak zordur. Ya sosyalistler ulusçudur veya sonundan fiilen bir ulusçudan farkları kalmamıştır ya da ulusçular sosyalizm bayrağıyla hareket etmişlerdir: Örneğin Afrika’daki Kurtuluş hareketlerinin çoğu gibi.
Sosyalizm ve ulusçuluğu birbiriden ayırmak mümkün değildir.
En kısa ifadesiyle sosyalizm her yerde ulusçulukla imtihanını kaybetmiştir.
Sosyalizm ulusçuluk hayaletinin lanetiyle çarpılmıştır.
Neden böyledir? Araştırılması gereken budur.
Marks ve Engels geçen yüzyılın başında, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm Hayaleti” demişlerdi Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında.
Ama gerçek tarihe bakarsak, “İki yüz yıldır dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” demek gerekiyor.

Marksizm ile Milliyetçilik ve Millet Konusu

Ama Sosyalizmin, Uluslar ve Ulusçuluk hayaletinin lanetiyle çarpılması sadece bu kadar da değildir.
Bir araştırma ve açıklama nesnesi (konusu) olarak milliyetçilik de, en azından milliyetçiliğin kendisi gibi, başta Marksizm ve Marksistler olmak üzere, iki yüz yıldır kendisini açıklamaya kalkanları çarpmıştır.
Milletler ve Milliyetçilik lanetli ve tekinsiz bir konudur.
Milliyetçilik ve milletler konusu ile ilgilenmiş en ileri ve ciddi tarihçi ve sosyologlar arasında, milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğunun bilinmediği yolunda ortak bir kabul vardır.
Örneğin Eric J. Hobsbawm şunları yazar klasikleşmiş Milletler ve Milliyetçilik’in girişinde:
Nükleer bir savaştan sonraki günlerden birinde, galaksiler arası bir tarihçinin, kendi galaksisindeki alıcıların kaydettikleri uzaktaki küçük bir felaketin nedenini araştırmak üzere artık ölü durumdaki bir gezegene ayak bastığını düşünün. Bu tarihçi (...) gelişkin mükleer silah teknolojisinin eşyalardan ziyade insanları yok edecek biçimde tasarlanması nedeniyle korunmuş bulunan gezegen kütüphaneleriyle arşivlerine başvursun. Gözlemcimiz, bir süre inceleme yaptıktan sonra, yeryüzü gezegenindeki insanın tarihinin son iki yüz yılının, “Millet” terimini ve bu terimden türetilen sözcükleri anlamadan kavranamayacağı sonucunu çıkaracaktır. “Millet” terimi insanların ilişkilerinin önemli bir boyutunu anlatır görünmektedir. Ama tam olarak neyi? Sır burada yatar. Tarihçimiz, on dokuzuncu yüzyıl tarihini “milletlerin inşası”nın tarihi olarak sunan, ama aynı zamanda, her zamanki sağ duyusuyla “Bize sormadığınız zaman bunun ne olduğunu bilir, ne var ki hemen açıklayamaz ya da tanımlayamayız” diyebilen Walter Bagehot’ı okumuş olsun. Bu gözlem Bagehot açısından ve bizim açımızdan geçerli sayılabilir, ancak, “millet” fikrine inandırıcılık kazandırır görünen insanoğlunun deneyimini yaşamayan galaksiler arası tarihçiler açısından geçerli değildir.”[1]
Hayali Cemaatler” adlı eseriyle Milliyetçilik ve Milletler konusundaki araştırmalara yepyeni bir bakış açısı ve itilim kazandıran Benedict Anderson da milletler ve milliyetçilik olgusu ve konusu arasındaki bu paradoksta yansıyan sefaleti şu sözlerle ifade etmektedir:
Olgular açık olmakla birlikte nasıl açıklanacakları uzun zamandır süren bir tartışmanın konusu olmuş. Ulus, milliyet, milliyetçilik – çözümlenmek bir yana her birinin tanımlanabilirlik açısından son derece kötü bir şöhreti var. Milliyetçiliğin modern dünya üzerindeki etkisiyle kıyaslandığında, bu konudaki kabul edilebilir teorilerin sayısı çok sınırlı. Devasa bir liberal tarihçilik ve toplumsal bilimler geleneğini devralan ve milliyetçilik üzerine İngilizce’deki en iyi ve kapsayıcı metni yazan Hugh Steon-Watson, üzüntüyle şunu kaydediyor: “Dolayısıyla, ulus için herhangi bir ‘bilimsel tanım’ yapılamayacağını teslim etmek zorunda kalıyorum; oysa ortada bir fenomen var ve var olmaya devam ediyor.” Liberal gelenekten hiç de daha az devasa olmayan Marksist tarihçilik ve toplumsal bilimler geleneğini devralan ve çığır açıcı The Break-up of Britain’in yazarı Tom Nairn, büyük bir açık sözlülükle, “Milliyetçilik teorisi Marksizmin büyük tarihsel başarısızlığını temsil ediyor” diyor.(...)[2]
Milliyetçilik ve Milletler gerçekliğinin çağa damgasını vuruşu ile bu gerçekliği açıklama çabalarında ortaya çıkan sonuçların cılızlığı arasındaki bu uçuruma dikkati çeken bu örnekler çoğaltılabilir.

Milliyetçilikte Olgu ve Bilgi Nesnesi İlişkisinin Özelliği

Bu ilişki problemin çözümü için birçok ipucu vermektedir. Bizzat bu bağlantının kendisinden başlanamaz mı?
Adeta Matematik formüllerine benzeyen önermeler biçiminde bu ilişkileri sıralamaya başlayalım.
Yukarıda alıntılarla açıklanan olgulardan şöyle bir ilişkinin varlığı, bir bağıntı ortaya çıkmaktadır:
Sosyalizmin milliyetçiliği anlayamaması ile milliyetçiliğe yenilgisi veya teslim olması veya milliyetçileşmesi arasında kopmaz bir ilişki vardır.
Bu ilişki daha genel olarak, insanlık bağlamında şöyle de ifade edilebilir:
İnsanlık milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğunu bilemediği için milliyetçiliğin ve milletlerin kurbanı olmuştur.
Buradan da şu sonuç çıkar:
İnsanlık milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilmediği için millet ve milliyetçiliğin kurbanı olmaya devam etmektedir ve bilemediği sürece de edecektir.
O halde:
İnsanlığın var oluşu ve kurtuluşu ile millet ve milliyetçiliğin ne olduğunun bilinmesi arasında olmazsa olmaz ya da zorunlu bir ilişki bulunmaktadır.
Bu ilişki şöyle de formüle edilebilir:
Milliyetçilikle ancak milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu anlaşılarak mücadele edilebilir.
Bu paradoks, bu tersine ilişki, bilgi ve nesnesi arasındaki ilişki bağlamında kategorik olarak şöyle de ifade edilebilir
Milletler ve milliyetçilik söz konusu olduğunda, Bilgi ve Nesnesi arasında ters oranlı bir ilişki vardır: Bilgi varsa, nesnesi olamaz; nesnesi varsa bilgi yoktur.
Bu kategorik ilişki, milletler ve milliyetçilik bağlamında şöyle de formüle edilebilir:
Milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğu bilinirse, Milliyetçilik ve milletler olamaz;  Milliyetçilik ve milletler varsa, Milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu bilinmemektedir.
Bu ilişki insanlığın geleceği bağlamında şöyle de formüle edilebilir:
İnsanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilirse, ulus ve ulusçuluk var olamaz; ulus ve ulusçuluk var ise insanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmiyordur.
Dikkat edilirse, bu ilişki, tıpkı Quantum fiziğindeki bir parçacığın konumunu ve hızını birlikte bilmenin imkânsızlığı gibi bir ilişkidir: parçacığın Konumunu biliyorsanız Hızını, Hızını biliyorsanız Konumunu bilemezsiniz.
Ulusçuluk ve ulus varsa ulus ve ulusçuluğun bilgisi yoktur; bilgisi varsa kendisi var olamaz.

Bağlantının Politik Sonucu: İnsanlığın Kaderi ve Ulus ve Ulusçuluğun Bilgisi

Ulus ve ulusçuluk söz konusu olduğunda, bilgi ve nesnesi arasındaki bu ilişki, insanlığın kaderiyle ulusçuluğun ne olduğunun bilinmesi arasındaki çok derin ve temel bir ilişkiyi de sezdirir.
İki yüz yıldır var olan savaşlar gibi günümüzün savaşları da uluslar ve ulusal devletler tarafından yapılmaktadır ve yapılacaktır.
Ve her şey şunu göstermektedir:
Birkaç emperyalist merkez arasında paylaşılmış bir dünyada, bu uluslar arasında bir atom savaşı neredeyse bir kaderdir.
İnsanlığın kaderinin bağlı olduğu ulusal devletler ve ulusların yok olması ulusçuluğun ve ulusun ne olduğunun bilinmesine bağlı olduğundan, ortaya şu sonuç çıkar:
İnsanlığın kaderi ulus ve ulusçuluk konusunun bilinmesine bağlıdır.
Aynı sonuca Ekolojik tehlike bağlamında da varılabilir:
Bir atom savaşının olmadığını varsayılsa bile şu önerme geçerlidir:
Uluslara bölünmüş bir dünyanın ekolojik felaketi önleme şansı bulunmamaktadır.
Ekolojik çöküş veya onun önlenebilmesi de:
Ulusların var olup olmamasına bağlıdır.
Ulusların var olup olmaması da ulusun bilgisine bağlı olduğundan:
Ancak ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilgisi yeryüzünden ulusçuluğu ve ulusları yok etmenin dolayısıyla bir ekolojik çöküşü engellemenin koşulunu sunar.
Demek ki ulus ve ulusçuluk konusunun bilgisi, uluslar ve ulusçuluk bu bilgi olmadığında var olabildiğinden, insanlığın var olup olmayacağı sorusunun cevabında belirleyici bir öneme sahiptir.
Böylesine pratik, böylesine politik ve böylesine can alıcı bir konudur ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlamak ve bilmek.
Ama insanlığın ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmesi, toplum bilimin onu açıklaması demektir. Toplum Bilim, yani kısa ve yaygın adıyla Marksizm.
O halde ulusçuluğun bilinmesi demek: Marksizm’in ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmesidir; Yani doğru ve kapsayıcı bir ulus teorisine sahip olması demektir.
O zaman insanlığın kaderi ile Marksist bir ulus teorisi arasındaki ilişki şöyle formüle edilebilir:
İnsanlığın kaderi ile Marksist bir ulus ve ulusçuluk teorisinin var olup olmaması arasında kopmaz bir ilişki vardır.
İnsanlığın kaderi Marksist bir ulus teorisinin ortaya çıkmasıyla kader birliği içindedir.
Bizim yapmaya çalıştığımız böyle bir teoriyi ortaya koymaktır.

Marksizm’in Evrimi ve Milliyetçilik

Bu vesileyle İnsanlığın kaderi, Marksizmin kaderine bağlı olduğundan, marksizmin kaderi ile o kaderin açıklanması arasındaki ilişki de doğrudan bir ulus teorisi ve insanlığın kaderiyle bağlantı içine girmektedir.
Bu ilişkiyi şöyle de formüle edebiliriz:
Bilimlerin kaderi ve kendisi arasındki ilişki ile Marksizm'in kendisi ve kaderi arasındaki ilişki temelden farklıdır ve bir bilim olarak kendi kaderi de kendisinin konusudur.
Bu soyut gibi görünen önermeyi şöyle somutlayalım:
Fizik veya biyoloji bilimlerinin evrimi fiziksel veya biyolojik olaylar değildir.
Bubilimlerin evremi fiziksel ve biyolojik olgular olmadığından, fizik ve biyoloji bilimlerinin konusunu oluşturmazlar.
O halde bu bilimler: kendileri kendisinin konusu olmayan bilimlerdir.
Ancak Marksizm söz konusu olduğunda bilimin kendisi ve bilgi nesnesi arasında çok farklı bir ilişki vardır.
Marksizm toplumun ve tarihin hareket yasalarını inceler.
Marksizm bizzat kendisi toplumsal bir olgu olduğundan, bizzat kendi evrimi ve kaderi kendisinin konusudur.
Bir diğer ifadeyle Marksizm bir bakıma kendinin bilincinde olan ve olması gereken bir bilimdir. O kendi doğuşunu, evrimini, tarihini ve kaderini de açıklayabilmelidir, çünkü bu bizzat Marksizm’in konusudur.
Şimdi bu sonuç önermesi ile ulus konusundaki önerme ve sonuçlar arasındaki bağı görelim.
Bu durumda:
Marksizm’in Ulus ve Ulusçuluk konusunu anlama ve bir teori oluşturmadaki başarısızlığı da bizzat Marksizm’in konusudur.
O halde:
Marksizm bu konuyu açıklamadaki başarısızlığının nedenlerini açıklayabilirse, yani bu başarısızlığın metodolojik ve tarihsel, toplumsal nedenlerini açıklayabilirse, aslında ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu da çözmüş olabilir.
O zaman bu bağıntı tersinden şöyle de ifade edilebilir:
Marksizm ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayabilirse, kendi kaderini, yani ulus ve ulusçuluğu açıklamada niye başarısız olduğunu açıklayabilir.
Bu nedenle, Marksizm’in gerek bir bilgi nesnesi, gerek sosyal bir olgu olarak, ulusçuluk karşısındaki başarısızlığını açıklayabilmesi ulusçuluğun ne olduğunu anlamanın ve onun karşısında başarının, dolayısıyla insanlığın kaderini değiştirmenin olmazsa olmaz koşulu olarak ortaya çıkmaktadır.
O halde:
İnsanlığın ulus ve ulusçuluğa kurban olmaması için, Marksizm’in kaderinin, yani ulusçuluğu niye açıklayamadığının açıklanması olmazsa olmaz bir koşuldur.

Bilginin Evrimini Ele Alışın Mantıksal ve Tarihsel Yöntemleri

Bilimlerin evrimi iki türlü ele alınabilir:
·         kavramların, düşüncenin hareketi olarak, yani bir mantıksal süreç olarak;
·         bir de somut tarihsel gidişi içinde sosyal bir süreç olarak.
Mantıksal süreç, Bizzat Engels’in de belittiği gibi,  son duruşmada, tarihsel sürecin sapmalardan arınmış biçiminden başka bir şey değildir ve son duruşmada metodolojik olarak yapılan yanlışları ortaya çıkarır.
O halde,
Marksizm’in başarısızlığını açıklayabilmek için, “neden başarısız?” sorusunu sormak ve yapılan metodolojik yanlışları bulmak gerekmektedir.
Bu açıklama sadece metodolojik kalmamalı elbette bu metodolojik yanlışların temelindeki tarihsel ve sosyal nedenleri de açıklamalıdır.
Bu nedenle, önce metodolojik ve mantıksal olarak Marksizm’in ulusçuluğu neden açıklayamadığını ele almak gerekmektedir.
Ulusun ve Ulusçuluğun ne olduğunun anlaşılmasınınn anahtarı bizzat Marksizm’in kendi tarihinde ve metodolojik hatalarında gizlidir.
Ulus ve ulusçuluk konusundaki başarısızlığın açıklanması aynı zamanda bizzat Marksizm’in kendi özeleştirisinden başka bir anlam taşımaz.
Diğer bir ifadeyle:
Ulus ve ulusçuluk konusundaki başarısızlığın açıklanması Marksizm’in Marksist bir Eleştirisi olmak zorundadır.
Öte yandan Marksizm, bizzat bu kendi yanlışlarının tarihsel ve toplumsal nedenlerini ortaya koymak, yani sosyolojik bir açıklamasını yapmak zorundadır. Ama bu açıklama ister istemez, metodolojik hatalardan arınmış bir yöntemi gerektirir. Dolayısıyla açıklayamamanın sosyolojik açıklaması, ancak açıklayamamanın metodolojik hatalarının açıklamasıyla, dolayısıyla ulus ve ulusçuluğu açıklayabilen bir metodolojik gelişimle mümkün olur.
O halde önce en soyut noktadan, Marksizm’in ulusçulukla ilişkisinde de ortaya çıkan ulusçuluğun varlığı ile bir ulusçuluk teorisinin yokluğu arasındaki ilişkinin, yani olgunun varlığı ile bilginin yokluğunun neden bir arada bulunduğundan ve bu ilişkinin sonuçlarından başlanabilir.
Marksizm Milliyetçilik ilişkisi bizzat Marksizm'in kendi konusu olduğundan, başlığın kendisinden başlanabilir.

İlişkinin “Fasit Daire” Karakteri

Milliyetçilik ve Millet olgusu ile onun bilgisi ilişkisi aynı zamanda Almanların “Teufelkreis” (Şeytan Çemberi) eskilerin “Fasit Daire” dedikleri bir kendi üzerine kapanan bir daireyi işaret etmektedir.
Genel olarak ifade edilirse, Milletlerin ve Milliyetçiliğin ne olduğu bilinmediğinde milletler ve milliyetçilik var olmakta, yani bilmeyenler fiilen milliyetçi olmakta ve milletler ve milliyetçilik var olduğunda, yani milliyetçi olunduğunda da milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu bilinememektedir. Milliyetçiliğin ne olduğu bilinmediği sürece de milliyetçi kalınmaktadır. Milliyetçi kalındığı sürece de milliyetçiliğin ne olduğu bilinememektedir.
Yani nesne veya konu hakkındaki bilgisizlik, fizikte olduğu gibi nötral bir durum değildir; nötronun ne olduğunu bilmediğinizde bu sizin ya da bulgisizliğinizin kendisinin bizzat nötron olması sonucunu doğurmaz, ama bu sosyal ilişkide bilgi ve nesnesi arasındaki ilişki öyledir ki, açıklayamamak, o açıklanamayan şeyin kendisi olma anlamına gelmektedir.
Bu tam bir “fasit daire”dir.
Bu durumda insanlık için adeta hiçbir umut yok gibi görülmektedir.
İnsanlık milliyetçi olduğu için milletlerin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilemez; milletlerin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilemediği sürece de milliyetçi olarak kalmaya devam eder. Bu da ulusların ve ulusal devletlerin, sınırların varlığı demektir. Bu da insanlığın yaşama şansı yok demektir.
Bu fasit daireden çıkmak mümkün değil midir?
Mümkündür.
Bizzat bu satırlar bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
Çünkü “fasit daire”den ve bilgi ve nesnesi arasındaki ilişkinin bu özgül niteliğinden söz ettiğimizde fasit dairenin dışına çıkmış oluyoruz.
Çünkü fasit daire ilişkisiyle, millet ve milliyetçilik ilişkisinin özünü ortaya çıkarmış oluyoruz.
Bu öz: milliyetçilerin, milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunu anlayamayacağı önermesidir.
Bu şöyle de ifade edilebilir:
milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunu açıklayamayan bütün teoriler milliyetçi teorilerdir.
Daha somut olarak bu sonucu söyle de formüle edebiliriz:
İnsanlık veya Marksizm milliyetçi olduğu için milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamamıştır.
Veya tam tersinden şöyle formüle edilebilir:
İnsanlık veya Marksizm, milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamadığı için milliyetçi olmuştur.
Ama işte tam bu ilişki ortaya koyulduğu an onun dışına çıkılmış da olur.
Fasit daire içindeyken görülemez ve ancak dışına çıkıldığında ortada bir fasit daire olduğu görülebilir.
Ve ilerde görüleceği gibi bu “paradoks” ve bu “şeytan çemberi” hem milliyetçiliğin ne olduğunun anlaşılabilmesinin, hem de milliyetçiliğin ve milletlerin neden anlaşılamadığının anlaşılabilmesinin ipucudur.
Biraz matematik formüllerle uğraşır gibi oldu. Hatta iyi bir matematikçi bu formülleri cebirsel denklemler halinde ifade edebilir ve Marksizme cebirsel formüllerle ifade edilebilin bir özellik de kazandırabilir. Ama burada yazılanlar sorunun özüdür.
13 Kasım 2014 Perşembe




[1] E. J. Hobsbawm, 1780’den günümüze Milletler ve Milliyetçilik “Program, Mit ve Gerçeklik”, Ayrıntı yay. Temmuz 1993., s.14-15
[2] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları, s. 17

Hiç yorum yok: