Bugün 10 Kasım,
Atatürk’ün ölümünün yıl dönümü.
Aşağıda Atatürk ve
Kemalizm üzerine biri yirmi yıldan daha fazla zaman önce (1992) diğerleri ondan daha fazla yıl önce yazılmış dört yazı var.
Bu yazıları
yazdığımızda elbette 2004’ten sonra geliştirdiğimiz kavramsal araçlardan henüz
yoksunduk. Bu nedenle bugün elbette kimi formülasyon ve kavramları daha farklı
kullanırdık. Ama esas olarak oralarda belirtilen görüşlerin doğru olduğu ve
olayların gelişimince de genel olarak doğrulandığı kanısındayız. Türkiye’de bu
yazılarda belirtilen noktalara hala varılabilmiş bile değil.
Örneğin Kemalizm hala
bir ideoloji olarak ele alınıyor ve tanımlanıyor; bu ideoloji de somut bir
tarihsel biçimle sınırlanıyor. Bir başka örnek: Atatürk bir Bonapart olmasına
rağmen hala bir Jakoben olarak tanımlanıyor.
Entelektüel ve Teorik sığlık
sadece Atatürk’ün değil, Türkiye’nin sağcısı ve solcusuyla tüm akımlarının
temel yapısal ve ortak özelliğidir.
10 Kasım 2014
Pazartesi
Kemalizm’in Yerini Ne Alacak? (1992)
Aslında ilk olan "Son
Türk Devleti"nin dayanağı ve ideolojisi olan Kemalizm ömrünü doldurmuş
bulunuyor. Bu ideoloji bugün hala devletin resmi dini olmaya devam ediyorsa,
bu, onun insanların kafasındaki egemenliğinden, ideolojik gücünden,
yaygınlığından değil; ideoloji dışı bir unsurun, Osmanlı'nın yaşayan ruhu Türk
Ordusu'nun silahlarının fizik gücünden dolayıdır.
Bir ideoloji, yaratıcılığı; diğer ideolojiler karşısındaki entelektüel
üstünlüğü; genç kuşaklar arasındaki etkisiyle geleceğe damgasını vurabilir ve
yaşama yeteneğinin kanıtlarını sunar. Kemalizm’de ne yaratıcılık, ne de entelektüel
üstünlük var. Dolayısıyla genç kuşaklar arasında hiç bir etkisi yok.
Genç, eğer bir üniversite öğrencisi ve Yupi adayı ise
muhtemelen Kemalist değil; "yeni sağ"ın Türkiye versiyonu olan
"Özalizm"in bir taraftarıdır. Özalist olmak için de Özal'ın
taraftarı olmak gerekmez. Genç, eğer şehir varoşlarının bir Türk işçisi ya da
işsizi ise muhtemelen politikleşmiş bir radikal İslamcıdır. Genç eğer bir Kürt
ise, zaten Kürtleri yok sayan Kemalizm’e karşıdır.
***
Kemalizm son yirmi yılda dört koldan gelen eleştiriler
karşısında tam bir ideolojik bozgun yaşadı.
İlk eleştiri sosyalistlerden geldi. Sosyalistler Kemalizm’i "çağdaş
uygarlık" hedefi bakımından değil; bu hedefe ulaşmak için izlediği
yollar bakımından ve bu yollarla o hedefe ulaşılamayacağı bakımından; daha
eşitlikçi ve demokratik bir bakış açısıyla eleştirdiler. Sosyalistlerin bu
eleştirisi, hem Kemalizm’in hem de bizzat Türk sosyalist Hareketinin
temelindeki Aydınlanmacı niteliğiyle, "Burjuva Uygarlığı"nın
bir eleştirisine varamadığı için, yarım bir eleştiri olarak kalmıştır. Radikal
bir Kemalizm eleştirisi Türk Sosyalist Hareketinin kendi hedeflerinin ve
tasavvurlarının bir özeleştirisi olmadan mümkün de değildir.
Türk Sosyalist Hareketinin kısa vadede böyle bir
özeleştiriyi geliştirme şansı da yok. Yeni kuşaklardan, yeni sorularla
sosyalizme bir akım, bir gençlik aşısı yok. Erozyona dayanıp ayakta
kalabilenler ise 60'lı ve 70'li yılların Türkiye ortamının şekillendirdiği
insanlar. Artık gençliklerini soluyamayan kuşaklar. Olaylar onlarda yeni
sorulara yol açmaktan ziyade, onlara eski cevaplarının yeni kanıtlarını
sunar gibi görünürler.
Max Planck bir yerde, fizikçiler arasında eski bir teorinin
yerini yeni bir teorinin almasının, eski fizikçilerin yeni teoriye ikna
olmalarıyla değil, onların ölüp gitmeleri ve yeni kuşağın onların yerini
almasıyla gerçekleştiğini söyler. Fizikte böyleyse Toplumsal alanda daha da
böyledir.
Sosyalistlerin Kemalizm eleştirisi, hedefler eleştirisinden,
yani radikalizmden yoksun olduğu için Doğu Avrupa'nın çöküşüyle birlikte tüm
ampirik ikna gücünü de yitirmiştir. Sosyalizmin önüne koyulacak bir "Demokratik"
sıfatıyla bunun kazanılabileceğini sanmak, gerçek sorunlardan kaçmaktır.
Bu nedenlerle, eğer bir mucize olmazsa, Sosyalizm bugün Kemalizm’e
bir alternatif değildir.
Kemalizm’e ikinci eleştiri Politikleşmiş Radikal İslam'dan
geldi. Son yıllarda büyük bir entelektüel canlılık gösteren bu akım, Kemalizm'in
hedefini, "Çağdaş Uygarlık" projesini özellikle Batı'daki
eleştirel Marksist çevrelerin eleştirilerinden hareketle, ama çözümü Kuran'da
bularak eleştirdi. Bu eleştiri aynı zamanda Türk Sosyalist Hareketinin de
eleştirisi oldu ve onun karşısında çözüm yollarıyla ve cevaplarıyla değil ama
ortaya attığı yeni sorunlarla entelektüel üstünlük sağladı.
Kemalizm’e üçüncü eleştiri bizzat kendi elleriyle
yetiştirdiği burjuvaziden geldi. Turgut Özal'da en bilinçli ifadesini bulan bu
eleştiri, Kemalizm’i direk olarak karşıya almadan onun bütün tabularını
kemiriyor: "Yurtta Sulh Cihanda Sulh"un yerini "bir
koyup beş alma"lar, "büyük oynama"lar, "Türk
Asır"ları; "Milliyetçi"liğin yerini "federasyonu
bile tartışmalıyız"lar; "Devletçi"liğin yerini "Liberalizm"ler;
"Halkçı"lığın yerini açıktan işçi düşmanlığı; frak, smokin ve kravatın
yerini şort ve blucinler; "İlelebet payidar kalacak Cumhuriyet"in
yerini "İkinci Cumhuriyet" tartışmaları çoktan almış
bulunuyor.
Burjuvazinin bütün sıkıntısı Kemalizm’in yerini alacak sistemli,
Türkiye koşullarına adapte olmuş bir ideolojiyi hala şekillendirememiş
olmasında yatıyor. Baykal ve M. Yılmaz'ın oluşturmaya çalıştıkları yeni
imajlar; A. Menderes'in girişimleri hep bu arayışın ve bunalımın ifadeleri.
Özal bütün bu opsiyonlar içinde yaptıklarıyla ve tasarılarıyla en atak ve uzak
perspektifli olma özelliğini koruyor.
Kemalizm’e dördüncü eleştiri Kürtlerden geldi. Kürtlerin
eleştirisi hemen hemen sadece Kemalizm’in Kürt gerçekliğini yok sayması
noktasındandır. Bu eleştirinin hiç bir versiyonunda hedefler eleştiri konusu
değildir. Hatta kimi versiyonlarında yollara bile eleştiri yoktur. Bu eleştiri
ideolojik bakımdan çok yüzeyde kalan bir eleştiridir de. Kürtlerin Kemalizm’e
yönelttiği eleştirinin gücü “eleştiri silahı”ndan değil, “silahların
eleştirisi”nden gelmektedir.
***
Kemalizm’in yerinin ne alacağını, Türk Ordusu'nun fizik gücü
ile Kürt Gerilla Hareketinin fizik gücü arasındaki çatışmanın sonuçları
belirleyecektir.
Eğer Kürt Gerilla Hareketi, Türk Ordusu karşısında kesin bir
üstünlük sağlarsa. Bu Türkiye'nin ikinci kategoriden de olsa gelişmiş ülkeler
arasına katılması, tipik bir Avrupalı ülke olması sonucunu verir. Ama bu aynı
zamanda Kemalizm’in "çağdaş uygarlık" amacına ulaşması da
demektir. Kemalizm göremeyeceği zaferinin şerbetini kendi cellâdının elinden
içmiş olur.
Bu durumda Kemalizm’in yerini sosyalizm, Türk Sosyalist
Hareketinin kısırlığı nedeniyle alamaz. Ama o demokratik Burjuva Cumhuriyeti 60
ve 70'li yılların sosyalistlerinden, ihtiyacı olan kadroları tabur tabur bulur.
Eğer Türk Ordusu, Kürt Gerilla Hareketi karşısında kesin bir
üstünlük sağlarsa, Türkiye'nin "Batılılaşma" yolu tümüyle
kapanmış olur. Kemalizm askeri zaferiyle kendi mezarını kazar.
Bu durumda Politikleşmiş İslam, “Ulus” yerine “Ümmet”;
"Batı" yerine "Doğu" ideolojisiyle Türk ve
Kürt burjuvazisine, hem bu ulusları bir arada tutabilecek hem de dünya
ölçüsünde ona hareket alanı sağlayabilecek tek alternatif olarak ortaya çıkar.
En büyük olasılık ise Türk Ordusu ve Gerilla hareketinin
birbirine kesin bir üstünlük sağlayamadığı; Türk ordusunun yıprandığı, çürüdüğü
bir durumdur. Bu durumda da Kemalizm’in yaşama şansı olmayacaktır. Bu durumda Kemalizm’in
yerini Özalizm alacaktır. Dünya burjuvazisinin de, Türk burjuvazisinin de,
bugün radikalleşen Kürt hareketi karşında sesini kesmiş bulunan Kürt
burjuvazisinin de tercihi bu yöndedir. Bu durumda Türkiye "Bask tipi
çözüm”le İspanya, Portekiz, Yunanistan benzeri bir yarı Avrupalı Akdeniz
ülkesi olur.
Türk ordusunun Kürt Gerilla Hareketi karşısındaki zaferi de,
yenilgisi de, patı da Kemalizm’in sonu olacaktır. Yerini ne alacağı henüz belli
değil. Ama belli olan bir şey var. Kemalizm’in mezarı Osmanlı'nın "Kürdistan"
dediği topraklarda bulunacaktır.
Demir Küçükaydın
01.12.1992
Hamburg
(Bu yazı Özgür Gündem’de
yayınlanmıştı.)
Stalinizm ve Kemalizm (2001)
Stalinizm ve Kemalizm arasında en kaba gözlemcinin bile
dikkatini çekecek paralellikler vardır. Bu paralellikler onların öze ilişkin
kimi ortaklıklarının yansımasıdır.
Her ikisi de, varlıklarını borçlu oldukları sınıfların zayıflığı
temelinde, bu sınıfların demokrasisine karşı, bürokrasinin bir karşı devriminin
adı ve ideolojisidir. Cellâdı oldukları devrimlerin vasiyetini, tıpkı Napolyon
ya da Bismark gibi yukardan ve diktatörce yöntemlerle uygularlar. Bu nedenle
Bonapartist bir karakterleri vardır.
Stalinizm, Ekim devriminden sonra, muazzam bir köylü
ülkesinde işçi sınıfının küçüklüğü ve uzun iç savaş ve müdahale yıllarında
fiilen yok oluşuyla pekişen zayıflığı temelinde egemen olmuştur.
Kemalizm ise, Türk ve Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü,
korkaklığı ve cılızlığı temelinde.
Türkiye'de elbette adam gibi bir burjuva devrimi görülmedi
ama "Kurtuluş Savaşı"na karikatür de olsa burjuva demokratik devrim
olarak bakılırsa, paralellikler daha çarpıcı olur.
Ekim Devrimi ve izleyen ilk bir kaç yılın Türkiye burjuva
devrimindeki karşılığı, Osmanlı ordusunun fiilen çöktüğü, iktidarın silahlı
çeteler ve Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunduğu, Çerkez
Ethem'in tasfiyesine kadar olan dönemdir.
Çerkez Ethem ve Kuvayı Milliye çeteleri, bir bakıma,
Lenin-Troçki ve iç savaşın Kızıl Ordusunun karşılığıdır.
Çerkez Ethem'in tasfiyesi, Ali Fuat Cebesoy'un Batı Cephesi
komutanlığından alınıp Moskova'ya elçi yapılması, Mustafa Suphi'lerin
öldürülmesi ve iktidarın giderek Mustafa Kemal'in etrafındaki asker ve sivil
bürokratların elinde toplanması ile karakterize olan dönem, Lenin'in
hastalığıyla birlikte başlayan Devrimin ve Devrimi yapan önderlerin tasfiye
edilmeye başlamasının karşılığıdır. Zinovyev, Kamanev, Buharin'lerin
Türkiye'deki karşılıkları Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi
tiplerdir. Rusya'da Kirov'un öldürülmesi bahanesiyle 30'lu yıllardaki
temizliklerin karşılığı, İzmir suikastı bahane edilerek yapılan idamlar ve daha
sonra Takrir-i Sükûn’dur.
Paralellikler burada bitmez. Bir zamanlar bütün sosyalist
kuşakların temel eğitim kitabı; karşı devrimin resmi devrim tarihi olan ve
Stalin’in Rus devrimindeki yerini olağanüstü büyütüp gerçek devrim
kahramanlarını tarihten silen, “Stalin
Başkanlığında bir kurul tarafından yazılan” SBKP
Tarihi'nin Türkiye'deki karşılığı, "Kurtuluş Savaşı"nın
kahramanlarını tarihten silen ve Mustafa Kemal'in yerini, sonra elde ettiği
noktadan yeniden yazan Nutuk'tur, ve
tıpkı SBKP tarihinin resmi devrim tarihi olması gibi Türk "Kurtuluş
Savaşı"nın resmi Tarihi olmuştur.
Kişilikler bile benzer. Stalin Bolşevik Partisinin, en
yeteneksiz üyelerinden biridir, kimse onu ciddiye bile almaz; Mustafa Kemal de
Osmanlı ordusunun en yeteneksiz generallerinden biridir kimse onu ciddiye
almaz. Askeri ve siyasi bakımdan hiç bir göz alıcı başarısı yoktur. Her ikisi
de, başlangıçta çok güçsüzdür, çatışan taraflar arasındaki dengelerle ayakta
durmaya çalışırlar. Ama her ikisi de, en sıradan, ortalama tiplerden,
kendilerine bağlı bir bürokratik avadanlığı adım adım oluştururlar. Hatta
içkicilikleri ve en önemli kararları, akşamları bir yığın kapıkulunun sofra
ahalisini oluşturduğu içki sofralarında almaları bile aynıdır.
Devrimci Yükselişin öne çıkardığı önderlerin sonraki kaderi
bile benzer. Çerkez Ethem ve Troçki sürgünde "hain" damgasıyla
ölürler. Tarihten isimleri ve resimleri silinir.
Elbette bu paralellikler, birisi orijinal bir işçi
devriminin, diğeri ise karikatür ve suyunun suyu bir burjuva devriminin
kıyaslamasının olanak sunduğu ölçülerdedir. Fransız devrimi de benzer
paralellikleri sunar. Jakoben iktidarının karşılığı, Çerkez Ethem ve TBMM
Hükümeti dönemidir. Thermidor karşı devrimi, Çerkez Ethem'in, yani silahlı
köylü ordusunun tasfiyesidir; Napolyon'un imparatorluğunu ilan etmesi ise,
Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i ilan ederek, fiili padişahlığını başlatmasıdır.
Ne var ki, Kemalizm, Ekim Devrimi ya da Fransız devrimi
gibi, dünya tarihindeki en büyük devrimlerin ardından gelen bir karşı devrim
değildir. Daha baştan bürokratik bir yozlaşma özelliği taşıyan, hiç bir zaman
gerçek bir sosyalist demokrasi ve işçi iktidarının yaşanmadığı, Tito'nun,
Mao'nun yaptıklarına benzeyen bir yanı vardır Kemalizm'in.
Eğer onlar, daha baştan bürokratik bir çarpılma içindeki
işçi sınıfının son derece zayıf olduğu ülkelerdeki sosyalist devrimler olarak
tanımlanırsa, Kemalizm de burjuvazinin son derece zayıf olduğu bir ülkede, daha
baştan bürokratik bir çarpılma içindeki burjuva devrimidir. Her ikisinde de
daha başından beri o sınıfların gerçek demokratik iktidarları hiç olmamıştır.
Bu bakımdan onların dayanmayı hedefledikleri veya temsilcisi gibi davrandıkları
sınıfların, orijinal iktidar biçimleri ve örneklerinin farklılıkları, onların
ideallerinin ve gelişimlerinin de farklı olmasına yol açmıştır.
Var sayalım ki, Rus devrimini bir karşı devrim izlemese ve
işçilerin iktidarı ve sosyalist demokrasi var oluşunu sürdürebilse, Mao'lar,
Tito'lar, böyle bir sosyalist demokrasiye geçmeyi hedef alırlardı. Ama bir
yanılsama sonucu örnek aldıkları, sosyalist bir demokrasi ve işçi iktidarı
değil, bürokrasinin diktatörlüğü olduğu için, daha baştan var olan çarpılmışlık
azalmamış, aksine pekişmiştir ve örneğin sosyalist bir demokrasi hiç bir zaman
söz düzeyinde bile hedef olmamıştır.
Buna karşılık, Kemalizm'in örneği olan kapitalist ülkelerde,
genellikle burjuva demokrasisi olduğundan, Kemalizm, bir Mao veya Tito'nun bir
sosyalist demokrasi hedefi olmamasının aksine, bir burjuva demokrasisi hedefine
sahip olmuştur. Bu Serbest Fırka gibi deneyleri; çok partili hayata geçişi
mümkün kılmış ve Kemalizm'e Stalinizm'den daha büyük bir esneklik, dolayısıyla
da uzun yaşama olanağı sağlamıştır.
Bu gün Stalin'in heykelleri yıkılmasına rağmen, Atatürk'ün
heykelleri hala ayakta durabiliyorsa, bunun nedeni, kazanan sınıfın tarafında
olmanın yanı sıra, gösterebildiği bu esnekliktir.
Ne var ki, bu esneklik sınırlarına gelmiş görünmektedir.
Genelkurmay artık kendisini bu kadar uzun ömürlü kılan, Atatürk veya İnönü veya
27 Mayıs'ın gösterdiği esnekliği gösterememektedir. Çünkü Türkiye'de modern
sınıfların gelişmişlik düzeyi ve Kürt Demokratik hareketinin yükselişi, bunun
toplumsal ve sınıfsal temellerini yok etmiştir. En küçük bir esnekliğin, fiili
iktidarın elden gitmesine yol açacağını görmektedir.
Bunun sonucu olarak, Batılılaşma ve Demokrasi tarihsel bir hedef olmaktan çıkmakta,
bir stratejik ve jeopolitik zorunluluğa
indirgenmiş olmaktadır Genel Kurmay'ın Avrupa Topluluğu bağlamında belirttiği
gibi. Bir ideal olarak “batılılaşma ve demokrasi” vurgusunun
yerini; demokrasiden hiç söz etmeyen “bağımsızlık”
vurgusu almakta ve bir zamanlar nasıl batılılaşmayı savunmak, her türlü
demokratikleşme çabasına karşı, bürokrasinin iktidarını korumanın bir aracı
idiyse, Türk Genelkurmayı için de şimdi “bağımsızlık”
aynı fonksiyonu görüyor.
İşin ilginci, bu onu giderek, hiç bir zaman bir demokrasi gibi
bir hedefi olmayan Stalinizm'e yaklaştırıyor. Batılılaşma hedefinin terk
edilmesi, bağımsızlık vurgusunun ardında gizleniyor.
Kemalistler, şimdi de "Komünist" ve "bağımsızlıkçı"
olurlarsa kimse şaşırmasın. Aslında, Aydınlık ve İşçi Partisi'nin böyle öne
çıkarılması bunun bir ifadesi. Kemalizm, kendini ölümden kurtaracak son silahı
Stalinizm'de buluyor.
Stalinistler ise, demokratikleşmeye karşı Kemalist
bürokrasinin direnişini ve bu direnişin ihtiyacı olan ideoloji ve politikanın
kendilerinde bulunması ve bu nedenle öne çıkarılmalarını, Ordu'nun antiemperyalist
ve Ulusal kurtuluşçu güçlerinin etkisinin artması ve bu “geleneğe dönüş” gibi
görüp göstererek, bu kastın egemenliğini sürdürmesi için gerekli ideolojik ve politik
desteği sağlıyorlar.
Kemalizm ölümünü engelleyecek son ideolojik ve politik silahları
ölmüş Stalinizm'de arıyor. Stalinizm ise Kemalizm'de ölümden sonraki bir
diriliş.
19 Mayıs 2001 Cumartesi
(Bu yazı Özgür
Politika’da Yayınlanmıştı)
Atatürk (2001)
Atatürk, her şeyden önce bir Bizans-Osmanlı Generalidir.
Bizans-Osmanlı ise, Sümerlerden beri gelen uygarlıklar,
imparatorluklar ve devletler zincirinin, o
doğulu; devleti her şeyden üstün tutan, bu gün moda deyimiyle “sivil
toplum” denen, devlete karşı her türlü halk örgütlülüğü ve inisiyatifinde kendi
varlığına bir tehdit gören ve onu yok eden kahredici devletin ve devletçiliğinin son halkasıdır.
Dolayısıyla Atatürk de binlerce yıllık bu geleneğin, olağan
bir cisimleşmesinden başka bir şey değildir.
Bu kapıkulları için, varoluşlarının temel koşulu olan devletin varlığı ve devamlılığı kendi başına
bir amaçtır. İçe işlemiş temel kavrayışta,
Devlet, insanlar, halk ya da ulus için değil, İnsanlar, ulus ya da halk devlet için vardır.
Atatürk’ün sık sık bir Jakoben olduğu söylenir. Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Bir Robespiyer ya da Marat değil, bir Napoleon’dur.
Jakobenizm, burjuva karakterdeki tarihsel görevlerin
“avamca”, yani geniş yoksul kitlelerin meşrebiyle, gerçekleştirilmesidir.
Yoksul kitlelerin bu devrimci yükselişleri ise daima, sonradan Bonapart’ların
darbelerinin kurbanı olmuşlardır. Bu sadece modern değil, bütün tarihte
görülebilecek bir eğilimdir ve iki farklı tarihsel tipe karşılık düşerler.
Devrimci dalgaların yükselişler, Hazreti Ali, Robespiyer,
Marat, Lenin, Troçki’leri öne çıkarır; bunu izleyen reaksiyon dönemleri ise Muaviye,
Napolyon, Stalin’leri yükseltir.
Birinde yoksul
kitlelerin tarihsel inisiyatifi ve örgütlenmelerinin damgası, diğerinde ise
bunların dağıtılması, devletleşme,
devletin ve devletçiliğin damgası döneme ve tarihsel kişiliklere damgasını
vurur.
Eğer bu paralelliği ille de Türkiye tarihine aktarmak
gerekirse, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın yıkılışı, Anadolu’da
çeteler ve öz savunma biçiminde halk örgütlenme ve direnişlerinin gelişimine
yol açmıştı. “Kurtuluş Savaşı”ndaki gerilla savaşı dönemi, bir bakıma,
İslamiyet’in ilk yükseliş dönemine veya Fransa’daki Paris sankilotlarının
(baldırı çıplakların) Jakoben iktidarı dönemine veya Ekim devriminin ilk
yıllarına benzetilebilir. Eğer tarihsel kişiliklerle paralellikler kurmak
gerekirse, Robespiyer’lerin, Marat’ların, Lenin ve Troçki’lerin, Ali’lerin
Türkiye’deki karşılığı, Çerkez Ethem ve silahlı halktan başka bir şey olmayan
çetelerdi.
Atatürk’ün yükselişi, bu Jakobenizmin ezilmesinin tarihidir.
Bu da iki önemli aşamada gerçekleşir. İlk aşamada, Batılı Emperyalistlerden
Londra’da garanti alındıktan sonra, kısa zaman içinde, Ali Fuat Cebesoy, Batı
Cephesi komutanlığından alınır, Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiyesine
girişilir ve Karadeniz’de Suphi ve arkadaşları öldürülür.
Bu gelişmeler, bir bakıma, Türkiye’de Jakoben egemenliğine
son veren Thermidor adlı karşı
devrime benzer.
Ne var ki henüz, Fransa’da olduğu gibi Cumhuriyet henüz
yerinde durmaktadır. (Yani Meclis henüz vardır ve belli bir gücü de temsil
eder.
Napolyon’un bütün temsili kurumları fesih edip, kendisini
imparator ilan etmesinin Türkiye’deki karşılığı ise, Cumhuriyet’in ilanıdır.
Bir bakıma, Atatürk, Jakobenliğin ve Cumhuriyet’in
tasfiyesini şahsında birleştirmek ve bunu bir kaç yıl içinde gerçekleştirmek
bakımından Napolyon’dan ileridir. Tasfiyenin bu hızla gerçekleşmesi de onun
yeteneklerinden ziyade, demokrasi ve kitle örgütlenmelerinin cılızlığı ile
devlet ve devletçiliğin güçlülüğünden gelir.
Ne var ki, İmparatorluğun ilanı, Üçüncü Meşrutiyet’in ve
Padişahlığın tasfiyesi ve Cumhuriyet ilanı biçiminde gerçekleştiğinden, bu
biçimsel özellikler onun özünün kavranmasını engellemektedirler. Üçüncü
Meşrutiyet’te milletvekilleri iyi kötü siyasi iktidara sahiptiler,
Cumhuriyet’te ise onlar, Atatürk tarafından atanan birer basit birer memurdular
ve hiç bir gerçek güçleri yoktu. Cumhuriyet aslında, padişahsız bir
padişahlıktan başka bir şey değildi.
Atatürk bir Bonapart’tır. Ama Bonapart’ların bir özelliği,
öldürdüklerinin tarihsel vasiyetini gerçekleştirmektir. Napolyon, Fransız
devriminin, Bismark 1848 devriminin tarihsel vasiyetini, yukarıdan
gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. Atatürk de, öldürdüğü burjuva devriminin
tarihsel vasiyetinin bir gerçekleştiricisidir elbette bir Bonapart olarak.
Yalnız onlardan temel bir farkı vardır. Onların, bulundukları ülkelerde iyi
kötü gelişmiş bir burjuvazi vardı, Türkiye’de ise, Ermeni ve Rum katliamlarıyla
ve mübadelelerle tasfiye edilmişti bu burjuvazi. Bu nedenle, Türk Bonapartizmi,
burjuvaziden ziyade, Ermeni ve Rum burjuvazisinin mallarına konan Müslüman
taşra bezirgânlığının ve ağalığının, politik iktidardan uzaklaştırılmasıdır.
Elde kalan tek burjuvazi, zaten Rum ve Ermeni burjuvazileri
karşısında Türk ulusunu yaratarak kendine bir temel arayan Musevi burjuvazidir.
Bu burjuvazi ile yaratılmak istenen ulus arasındaki kültürel kopuklukların
ortadan kaldırılmasıdır o kıyafet “inkılâpları”. Herkes şapka giyerse kimin
Müslüman, kimin “gâvur” olduğu anlaşılamazdı.
Ne var ki, Türkiye’deki Bonapartizm, klasik Bonapartizm’den
farklı olarak, daha doğarken, tekelci ve devletçi olarak doğar. Böylece, batıda
o burjuvazinin rekabetçi döneminin, kimi özellikleri bile yaşanılamaz.
Atatürk’ün Devletçiliği de özünde budur.
Güçlü bir proletaryanın ve burjuvazinin olmadığı ülkelerdeki
devrimler, Çin’den Yugoslavya ve Vietnam’a
kadar, daha baştan bir bürokratik deformasyonla gerçekleşirler. Bunlar hiç bir
zaman Rusya’da olduğu gibi, daha sonra karşı devrimle ezilen bir işçi veya
burjuva demokrasisi dönemi yaşamazlar. Sınıfın zayıflığı, daha baştan onun
yerine ikame olan bir Parti-Devletin egemenliğine yol açar.
Türkiye’de siyasi yapı, daha baştan bürokratik bir
deformasyona uğramış bir burjuva iktidarı olarak da görülebilir, Çin,
Yugoslavya vs. gibi ülkelerle analoji içinde. Ne var ki, bu paralellikte onları
yıkıma götüren tam da Kemalizm’in ömrünü uzatandır.
Onların, sosyalist örneği ve esin kaynağı, Sovyetler Birliği
idi. Sovyetler Birliği ise, kendisi bizzat, bürokratik bir karşı devrimle
sınıfın iktidardan uzaklaştırıldığı bir bürokratik diktatörlüktü. Dolayısıyla
bu ülkelerde, İşçi sınıfının sınıf olarak iktidarı alması, yani bir sosyalist
demokrasi, hiç bir zaman bir örnek olarak ortaya çıkamıyordu.
Kemalizm ise, cılız burjuvazinin yerine ikame olmuş bir
bürokratik diktatörlük olduğundan, kapitalist ülkeleri örnek alıyordu ve bunlar
aynı zamanda burjuva demokrasileriydi. Dolayısıyla, geri ülkelerdeki sosyalist
devrimleri yapanların, demokrasi diye bir hedef ve denemeleri olmaz iken;
Kemalizm’in Serbest Fıkra denemeleri ve daha sonra çok partili sisteme geçiş,
ona belli bir esneklik kazandırmış bu da onun ömrünü uzatmıştır.
Eğer Sovyetler Birliği karşı devrime uğramamış bir İşçi
Demokrasisi olarak var olabilseydi, İşçi Sınıfının cılız olduğu ülkelerdeki
sosyalist yönelimli daha baştan bürokratik çarpılma içindeki iktidarlar için,
bir model ve ideal olarak, Batı demokrasilerinin Kemalizm’e örnek olması gibi,
onlara benzer bir esneklik sağlayabilirdi.
Ama Kemalizm’in ömrünü asıl uzatan, ne Atatürk’ün dehası (ki
aslında en sıradan Osmanlı generallerinden biridir, pragmatik bir politikacıdır)
ne de uzak görüşlülüğüdür.
Bu gün Stalin’in heykelleri yıkılmış, Mao bir kenara
itilmiş, Tito’nun adını kimse ağzına bile almaz iken, Atatürk’ün heykelleri
hala duruyor ve Atatürkçülük Türkiye’nin resmi devlet dini olmaya devam
ediyorsa, bu Kapitalizmin, Bürokratik diktatörlükler karşısında kazandığı
tarihsel zafer nedeniyledir.
Atatürk’ün veya Kemalizm’in modeli ve ideali zafer
kazanmıştır; o modelin temsili niteliği ona esneklik kazandırmıştır. Kemalizm
şimdilik bu tarihsel zaferin rantını yemektedir. Yoksa tarihsel ömrünü çoktan
doldurmuş bulunmaktadır.
Henüz öldüğünün farkında değildir. Genelkurmay destekli
“Doğuluyuz”, “Asyalıyız” şiarları bu ölümün bizzat Kemalistlerce ilanından
başka nedir ki?
10 Kasım 2001 Cumartesi
(Bu yazı Özgür
Politika’da yayınlanmıştı.)
Kemalizm’in Özü (2003)
Stalinizm nasıl işçi sınıfının zayıflığı ve imhası (İç savaş ve müdahale fiilen Rusya’daki İşçi
sınıfını olmamışa çevirmiş, kalan çok küçük bir kaymak tabaka da “Çarlıktan alınan
ve biraz Sovyet cilası sürülen” (Lenin) devlet aygıtına geçmişti.) koşullarında
iktidarı ele geçirmiş bir bürokrasinin egemenliğinin siyasi ve ideolojik biçimi
ise, Kemalizm de burjuvazinin zayıflığı ve imhası (Ermeni, Süryani katliamları,
Rumların sürülüşü ve mübadelesi aynı zamanda burjuvazinin tasfiyesi anlamına
gelir) koşullarında iktidarı ele geçirmiş bürokrasinin egemenliğinin siyasi ve
ideolojik formudur.
Stalinizm’in de Kemalizm’in de özü onun bu tarihsel ve
sınıfsal temellerindedir. Bu temeller anlaşılmadan onun aldığı somut ideolojik
biçimler anlaşılamaz ve onun göründüğü somut tarihsel biçimlerin onun özü
olduğu yanılgısına düşülür.
Stalinizm’i böyle kavradığınızda, Kruçef, Brejnev, Gorbaçov’un
aynı bürokratik kastın çıkarlarını ve iktidarını farklı tarihsel dönemler ve
güç ilişkileri içinde savunmaya ve pekiştirmeye yönelik Stalinistler olduğu
anlaşılır. İşin gerçeği ve doğrusu da budur.
Ama Stalinizm’i, onun özünü oluşturan tarihsel ve toplumsal
bağlardan koparıp, tipik idealist bir yaklaşımla, yani varlığın düşünceyi
değil, düşüncenin varlığı belirlediği anlayışıyla, tanımladığınızda, o sadece
bir ideoloji, bir politika, gaddarlık, cinayetler olarak görünür. Bu takdirde
tanımlamanız, Stalinizm’in özüne değil,
onun ilk dönemindeki görünümüne, aldığı
somut tarihsel bir biçime ilişkin olur.
Tarihsel ve toplumsal temellere inmeyen tanımlamalar onun
metodolojik köklerine de inemez. O tıpkı bir yer altı gövdesi gibi varlığını
sürdürür ve her budamadan sonra daha güçlü olarak yeniden yeşerir. Bu nedenle,
Stalinizm’i sadece bir ideoloji ve baskı ve cinayet rejimi olarak tanımlama, ne
ideolojik ne de politik olarak Stalinizm’in köklerine yönelmediğinden, onun
yeniden ve daha gür olarak ortaya çıkışı için bir budama işlevi görür.
Türkiye’nin sosyalistlerinin Stalinizm karşısındaki tavrı esas olarak da
böyledir.
Türkiye’nin sosyalistleri, Stalinizm’i ele alışlarındaki
temel metodolojik yanılgıyı aynen Kemalizm konusunda da yapmaktadırlar.
Kemalizm sadece somut tarihsel bir biçimiyle, bir ideoloji olarak
tanımlanmaktadır. Tarihsel ve toplumsal temellerine yönelik bir tanımlama
olmadığından, ne politik olarak onun toplumsal temellerine ne de yöntemsel
olarak ideolojik köklerine yönelmek mümkün olmamaktadır.
Kemalizm, Osmanlı yadigârı bir bürokratik kastın
egemenliğini ve çıkarlarını koruma ve pekiştirmenin çok özel bir biçimidir. Bu
bakımdan Stalinizm’den çok daha güçlü bir geleneği vardır.
Stalinizm bir işçi devriminin ardından bir karşı devrimle
bir bürokrat tabakanın iktidara gelişiydi, Kemalizm ise, zaten iktidarda olan
bir bürokrat tabakanın, bu iktidarı yeni tarihsel koşullara uyarlamasıydı.
(Gerçi 1920’lerin başında, Çeteler (yani silahlı halk) döneminde, Üçüncü
Meşrutiyette, iktidarın da bir ölçüde Meclis’in elinde olduğu dönemde bir ara
yitirir gibi olduysa da bu dönem fazla sürmedi ve hemen Çerkez Ethem’in,
çetelerin tasfiyesi ile başlayan süreçte tekrar ipleri eline aldı.)
O halde Kemalizm, çok özel bir tarihsel dönemdeki ideolojik
ve siyasi formu olarak ortaya çıkar bu bürokrasinin ya da “Devlet Sınıfları”nın.
Onun iki özü vardır.
Birincisi, “Devlet sınıfları”, yani bürokrasi, iktidarını
ancak, iktidarın gerçekten halkın seçilmiş temsilcilerinin olmadığı koşullarda
sürdürebilir. Yani anti-demokratiktir.
İkincisi, bu iktidarı sürdürebilmek için, zamana uymak
zorundadır, yani modernleşmecidir.
Bu iki özellik aynen, Stalinizm’in de özelliğidir. Bu toplumsal
ve yöntemsel akrabalıklar ya da “gönül
yakınlıkları” nedeniyle, kolaylıkla birbirine geçişler olabilmektedir.
Türkiye’deki bürokrasi, Bizans, hatta Sümerlerden beri gelen
çok güçlü bir tarihsel tecrübeye sahiptir. Stalinist bürokrasiden daha esneklik
ve daha fazla yaşama gücü göstermiştir. Fransız Devrimi’nden beri bu tabaka,
bir takım ideolojik ve siyasi reformlarla iktidarı elinde tutmayı
başarabilmiştir.
Ancak bütün bu değişikliklere baktığımızda, bunların
içerdeki direnişlerden ziyade, uluslar arası dengelerin değişmesiyle
gerçekleştiği görülmektedir. Fransız devrimi, Üçüncü Selim’in reformlarını
tetiklemişti. Yunanistan’ın bağımsızlığı, Kırım Harbi vs. daha sonraki
reformların zorlayıcılarıdır. Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi ile
Cumhuriyet’in kuruluşu ve son olarak İkinci Dünya savaşı sonrasında çok partili
hayata geçiş. Her biri uluslar arası dengelerdeki çok köklü bir değişikliği
izler.
ABD’nin Irak’ı işgali, uluslar arası dengelerde yine çok
köklü bir değişiklik. Bürokrasiye egemenliğini korumak için bir reform
zorunluluğunu dayatıyor.
Nasıl, Stalin’in
cinayetlerini mahkûm eden bir Kuruçof veya Gorbaçov Stalinizmi mümkün idiyse,
Kürtlerin inkârını mahkûm eden bir Kemalizm de mümkündür.
Bu bürokrasi, çok sıkıştığında, “Gereğinde Şeytan da oluruz Bolşevik de” veya “Memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyebilen bir
zümredir. Bu güne kadar iktidarını Kürtlerin inkârıyla sürdüren bu zümre yarın
bir numaralı “Kürtçü” de olur. Yeter ki ipler elinde olsun.
Ama bu değişimlerin hepsinde görülen bir özellik daha var.
Her bir modernleşme çabası ve reformun öncesinde aşağıdan gelen demokratik bir
hareketin imhası vardır. Yeniçerilik biçimindeki silahlı İstanbul Halkı
katledilerek, modern orduya geçilir ve İkinci Mahmut reformları yapılır. Çerkez
Ethem kuvvetleri imha edilir, Mustafa Suphi’ler öldürülür, komünistler
katledilir ve cumhuriyet kurulur. Çok partili hayata geçilirken, Şefik
Hüsnü’nün, Esat Adil’in partileri ve sendikalar kapatılır herkes tutuklanır.
Öyle görülüyor ki, Kürtçü bir Kemalizm’e de KADEK’in imhası ve tasfiyesiyle bir
geçiş hazırlanıyor,
Kemalizm’in özüne yönelen bir politik program, Demokratik
bir cumhuriyet programı olabilir. Yoksa Kürtçe’nin ve Kürtlerin tanınması,
kendi başına demokratikleşme anlamına gelmeyebilir. Çünkü Kemalizm’in özü
burada değildir. Kürtçü bir Kemalizm de
mümkündür. Tıpkı Türk burjuvazisiyle olduğu gibi, Kürt burjuvazisiyle de
bir uzlaşma yapabilir. Aynı tabakanın bir zamanlar Türkçülükten önce Osmanlıcı
olduğunu unutmayalım. Pek ala çok dil ve kültürlü bir Kemalizm de mümkündür.
Ama demokratik bir cumhuriyetle Kemalizm bir arada var olamaz. Demokratik bir
Cumhuriyette gerçek iktidar halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olur,
bürokrasinin değil.
12 Mayıs 2003 Pazartesi
(Bu yazı Özgür
Politika’da yayınlanmıştı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder