23 Kasım 2014 Pazar

Darboğaz (“Flaschenhals”) – İnsanlığın Geleceği Var mı? Varsa Nasıl?

Bizler ve bizlerden sonra gelebilecek birkaç kuşak içinde insanlığın bir geleceğinin olup olmadığı sorusu bir cevap bulacaktır.

Tarihte hiçbir kuşak böylesine ağır bir yükün altında kalmamıştır. Ve tarihteki hiçbir kuşak, böyle bir yükün altından kalkmak için böylesine hazırlıksız değildir.

Neden bu birkaç kuşak önemlidir? Neden bu birkaç kuşağın yaşamı içinde bir dar boğazdan geçilebilecek ya da geçilemeyecektir?

Bu yok olma tehlikesini atlattığı takdirde insanlığın önünde sınırsız ufuklar açılır. Adeta ölümsüzlüğü varır. Ama aşamazsa yok olacaktır.

Bu anlamda bir dar boğazdan söz ediyoruz. Ama açılacak ufuklar hakkında bir fikir sahibi olunabilmesi için başka darboğazlardan önekler verelim.

 

*

Birçok farklı kullanım alanları bulunmakla birlikte, Popülâsyon genetiğinde ve biyolojide de Almancada “Şişe Boğazıı” diye çevrilebilecek, Türkçede “Darboğaz” diye karşılanabilecek bir kavram vardır.

Bununla bir popülâsyonun neredeyse yok olmanın eşiğine gelecek kadar azalması, ama bir şekilde bu darboğazı atlattıktan sonra tekrar çoğalıp yayılması kastedilir.

Bu genetik analizlerle kolaylıkla gözlemlenebilmektedir. Çünkü böyle bir darboğazdan geçen popülâsyonun, genetik çeşitliliği korkunç azalır, sonra bir büyüme olduğunda çok az sayıda kalmış bireylerin özellikleri bütün diğer sonraki kuşakları ve popülâsyonları belirler. Ama bu yeni popülâsyonların genetik çeşitliliği, dar boğazdan geçerken yok olmuş popülâsyonun çeşitliliğinden çok daha azdır.

Örneğin, dünyanın en hızlı koşan canlısı denen Çitaların bugün yaşayan örnekleri, neredeyse ikiz kardeşler kadar birbirlerine yakındır. Bu onların bir zamanlar çok küçük bir popülâsyona kadar düştükleri neredeyse yok olmanın eşiğinden döndüklerini göstermektedir.

Atlar da benzer durumdadır. Anavatanları Kuzey Amerika olan atların içinden küçük bir popülâsyon Asya’ya geçerek atların varlığını sürdürebilmiş, Amerika kıtasındaki atların ise (muhtemelen oraya geçen insanlar tarafından yok edilerek) soyu tükenmiştir. At binlerce yıl sonra İspanyol fatihler tarafından tekrar anavatanına götürülmüş ve onların yabanlaşanlarından Mustanglar ortaya çıkmıştır.

Şimdi bir an için o küçük at popülâsyonunun, Behring boğazı üzerinden Amerika’ya giden insanlara ters yönde Asya’ya geçmeyi ve Asya bozkırlarında tekrar üreyip çoğalmayı başaramadığını var sayalım. Atların soyu tükenmiş olacaktı Mamutlar gibi.

Ama o küçük popülâsyon Asya’ya geçerek, yani dar boğazdan geçerek At türüne yepyeni ufuklar açtı. Bugün artık atın üretim aracı olarak bir işlevi kalmamasına rağmen, bir spor aracı olarak; insanlara bir dost olarak yepyeni ufuklara yelken açtığını görüyoruz.

(Atların olmadığı bir eski dünya karalar topluluğunda tarih muhtemelen çok başka yollar izleyecekti. Yani yaşadığımız tarih aslında yaşanabilecek sonsuz tarihten sadece biridir ve tarihin her anı böyle sonsuz belirsizliklerle doludur.)

Amerika’daki Bizonların da benzer bir durumu var. Milyonlarca bizondan çok küçük bir popülâsyon kalmıştı. Şimdi tekrar bizonlar ürüyor ve üretiliyor. Hatta geçenlerde Bizonların aşırı çoğaldığından şikâyet eden bir yazıya rastlamıştım. Bizon türü bir dar boğazdan geçti. Biraz da rastlantısal olarak oradan geçebildi. Geçemeseydi yok olacaktı ama şimdi önlerinde yepyeni ufuklar açıldı. Ama bu Bizonların, Beyaz Adamlar yok etmeden önceki genetik çeşitliliği bulunmamaktadır.

Örneğin, Homo Sapiens Afrika’da doğduğundan, diğer kıtalara yayılma Afrika’dan göç eden popülâsyonlar üzerinden olduğundan, diğer kıtalardaki popülâsyonların genetik çeşitliliği Afrika ile kıyaslanmayacak kadar azdır. (Bu fark aynı zamanda neden insan türünün birkaç yerde birden ortaya çıkmadığı ve hepsinin Afrika’dan geldiğinin de bir kanıtıdır.) Yani diğer kıtalardaki insanları, bir dar boğazdan geçmiş gibi varsayabiliriz. Kelimenin tam anlamıyla öyle de sayılabilir. Muhtemelen diğer kıtalara yayılma, Eritre ve Yemen arasındaki “darboğaz”dan geçerek gerçekleşmiş olabilir. (Buzul dönemlerinde deniz seviyesi 150 metre kadar aşağıya düşüyor ve orada bir kara bağlantısı oluşuyor.)

*

Ama en ilginci bizzat bugün yeryüzünde yaşayan insanların da bir dar boğazdan geçtiğine ilişkin teoridir.

Buluntular yeryüzünde en azından 200.000 yıldan beri, Homo Sapiens’in Afrika’da ortaya çıktığını göstermektedir. Ancak bugün yeryüzünde yaşayan insanların genetiği, 70.000 yıl kadar önce, Homo Sapiens’in tıpkı Çitalar veya Atlar gibi bir dar boğazdan geçtiğini; ortaya çıkışından sonra yeryüzüne dağılan tüm Homo Sapiens popülâsyonları yok olurken, sadece birkaç bin kişilik bir popülâsyonun kaldığını göstermektedir. Hatta bugün yeryüzündeki insanların ortak atası olan fiktif kadına, yani “Mitokondriyal Havva”ya kadar gidilebilmektedir.

Yani tesadüfen o bin kişilik popülâsyon da yok olsaydı, bugün yeryüzünde insan diye bir şey bulunmayacaktı.

Tabii böyle bir veri olunca buna ne yol açmış sorusu gündeme geliyor.

Bu dar boğazı açıklayan şöyle ve üzerinde tartışılan ama daha iyisi sunulamadığı için şimdilik genel kabul görmüş Antropolog Stanley Ambrose’nin bir teorisi var. Buna göre, takriben 74.000 yıl önce Sumatra adasındaki Toba volkanı patlıyor. Bunun saçtığı küller ve gaz yeryüzünde bir “Volkanik Kış”a yol açıyor ve bütün Homo Sapiensler yok oluyor sadece küçük bir popülâsyon bu felaketi atlatabiliyor.

O tarihlerde başka bir fiziksel ve jeolojik olay olmadığından; kanıtlayıcı bir delil olmamasına ve çelişkili sonuçlara yol açmasına rağmen (Örneğin: Neandertaller nasıl yaşadı? Çünkü onlar 30-40 bin yıl öncesine kadar vardılar. Diğer canlı türlerinde de benzer dar boğazlar veya yok oluşlar olması gerekmez mi? vs.) Antropologlar arasında neredeyse kanıtlanmış gibi bir muamele görmektedir.

*

Bu vesileyle konumuzla ilgili olmamakla birlikte bu konuda bir de bizim teorimiz var. Bizin teorimiz bu “Dar Boğaz”ın bir dar boğaz olmadığı ve sosyolojik olarak açıklanabileceği yönünde. Ayrıca bizim teorimiz sadece onu değil, birçok sorunu birden çözüyor. Bu teori de aslında başka bir daha genel teorinin, dinin ve ulusun ne olduğuna ilişkin teorinin yan ürünü. Kısaca şöyle:

Din bir toplumun tüm üstyapısıdır diyoruz. Bu önermenin bütün toplum bilimini yani Marksizm’i alt üst edici sonuçları var.

Sadece birkaçını zikredelim:

Örneğin, devrimler yeni ekonomik ilişkilere denk düşen yeni bir üstyapının eskinin yerini alması olduğundan, bir dinden diğer dine geçişler devrimlerdir.

Devrimler din değişiklikleri olduğuna göre, Marksizm Devrimci olabilmek ve devrim yapabilmek için Din olmak zorundadır.
Din üstyapı ise, üstyapısı olmayan bir toplumdan söz edilemeyeceğine göre modern toplumun dini nedir?

Modern toplumun dini, dini inanç olarak tanımlamanın tam kendisidir. Bunun için ise bir özel ve politik ayrımı gerekirdi. Dini özele ilişkin olarak; politika dışı olarak tanımlamanın kendisi modern toplumun dinidir.

Politik olanı Ulusal olanla tanımlamak (yani ulus ve ulusçuluk) ise modern toplumun dininin karşı devrime uğramış biçimidir.

Marksizm uluslara karşı bir mücadele olduğunda bir din olur ve devrim yapabilir.

Görüldüğü gibi teori hem Tarih’i anlaşılmazlıktan kurtarmakta; hem modern tarihin en açıklanamaz fenomenini (ulus ve ulusçuluk) açıklamakta, hem de “Marksizm'in Krizi”ne bir çözüm bulmakta, programatik ve stratejik yepyeni olanaklar açmaktadır.

Ama bu teorinin bir yan ürünü de, Toplum’un ortaya çıkışına ilişkin sonuçlarıdır.

Bir fizikçiye, fizik alemin ne zaman ortaya çıktığını sorsanız, 13,7 milyar yıl önce Big Bang ile başladı her şey diyebilir.

Bir biyologa, paleontologa veya jeologa canlı hayatın ne zaman başladığını sorsanız, aşağı yukarı 4 milyar yıl önce diyebilir.

Ama bir Toplumbilimciye veya Marksist’e toplum denen varoluş ve hareket biçiminin ne zaman ortaya çıktığı sorusunu sorsanız vereceği cevabı olmadığı gibi, bu soruyu soran da yoktur.

Hâlbuki Marksizm'in konusu Toplum’dur, toplumun hareket yasalarıdır.

Bunan nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı çok temel bir sorudur.

İşte bizim din teorimize göre toplum ancak üstyapısı olduğunda yani dini olduğunda ortaya çıkacağına göre dinin keşfi toplumun ortaya çıkışıyla özdeş olmalıdır.

Biz bunun, yani toplumun, toplumsal var oluşun ve toplumsal hareketin yetmiş bin yıl önce ortaya çıktığını söylüyoruz.

Çünkü 70.000 yıl önce birbirinden bağımsız gibi görünen başka değişiklikler de var.

Çünkü yetmiş bin yıl öncesine kadar, en azından 200.000 (en son buluşlarla 300.000) yıldır ortaya çıkmış bulunan Homo Sapiens, yani bizim bütün özelliklerimize sahip insan türü, hala son derece kaba, özünde diğer insan türlerinin kullandığından farklı aletler kullanmıyor ve sanat gibi bir şeylerin varlığına dair en küçük bir kanıt yok.

Ama 70.000 yıl önce bir “şey” oluyor ve ondan sonra adeta zincirinden boşanmışçasına bir yenilikler zinciri görülmeye başlanıyor. Ok, yay, vs. hep 70.000 yıl öncesinin sonrasında var. Sanat eseri sayılabilecek, yani bir din olduğuna dair şeyler de (kolyeler, küçük heykelcikler, işaretler) de ilk kez 70.000 yıl öncesinin sonrasında ortaya çıkıyor. (Tabii bu 70.000 yılı mutlak almamalı. Aşağı yukarı bir rakam bu)

Homo Sapiens türünde 70.000 yıl önce genetik bir değişiklik olmadığına ve başka bir türe geçilmediğine göre, ne olmuş olabilir?

İşin ilginci yine 70.000 yıl önce bir yanardağ felaketi sonucu olduğu öne sürülen bir darboğaz da var. Yani küçük (1000 kişi kadar) bir popülâsyon dışında bütün diğer Homo Sapienslerin yok oluşu.

Bizim teorimize göre, bizimle bütün aynı fiziksel ve biyolojik özelliklere sahip homo sapiens, 70.000 yıl öncesine kadar, sürüler halinde yaşıyordu. Bir yerlerde bir şekilde, küçük bir popülasyonda, 70.000 yıl önce, sürüden topluma geçilmiş olmalıdır. Yani biyolojik bir değişiklik değil; toplu yaşamada bir varoluş biçiminden diğer diğer bir varoluş biçimine bir geçiş, dolayısıyla yeni varoluş biçiminin ortaya çıkışı (Genesis, Emergenz) gerçekleşmiş olmalıdır.

Sürüden topluma geçiş, yani bir popülâsyonun ya da sürünün, ilk kez parçanın bütüne tabi olduğu bir örgütlenmeye geçişi; yani sınırlar çizmesi ve ilişkileri düzenleyen yasaklar getirmesi demektir. Yani Din tam da bunu yaptığına göre, din ve dinle birlikte toplum ortaya çıkmış olmalıdır.

Sürü biyolojik bir organdır, canlının varlığını ve soyunu sürdürmesinin aracıdır. Toplum ise yepyeni bir varoluş biçimidir, yepyeni bir ilişkidir. Toplum Üremez, Üretir. Toplumla birlikte biyolojik yasalardan (Darwin yasaları) tamamen farklı yasalara tabi (İbni Haldun ve Marks-Engels’in birbirinden bağımsızca bulduğu) yeyeni bir varlıktır.

Bu öylesine muazzam bir sıçramadır ve bunu başarabilen popülâsyona öylesine muazzam bir güç vermiş olmalıdır ki, bu diğer tüm Homo Sapiens (ve Neanderthal vs. gibi diğer insan türlerine) popülâsyonlarını yok etmiştir. İlle de öldürerek de değil; onların kaynakları üzerinde egemenlik kurarak da olabilir bu. Ve bu muazzam bir hızla gerçekleşmiş olmalıdır. Diğer popülâsyonlar (muhtemelen biyolojik olarak yetenekli idiler) taklit yoluyla bunu öğrenme fırsatı bile bulamadan yok olmuş olmalıdırlar. Bu nedenle yeryüzünde 70.000 öncesinde var olan diğer homo sapiens popülâsyonlarının yaşayan bir kalıntısı bulunmamaktadır

Yani 70.000 yıl önce toplum, yani sosyolojinin konusu olan, üretici güçlerindeki değişmelere bağlı olarak, toplumsal ilişkilerini değiştiren hareket biçimi, ya da “yeni bir canlı türü” olan Toplum ortaya çıkmıştır. Canlı nasıl kendi benzerini üreten bir molekül olarak tanımlanabilirse (Çünkü bu noktada Darwin yasaları yürürlüğe girer) toplum da biyolojik yapısını değil de ilişkilerini (dinini) değiştirerek değişen bir canlı türü olarak tanımlanabilir.

Bize genetik bir darboğaz gibi görünen ve Toba Volkanıyla jeolojik olarak açıklanmaya çalışılan olayın da; bir dar boğaz değil; Toplum’a geçen homo Sapiens popülâsyonunun, diğer bütün homo Sapiens’leri yok etmiş olmasıyla açıklanabilir.

Diğer Homo Sapiens popülâsyonlarını Topluma geçebilmiş olan popülâsyonun soyundan olanlar yok ettiği için Homo Sapiens bize bir dar boğazdan geçmiş gibi görünmektedir.

Bizler hepimiz o Toplum’a geçebilmiş, ilk kez dini keşfetmiş, yani sürüden parçanın bütüne tabi olduğu toplumsal örgütlenmeye geçebilmiş popülâsyonun soyundan geldiğimiz için ortak bir Mitokondriyal Havva’dan geliyoruz.

İşin ilginci, mitokondriyal Havva aynı zamanda muhtemelen, ilk kez kurallar koyup, dini keşfeden ve sürüden topluma geçişi sağlayan kadın olabilir. Yani tarihin ilk büyük devrimcisi. Zaten böylesine büyük bir sıçramanın iz bırakmadan var olması düşünülemez. O iz hepimizin genlerinde yaşıyor.

Homo Sapiens topluma geçebildiği için, o zamana kadar yüz binlerce yılda can sıkıcı bir şekilde yavaş değişen teknik, ondan sonra patlarcasına bir hızla değişmeye başlıyor; buna paralel olarak sanat eserleri görülmeye başlıyor.  

Özetle bu müthiş sıçrama, bu muazzam devrim, sadece muazzam bir hızlı gelişmeye yol açmasıyla, sadece sanatın vs. ortaya çıkmasıyla değil, genlerimizde kendini işaretlemiş bulunmaktadır.

Teorimiz özetle böyle ve tüm olgular bunu tekrar tekrar doğrulamaktadır. Ancak bu teoriyi ne arkeologlar ne antropologlar, ne Marksistler, ne sosyologlar görmek istiyorlar; tartışmıyorlar, yok farz ediyorlar.

Tabii bu teoriye göre Homo Sapiens daha önce dar boğazdan geçmiş değil, yeni bir hareket biçimi ortaya çıktı demek gerekiyor; genetik darboğaz gibi görünen şey özünde budur.

Ama yine bu teoriye göre, üstyapı ve altyapı; yani üretim araçları, biçimi, iktisadi ilişkiler ile üstyapı arasındaki makas, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar açıldığından; Bu üstyapının somut biçimi olan ulusların varlığı ile insanlığın varlığını sürdürmesi bir arada olamaz.

Uluslar ve ulusal devletler ve sınırlar var olduğu sürece

a)      Bir dünya savaşı er veya geç çıkacaktır. ABC silahlarının kullanıldığı bir dünya savaşında; yeryüzündeki hayatı birkaç kez yok edebilecek çaptaki silahların kullanıldığı bir dünya savaşında insanlığın yaşama şansı yoktur.

b)      Dünya savaşı olmasa bile, bugünkü tüketim ve tahribat hızıyla en azından “yüksek” canlıların var oluş koşullarının sürdürülmesi olanaksızdır.

Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada Sosyalizm olamayacağından (Klasik Marksizm'in “Tek ülkede sosyalizm olamaz” ve “Proletarya var olan burjuva devlet cihazını alıp sınıfsız topluma geçemez” önermeleri göz önüne alınsa bile bu sonuç ortaya çıkar. Yani Burjuva devletlerin en temel özelliği ulusal olmalarıdır. Ulusal devletler parçalanmadan İşçi Sınıfı İktidar olamaz. Klasik öğretiye göre bile böyledir.) iİkisini de engellemenin, önkoşulu ulusları ve ulusal devletleri yok etmektir.

Dolayısıyla, devrimci stratejinin vuruş yönü bu olmalıdır. Uluslara karşı mücadele, ulusları kişinin özel sorunları olarak tanımlamakla olur; yani ulusal olanla politik olanın birliği ilkesini reddetmekle olur. Bu ise, ulus ve ulusçuluk dini karşısında bir yeni dindir, “İnsanlık” dini denebilir ve siyasi biçimi Dünya Cumhuriyeti olabilir.

Bir Dünya Cumhuriyeti kurulduğunda aslında kapitalizmin fiilen yaşama şansı kalmaz, çünkü onu koruyacak mekanizmalar ortadan kaldırılmıştır. Kar ekonomisinden Planlı ekonomiye geçip geçmeme sadece toplumun özgür iradesiyle belirleyeceği bir sorun olur. Ulusların ve ulusal devletlerin yok olması zaten fiilen savaş ile yok olma tehlikesini ortadan kaldırmış olur. Yeryüzü ölçüsünde ihtiyaçlara ve doğanın dengesine dayanan bir üretim, yani sosyalizm ise, emekçiler onu istediği takdirde engelleyebilecek hiçbir şey olmadığından kolaylıkla kurulabilir. Her şey bir yana, Ekolojik zorunluluklar bile planlı bir ekonomiyi zorunlu kılar ve insanlar ister istemez, bir kara göre üretim ekonomisinden ihtiyaçlara (ve doğanın dengesine göre) üretim ekonomisine geçebilir.

*

Ancak işin kötüsü şudur ki, bütün bunları yapabilmek için ortada fazla bir zaman yok. Birkaç kuşak belki. Ama bir de etrafınıza bakın. Tartışılan konulara, mücadelelere bakın bu sorunları gündeme alıp tartışmak bile bir ayakları yerden kesilmişlik olarak görülür.

Bu nedenle insanlığın bir yaşama umudu bulunmamaktadır. Birkaç kuşak içinde muhtemelen yok olacaktır insan türü ve bizler bu yok oluşu engelleyebilecek son kuşaklarız.

O halde sorunu şöyle koyalım, Homo Sapiens, gerçek bir dar boğazla birkaç kuşak içinde karşılaşacaktır. Ya bunu ulusları yok ederek aşacaktır. Ya da yok olacaktır.

Aştığı takdirde önünde on binlerce yüz binlerce yıllık bir hayat bulunmaktadır.

Ya da bunu aşamayacaktır ve birkaç on veya yüzyıl içinde yok olacaktır.

Bizim bütün yazılarımızın bütün çabalarımızın özü, bu makası nasıl olur, nasıl bir strateji ve taktikle kapatırız noktasında yoğunlaşmıştır.

Biz Dünya ölçüsünde bambaşka bir strateji öneriyoruz.

O dünya ölçüsündeki stratejiye geçiş olarak Türkiye ve Ortadoğu ölçüsünde bambaşka bir strateji öneriyoruz.

*

Ancak bunları bir yana bırakalım.

Varsayalım ki, bir mucize oldu, insanlar ayaklandılar bütün ulusal devletleri yıktılar bir dünya cumhuriyeti kurdular. Nasıl yaparız da doğanın kendini yenileyebileceği bir düzeyle varlığımızı sürdürebiliriz diye tartışıyorlar ve bu sorun etrafında farklı stratejiler, farklı partiler birbirine karşı insanların çoğunluğunu kazanmak için eşit koşullarda mücadele ediyorlar. Bütün yayın ve medya kitle örgütlerinin elinde; alınan oylara ya da nufus içindeki oranlara göre dağıtılmış. Savaş tehlikesi yok, açlık yok, evsiz barksızlık yok. Herkes yüksek öğrenim yapıyor. Daha doğrusu öğrenim, iş ve dinlenme insan hayatının üç ayrı bölüne ilişkin olmaktan çıkarılmış tüm hayat hem bir öğrenme hem kültür hem de çalışma olmuş. Bunlar uzatılabilir.

Ama bizler böyle bir dünyayı bile hayal edemez durumdayız. Böyle bir dünyanın sorunlarına ve mücadelelerine ilişkin bir bilim kurgu filmi olsun veya romanı olsun okuyan var mı? Yok.

Bütün bilim kurgular, hep uzayla ilgili ve önümüzdeki birkaç yüzyılı kaplıyor.

Ama toplumsal ilişkiler bu dünyanın ilişkileri.

Hâlbuki bir bilim kurgu, uzayda gider gemiler değil; bugünkü verili tekniğin bambaşka toplumsal ilişkilerdeki anlamı üzerinde olabilir ve olmalıdır.

Örneğin insanlığın yok olma tehlikesini atlattıktan sonra birkaç yüzyıl, belki de daha uzun süre, boyunca bile emek üretkenliği ve teknik uygulanabilirlik mümkün olsa bile, doğanın dengesini koruma nedeniyle tam bir bolluk ekonomisine geçmesi; yani emeğin yok olması mümkün olmayabilir.

Öte yandan bolluk ekonomisine bolluk üzerinden değil; kanaatkârlık ve israftan kaçınma üzerinden de geçilebilir. Yani manevi zenginlikler önem kazanıp, maddi zenginlikler değerini yitirdiği için de emeğin yok olmasına geçilebilir.

Emeğin yok olması zorunluluklar âleminden özgürlükler âlemine geçiş demektir. Eşitliğe dayanan “Burjuva hakkının” ortadan kalkması demektir.

İşte o zaman Marks’ın dediği anlamda, insanlık hayvanlıktan çıkacaktır. Gerçek anlamda tarih son bulacak veya tarih öncesi bitip gerçek tarih başlayacaktır.

Ve emin olun şu uluslar ve ulusal devletler yıkılsa birkaç yüzyıl içinde bu noktaya ulaşmak sorun değildir.

Dikkat edin en atılgan bilim kurgular bile böyle bir dünyayı tahayyül etmekten uzaktır. Böyle bir dünyanın bilim kurgusu yoktur.

Kaldı ki, insanlığın önünde artık onbinlerce yıl sürecek bir hayat var.

Sadece bugünkü verilere göre bile iki şeyin olabileceğini öngörebiliriz. Birkaç bin ya da onbin yıl sonra.

İlk kendi benzerini yapan molekülü düşünün. Milyarlarca yaşamış ve yaşayan canlı denen varoluş biçimi, bu küçücük sıçramadan ortaya çıktı ve deneme yanılma yöntemiyle milyarlarca her biri birlirinden harika canlı tarlarını yarattı.

İlk mors alfabesi veya telefon konuşması veya ilk transistör veya radyo lambasıyla 0 ve 1 üzerinden hesaplamayı düşünün. Bugünkü televizyonlar, internetler vs. hepsi bunlardan çıktı.

İlk topluma geçen küçük kabile bugünü düşünebilir miydi?

Şimdi bir dar boğazdan geçtiğimizi düşünelim. Bırakalım Toplum’a ilk geçilen 70.000 yıl süreyi; bırakalım ilk neolitik devrimin yapıldığı 10.000 yıl kadar süreyi; Bırakalım ilk uygarlığa geçilen 5000 yıl kadar süreyi. Bugünkü takvimlerimizin başladığı İsa’nın doğumundan bugüne geçen 2000 yıllık süreyi alalım ve geleceğe bir projeksiyon yapalım.

Çok fazla şeye gerek yok.

1)      Çalışma olmayacaktır. Zorlama ve zorunluluk da olmayacaktır. İnsanlar kendilerini gerçekleştirmek için hoşlarına gideni yapacaklardır. Gerçek zenginliklerin kaynağı bunlar olacaktır.

2)      Ölüm, insanlar için bir kader olmaktan çıkmış olacaktır. (Kök hücreler bile insanın aslında yedek parçalarıyla birlikte doğduğunu gösteriyor) Muhtemelen artık insanlar üremeyeceklerdir. Cinsellik bir zevk aracı olacaktır. Bugünkü bütün veriler bunun mümkün olduğunu göstermektedir.

3)      İnsanlar mekân ve zamandan münezzeh olacaktır. Zaten ölümsüzlük kısmen budur ama doğada bilenen ışık hızı sınırı diye bir şey var. Muhtemelen bu da geçilecektir. Bu da iki farklı yoldan olabilir. Birisi şu meşhur “kurt delikleri”. Yani evrenin bir bölgesinden diğerine, uzay zamanın eğrilmesi üzerinden daha “kısa” yoldan gitmek. Diğeri Albert Einstein’ın “ürkütücü uzaktan etki” dediği Dolanıklık (Verschränkung) denen fenomen. Örneğin iki foton veya atom altı parçacık birbiriyle dolanıklık durumuna geldiğinde; biri ne yapıyorsa diğeri de onu/tersini yapıyor. Ve bunlar evinin iki apayrı noktasında olsa da aynı anda oluyor. Muhtemelen bunun aracılığıyla insanlar aynı anda birkaç yerde bile olabilirler.

Kısaca, insanlar ölümsüz, “zamandan ve mekândan münezzeh” olduklarında bugünkü tahayyüldeki tanrılar gibi olacaklardır.

Şimdiye kadarki tüm tarihin verileri bunun mümkün olduğunu göstermektedir.

Ama bu şu anlama da gelir.

Evrenin birçok yerinde farklı gezegenlerde hayatın başka biçimlerine muhtemelen rastlanacaktır. Kuyruklu yıldızda bile organik moleküller veya onların yapı taşları var.

Ama başka insanlar var mı?
Sanırım bu sorunun cevabını, mekândan ve zamandan münezzeh ölümsüz insanlar, yani “tanrı” olmuş insanlar veriyor.

Eğer olsaydılar ve bizlerin yapması mümkün görünmeyeni yapıp var olmaya devam ettilerse, şimdiye kadar mekândan ve zamandan münezzeh ölümsüzler olarak çoktan bizi bulmuş olmalıydılar.

Topum denen varlık ve hareket biçimi galiba evrende bir tek burada ortaya çıktı ve bir mucize olmazsa yakında yok olacak.

23 Kasım 2014 Pazar

Hiç yorum yok: