4 Kasım 2014 Salı

Kürtler, Ortadoğu’nun Geleceği, Tarih ve Marksizm

Gelecek geçmişte yazılır. Geleceğin nasıl şekilleneceği geçmişin nasıl yazıldığına bağlıdır.
Bütün “mitolojik” denen söylenceler birer tarih anlatımından başka bir şey değildir ve bir toplumsal dönüşüm sonucu yerleşmişlerdir. Mitolojiye firen her kahraman, aslında yeni bir tarih yazan ve yeni bir düzenin kuruluşuna öncülük eden bir devrimciden başka bir şey değildir.  İnsanlık henüz soyut düşünme geleneğinin olmadığı zamanlarda bu dönüşümleri somut imgelerle anlatmıştır.
Bütün din kitapları aslında birer tarih kitabıdır. Tevrat çok tanrılı dinler karşısında başka bir tarih yazar. Hıristiyanlık ya da İslam, aynı tarihi alır başka bir şekilde yorumlayarak anlatır. Kuran, Tevrat’ta anlatılan ve o zamanın Arabistan’ında bilinen tarihin, başka bir ışık altında okunması ve yorumlanmasından; dolayısıyla başka bir tarih yazımından başka bir şey değildir. İslam, Kuran’la geçmişi farklı anlatabildiği için geleceği farklı kurabilmiştir.

Toplumdaki farklı sınıf veya üretim ilişkilerinin yansısı olar mezhep ve tarikatlar bile başka tarihler anlatarak var olurlar. Alevilik başka bir tarih anlatır, Sünnilik başka, Şiilik başka. Katoliklerin anlattığı tarih başkadır; Protestanların başka. Her farklı anlatılan tarih farklı bir toplumsal düzene ve ilişkilere (üstyapıya), yani farklı bir dine karşılık düşer.
Aydınlanma o güne kadar din kitaplarının anlattığından başka bir tarih yazarak ortaya çıkmıştır. Marksizm de bir tarih yöntemi ve anlatısı olarak ortaya çıkmış; Aydınlanma’nın anlattığı tarihi başka bir yorum ve ışık altında anlatarak bir alternatif program olarak kendini ortaya koyabilmiştir. İlk programın (Komünist Manifesto) aynı zamanda bir tarih anlatısı olarak “şimdiye kadar bütün toplumların tarihi” diye söze başlaması, bir rastlantı değildir. Marksizm'in özü olan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ü, tarihin nasıl okunup anlaşılabileceğince dair bir kavramsal temel sunuştan başka bir şey olmaması da bir rastlantı değildir. Çünkü gelecek Tarihte yazılır.
Ama her yeni tarih anlatısı aynı zamanda o anlatıyı sağlayacak başka kavramların varlığını var sayar. Üretici Güçler, Üretim ilişkileri, Sınıflar gibi kavramlarınız olmadan Komünist manifesto yazılamazdı. Ama bu kavramlara geçiş nasıl olacaktır önceki tarihlerden. Tanrı dünyayı altı günde yarattı yedinci gün dinlendi diye bir tarih anlatısıyla şekillenmiş bir toplumda üretici güçler ve üretim ilişkileri gibi kavramsal araçlar da bulunmaz.
Ya da mitoloji denen bir zamanların tarihlerinde veya uygarlığın pagan dinlerinde ve o tarihlere uygun toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, dünyayı somut imgelerle kavrayan bir toplumda, soyut ve kavramsal bir tanrıya dayanan bir tarihi anlatacak kavramsal araçlar yoktur.
Bunun nasıl bir zorluk olduğu, bugün tarihi ulusların tarihi olarak anlatan ve her yere egemen olmuş tarihler karşısında, ulusların tarihi olmadığını anlatan bir tarih yazmanın zorluğunda görülebilir. Ulusların Tarihi olmadığına dair bir tarih öncelikle ulusun ne olduğuna dair bir kavramsal temel gerektirir; ulusun ne olduğu anlaşılınca onun aslında bir din; bir dinin karşı devrimci bir biçimi olduğu görülür, yani bu da dinlerin ne olduğuna dair bir kavramsal sistem gerektirir. Yani kavram ve kategorilerde büyük sıçramalar yapılmadan, yeni tarihler yazılamaz. Ama bugün Marksizm'in temel kavramlarında metodolojik düzeyde yapılan bu sıçramalar, Marksizm'in olmadığı çağlarda, Felsefe aracılığıyla gerçekleşiyorlardı. (Ama dinlerin ne olduğunun anlaşılması; Marksizm'in sadece sınıf ve üretim ilişkileri boyutu ekleyerek anlatıp yorumladığı, özünde Aydınlanma’nın anlattığı tarihin yerine, başka bir tarih yazılmasını gerektirir ve bu tarih aynı zamanda bütün diğer tarihlerin niye öyle anlatıldığını anlatan bir tarih; tarihlerin de tarihi olmak zorundadır.)
Bu nedenle felsefe aslında bir kavramlar ve düşünce sisteminden diğer kavram sistemine geçişi hazırlayan ve yüzyıllar kapsayan düşünce yapılarının değiştirilmesinden başka bir şey değildir sosyolojik olarak. Büyük felsefecilerin çıktığı dönemler, aynı zamanda üretim ilişkilerinde çok temel değişikliklerin ortaya çıktığı dönemlere karşılık düşerler. Bu anlamda filozofları ve felsefeyi, sosyolojik olarak, yeni dinlerin anlatacağı tarihlerin kavramsal hazırlayıcıları ve habercileri (Hanifler) olarak tanımlamak mümkündür. Bu dönemler, canlıların tarihinde yepyeni yapıdaki canlıların ortaya çıkmasına ve egemenlik kurmasına benzer.
Yunan filozoflarının her şeyin temelini neyin oluşturduğuna ilişkin soruları verdiği cevaplarla değil (atom, su vs.) bir soru olarak devrimciydiler. Bir soyut tanrı fikrinin yeşerebileceği humuslu toprağı hazırlıyorlardı. İyi, güzel, doğru nedir soruları birer soru olarak devrimciydiler, verdiği cevaplarla değil. Ve soyut bir Allaha dayanan dinlerin kavramsal temelini hazırlıyorlardı.
Benzer şekilde Aydınlanma filozofları da Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım” (yani “Allah yarattığı için varım” gibi bir önerme ve cevaptan) Kant’ın “kategorik imperatif”lerine (koşulsuz buyruk) kadar, yani tanrının iyi ve kötüyü belirlemediği bir dünyada iyi, doğru ve güzeli tanımlayabilmek, dolayısıyla başka bir tarih yazabilmek için kavramsal bir temel oluşturma, yani bütün bir modern felsefe ve filozoflar, yeni bir tarih yazabilmek için kavramsal araçlar oluşturma çabasından başka bir şey değildi.
Tarih’te büyük filozofların çıktığı iki dönemin aynı zamanda iki temel tarih anlatısının ve dinsel dönüşümün arifesi olması bir rastlantı değildir. Yunanistan ve İyonya’dakini tek tanrılı dinler izler; Batı Avrupa’dakini de kutsal kitapların anlattığı tarihten farklı Aydınlanma’nın anlattığı Tarih izler. Biriyle tek tanrılı dinlere geçilir; diğeriyle modern toplumun dinine, Aydınlanma’ya.
Aydınlanma içinde birer karşı devrimi temsil eden uluslar da böyle ulusal tarihlerin yazılmasıyla; böyle tarihleri yazacak karşı devrimci felsefi ve metodolojik dönüşümlerle (Hegel) gerçek olabilmişlerdir. Türk ulusundan önce bir Türk tarihi yaratılmıştır ve yazılmıştır. Türk ulusu ancak bir Türk Tarihi yazıldıktan sonra ortaya çıkabilmiştir. Aslında Aydınlanma döneminin bir tarihe ihtiyaç duymayan nispeten daha demokratik ulusları hariç (Amerikan ulusun bir tarihe ihtiyacı yoktu örneğin), neredeyse bütün uluslar, önce tarihleri yaratılarak ve yazılarak yaratılmışlardır. Alman ulusu, Alman tarihi yazılarak yaratılmıştır. Türk ulusu Türk tarihi yaratılarak yazılmıştır. Ve şimdi bir Kürt ulusu bir Kürt Tarihi yazılarak yaratılmaktadır.
Bu ulusların tarihini birer ezilen sınıf tarihi veya sınıflar mücadelesi tarihi olarak anlatmak aslında o gerici ulusal tarihi yeniden üretmekten başka bir anlama gelmemektedir ve böyle tarihlerle başta toplumsal ilişkiler kurulamaz, çünkü başka bir tarih yazılmış olmamaktadır. Zaten Marks’ın da vurguladığı gibi, Tarih’e sınıflar mücadelesi olarak bakmak, Marksizm’in ayırıcı özelliği değildir ve Marksizm’i tarihe sınıflar açısından bakmak olarak yorumlamak onu burjuvazinin kabul edebileceği bir sınırda tutmaktır Lenin’in de vurguladığı gibi.
*
O halde, geleceğin geçmişte yazılması, her tarih anlatısının aslında başka bir program ve toplumsal ilişkiler tasarımı olduğu gerçeği bizlere yarın Ortadoğu’nun nasıl bir şey olacağı hakkında şu an itibariyle egemen eğilimin ne olduğunu tanımlama olanağı verir.
Bir normal kitapçıya gidin raflara bakın veya internette her türlü yayını bulunduran bir kitapçının bir kitapçının sayfasına girip “Kürt”+”Tarih” yazın ve bir arama yapın. Bir Kürt tarihinin yazıldığını ve bu alanda yayınlanan kitapların müthiş bir artış içinde olduğun görürsünüz. “Türk”+ “Tarih” yazın. Yine aynı şekilde epey bir zengin literatür görürsünüz. Ama “Demokrasi”+”Tarih” yazın bir şey göremezsiniz. Belki “Türk Demokrasi Tarihi” gibi bir şeyler görebilirsiniz ama o da aslında bir demokratik bir tarih değil; ulusal tarihin anlatısından yani bir Türk tarihinden başka bir şey değildir.
Ortadoğu’da, ulusların tarihi olmadığı açısından tarihi anlatan bir literatür yoktur. Bu alandaki literatür dünyada bile daha zengin sayılabilir. Örneğin "Geleneğin İcadı” gibi tarihler ulusların tarihi olmadığına dair tarihin başlangıçlarıdır; ama bunun somut biçimlerine dair en küçük bir tarih bile yoktur Ortadoğu söz konusu olduğunda.
Abdullah Öcalan bile aslında bir Kürt Tarihi yazmıştır. İçi demokratik öğelerle doldurulmuştur ama yazdığı tarih ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih olmadığı gibi; tarihi ulusların tarihi olarak anlatan bir tarihtir.
Demek ki şu an itibariyle Ortadoğu’da tarihi ulusların tarihi olarak anlatmayan bir tarih; demokratik bir tarih olmadığı için Ortadoğu’nun demokratik bir geleceği de yoktur diyebiliriz. Sadece küçük başlangıçlar vardır. Bunların hepsi çok cılızdır. Bu alandaki belki de biricik ve tek tarih denemesi bizim yazdığımız Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu’dur.
Böyle bir tarih yazabilmenin tıpkı felsefecilerin ortaya çıktığı dönemler gibi çok temel bazı değişiklikleri gerektirdiği görülmektedir. Demokratik bir Ortadoğu tarihi ancak Marksist yöntemle yazabilir. Böyle bir tarih yazabilmenin asgari temeli, insanlık tahinin genel gidişinin temel mekanizmalarıyla ilgili bir teoriye sadece Marksizm sahiptir. Ama daha ötesini yazabilecek kavramsal araçlardan da yoksundur. Bu kavramsal araçların geliştirilmesi gerekmektedir.
“Marksizm’in Krizi” veya “Marksizm'in Sorunları” denince, hemen işçi hareketi ne oluyor, işçi sınıfı kayboluyor mu; Marksizm’in bir ahlaki boyutu da var mı ya da olmalı mı gibi tartışmalar yapılır. Bunlar saçma ve zerrece Marksizm'i anlamamış; onu bir ekonomi politik öğretisi veya felsefi bir doktrin olarak anlayan Marksizm'in anti Marksist kavrayışlarının dışa vurumudur. Marksizm bir tarih ve toplum kuramıdır. Onun “krizi” ya da “sorunları” da tarih ve toplumu açıklamaktaki kavramsal araçlarda, yani sosyolojik kategorilerde aranmalıdır. Ama bizzat Marksizm anlayışının böyle anti Marksist formülasyonlarda dışa vurumunun bizzat kendisi bu krizin bir semptomundan başka bir şey de değildir. Yani çare olarak gösterilen veya görülen sorunlar bizzat problemin kendisidir.
*
Bugün Marksistler Ortadoğu için bir tarih yazabilecek kavramsal araçlardan yoksundurlar. Ulusal tarihleri tekrarlamaktan öteye gidemezler. Ama ulusların tarihi yoksa Ortadoğu’nun tarihini hangi kategorilerle açıklayacaksınız?
Asurlar, Babiller nedir, hangi sosyolojik kategoriyle tanımlanabilirler. Veya Ezidiler nedir? Örneğin Kürt tarihi ve tarihçiliği onların Kürt olduğunu, hatta tek tanrılı dinlerin anlattığı tarihlere tam karşıt olarak, hem de saf ve su katılmamış Kürt, tarihinin derinliklerinden bu güne miras kalmış bir Kürt olduğunu, dolayısıyla en üstte bir yerlere koyan bir tarih anlatıyor. Tek tanrılı dinler onları tanrı tanımazların arasına koyarak başka bir tarih anlatıyorlar ve en aşağılara koyuyorlardı. Peki, Marksizm veya Ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih bunu nasıl anlatacak, hem de bu tarihin farklı anlatımlarını da bu anlatım içinde nasıl açıklayacak? Tarih’te Ezidiler nedir? Bir din mi? Din ise Din nedir? Bir “Halk” mı? “Halk” sosyolojik olarak nedir? “Halk” veya “milliyet” ise bu “halk” ya da “milliyet” denilen de ulusçu terminoloji içinde, aslında devleti olmamış veya devlet kuracak bir büyüklüğü veya yoğunlaşması olmayan dilden veya dinden veya “etniden” olanlara verilen isimden başka bir şey olmadığına göre ulusal tarihlerin bir kavramıyla, politik bir kavramla düşünülmüş ve tarih anlatılmış olmayacak mıdır?
Marksistler “İşçi sınıfı” veya “ahlaki boyut” gibi kavramlarla uğraşmaktan böyle soruları sormuyorlar bile? Sordukları sorulara verdikleri tüm cevaplar yanlış olacaktır,  çünkü soruları yanlıştır. Onlar kaybettiği anahtarı kaybettiği yerde değil de lambanın altında arayan sarhoşa benzemektedirler. Çözümün değil, sorunun kendisidirler.
*
O halde, Ortadoğu’nun şu içinde girdiği büyük altüstlük ve fırtınalar döneminde, demokratik olarak yazılmış bir tarihi olmadığı için demokratik bir geleceği de yoktur. Ama bir Kürt geleceği vardır. Çünkü bir Kürt tarihi yazılmış bulunuyor ve sürekli yazılıyor.
Bu Kürt tarihinin iki versiyonu var. Biri Abdullah Öcalan’ın yazdığı, nispeten demokrasiye açık bir tarih; bir de Öcalan’ın yazdığını bile saçmalık olarak gören diğer Kürt milliyetçilerinin tarihleri; Türk tarihçiliğinin ve tarihinin aynadaki aksi olan Kürt tarihleri.
Bu yönde, alternatif bir Ortadoğu tarihi yazma yönünde tek girişim neredeyse bizim yazdığımız Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu’dur. Tıpkı alternatif biricik tarih gibi alternatif başka bir program da yoktur.
Ama bu gibi farklı tarih yazmalar bir kişinin çabalarını çok aşar, bir entelektüel akım olmalıdır.
Ulusların tarihi olmadığına dair geniş bir literatür olmalıdır örneğin. Ama bunun için Marksist metodoloji üzerine çalışma ve tartışmalar gerekir. Marksizm içinde böyle bir tarih yazabilmenin kavramsal temeline ilişkin bir yığın keşif            yapmamıza ve kanımızca bunlar birikmiş sorunların çoğuna bir çözüm sunmasına rağmen, en küçük canlı bir tartışma ortamı olmadığı gibi, Türkiye’nin bütün Marksistleri bu çalışmaları görmezden gelmekte el birliği etmektedirler.
Bu kavramsal temel tartışılsa, benimsense bile iş bitmiş olmazdı. Tek tek ulusal tarihlerin gerçek tarihi nasıl alt üt edip gerçekliği çarpıttığına dair geniş bir literatür olması gerekirdi. Ancak böyle geniş bir teorik ve entelektüel saldırı, uluslara ve ulusçuluğa karşı kitlesel bir hareketin ve başkaldırının temelini oluşturabilirdi.
Bunun nasıl bir şey olacağını tahmin edebilmek için örneğin son yıllarda, resmi Türk tarihinin, özellikle son yüzyıldaki katliamlar bağlamında hallaç pamuğu gibi atılıyor olmasına bakılabilir.
Peki, Ortadoğu’daki, Türk, Fars, Arap, Kürt tarihlerini ve tarihçilerini hallaç pamuğu gibi atan bir tarih yazımı ve canlı bir eleştirel tarihçilik var mı?
Yok.
O halde Ortadoğu’nun bir geleceği yok.
*
Peki, böyle bir tarihi yazmanın ön koşulları nelerdir?
Bu tarihi yazacak kavramsal araçların temeli Marksizm’de var ama daha ötesinin kavramsal araçları yok dedik. Yani daha somut olarak Marksizm içinde bir ulus, din teorisi olmaması; bir yapı ve özne çelişkisinin varlığı Marksizm'i bu alanda tamamen silahsız ve böyle bir tarihi yazacak araçlardan mahrum bırakmaktadır.
O halde Marksizm’in gelişmesi gerekir. Din, Ulus gibi olguları açıklayan bir teorik temel ve kavramsal araçlar bulunması gerekir.
İşte bizim yaptığımız, teorik çalışmanın ve katkıların özü tamı tamına budur. Bütün teorik çabalarımız, son duruşmada, uluslara karşı bir tarih yazabilmek için, kavramsal araçları geliştirme çabasıdır. Yani antik çağ Yunan filozoflarının veya Yeniçağ Akıl filozoflarının yaptığını, Marksist metot içinde yapma çabasıdır.
Marksizm bir toplum bilim olduğundan artık felsefe ölmüştür bizzat Marks ve Engels’in söylediği gibi. Bu nedenle yeni bir tarihi yazacak kavramsal araçların kuruluşu Marksizm içinde bir metodoloji sorunu olarak ortaya çıkmıştır ve çözümü oradadır.
Bizim yaptığımız veya yapmaya çalıştığımız tamı tamına budur.
Ve bu tarihin ipuçlarını zaman zaman yazılarımızda sunmaya çalışıyoruz. Bu tarih dinler tarihi olmak zorundadır. Çünkü tarih ulusların değil, bir dinden diğer dine geçişlerin tarihidir. Tarihi dinler tarihi olarak anlatan bir tarih bugünün ihtiyacı olan toplumsal sistemin dayanacağı bir tarih olabilir. Ve böyle bir tarih ile Marksizm ulusçuluk içinde bir partinin anlattığı; ulusal tarihlere sınıfsal boyut vererek onları yeniden üreten bir tarih yazımı olmaktan çıkarak gerçek bir insanlık tarihi; ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazabilir.
Bu tarih içinde uluslar ve ulusçuluk, aydınlanma dini içinde bir karşı devrimin tarihi olarak ortaya çıkar.
Artık bu atılan temelin tartışılması, hazmedilmesi, geliştirilmesi, uygulanması gerekiyor.
Bu başarıldığında hem Ortadoğu’nun Demokratik bir geleceği bir alternatif olarak ortaya çıkar; hem de yeryüzünden ulusların kaldırılması ve bir dünya cumhuriyeti; oradan da sınıfsız bir topluma geçiş mümkün olabilir ve insanlık koşan adım gittiği kıyametten son anda imdat frenini çekerek kurtulabilir.
Bu nedenle bugün teori en pratik iştir.
04 Kasım 2014 Salı
Yazıları e-posta ile otomatik olarak almak isterseniz şu adrese boş bir e-mail yollayınız.
Twitter:
Bloglar:
Kitapları İndirmek İçin:
Videolar:






Hiç yorum yok: