8 Ekim 2014 Çarşamba

Tarihin Dersleri ve Kobane

Bu başlıklı yazıya dün şu cümlelerle başlanmıştı:
“Çetin Altan, 1960’da 28 Nisan olaylarından sonra bir tek cümleden ibaret bir yazı yazmıştı: “Bugün canım yazı yazmak istemiyor”.
Evet, bugün canım yazı yazmak istemiyor.
Aklım ve yüreğim Kobane’de.
Oradaki savaşan gencecik insanlar teker teker ölürlerken, kendilerini feda ederlerken; bir toplu katliam yaşamaları söz konusuyken yazı yazmanın bir anlamı yok.
Kendilerinden kat kat üstün güçlere kahramanca direndiler ve hala direniyorlar.
Dün gece bile sokak savaşlarında (İŞ) İslam Devleti birliklerine pusular kurarak büyük kayıplar verdirdiler.
Son savaşçı vuruluncaya kadar da böyle yapmaya devam edecekler.
Tıpkı onlar gibi davranmak gerekiyor.
Bulunduğumuz cephede, korkudan ödümüz patlasa bile; aklımız ve yüreğimiz başka yerlerde olsa bile, siperi terk etmemek gerekiyor.
Cesaret korkmamak değildir; yürekteki korkuya rağmen siperdeki yerini terk etmemektir.

Cesur insanlar korkak olmaktan korkan insanlardır. Korkaklar korkak olmaktan korkmayanlardır.
Cesaret ve korku aynı olgunun iki farklı görünüşüdür. Sorun neyden korkulduğundadır.
Benzer şekilde, canımız yazı yazmak istemese; aklımız ve kalbimiz başka yerlerde olsa bile yine de yazıyla olsun siperdeki yerimizi terk etmemek gerekiyor.
Taş yerinde ağırdır. Genç olsaydım Kobani’ye savaşmaya giderdim. Şimdi ise bir gösterici olarak bile hiçbir şey yapamam. On metre koşamam, polisin ilk gazında, hafifçe solusam bile komalık olurum.
Yapabileceğim tek şey, bir geleneği; bir birikimi aktarmaya çalışmaktır.
Şimdi artık unutulmuş ve hiçbir değer verilmeyen bir birikimi.
Kobane Direnişi vesilesiyle Tarihin Dersleri’ne gelelim.
Kobane’deki trajedi yeni değil.
Örneğin 1930’lar İspanya’sında da aynısı yaşanıyordu.
İspanya’daki seçimle gelen demokratik iktidara karşı General Franko, darbe girişiminde bulunmuş; bütün İspanya’da halk ayaklanarak; var olan devlet cihazının dışında halkın iktidarının aracı olacak organlar kurmuş; fiilen bir devrim gerçekleşmiş; darbeci faşistler İspanya’da sadece Sevilla’da küçük bir köprübaşını tutabilmişlerdi.
Başlangıçtaki bu elverişli koşula rağmen devrim yenildi.
Çünkü devrimler askeri nedenlerle değil; programatik ve stratejik nedenlerle yenilirler veya zafer kazanırlar.
Buna karşılık, Rus Devrimi’nden sonra, emperyalistler şimdiki Türkiye ve Koalisyon güçlerinin bir zamanlar İspanya ve şimdi Kobane karşısında olduğu gibi, fiili “silahlı tarafsızlık” pozisyonunda bile kalmamış; açıktan devrimi ezmek için müdahale etmişlerdi.
Devrim’in egemenlik alanı, bir zamanların küçük Moskova prensliğinin sınırlarına kadar gerilemişti; buna rağmen Devrim zafer kazandı. Devrim kendini kuşatanları kuşatabildi.
Çünkü Devrimler programatik ve stratejik nedenlerle yenilir ve zafer kazanırlar.
İspanyol Devrimi, burjuvaziyi ürkütmeyeyim diye, toprak ve ulus sorununu çözecek radikal uygulamalara geçmemiş; darbe girişimine karşı ayaklanmanın ortaya çıkardığı alternatif organları parçalamış ve var olan burjuva devlet cihazını ele geçirmekle ve güçlendirmekle yetinmiş; sonuçta da köylüleri ve ezilen ulusları ve aydınları kaybetmiş; yani radikal bir demokrasiden bir liberal demokrasiye doğru geri adım atmış ve ondan yenilmişti.
Bolşevikler ise, Köylülerin barış ve toprak isteğini tavizsizce sahiplenmiş; ezilen ulusların baskı altına alınmasına karşı talepleri en radikal bir şekilde desteklemiş ve uygulamış ve başlangıçtaki tüm aleyhte koşullara rağmen, tam da bu nedenle başarı kazanmıştı. (Elbet devrimin sonra bürokratik bir karşı devrimle ortadan kalkması ayrı bir konudur. Bu kahramanlık dönemiyle karşılaştırılamaz.)
O devrimlerin izlediği programlar ve stratejilerin ardında ise muazzam teorik birikimler; metodolojik kazançlar ve katkılar vardı.
1789’da Paris’te başlayan devrim dalgası, yarım yüzyıl sonra, 1848’de Almanya’ya ulaştığında, orada Marks-Engels eliyle metodolojinin temellerini atmış ve sürekli bir geliştirme ve sağlama denemelerinde bulunmuştu.
Yarım yüzyıl sonra Rusya’ya vardığında ise bu geliştirmiş teorik ve kavramsal araçlara ve tarihsel deneylere dayanıyordu.
Bu nedenle, Rus devrimi, elverişsiz koşullara rağmen doğru bir strateji ve program izlemiş ve zafer kazanmıştı, çünkü ardında muazzam bir teorik hazırlık vardı.
1930’ların İspanyol devrimi ise teorik hazırlıktan yoksundu. Uluslararası olarak da eski devrimci teorik, metodolojik birikimi bilenler ve savunanlar, Sovyetlerdeki karşı devrim sonucu olmamışa dönmüşlerdi.
Teori, gravitasyon (çekim gücü) gibidir. Gravitasyon evrendeki dört kuvvet arasında en güçsüzüdür. Ama yıldızlar onunla oluşur; galaksiler o nedenle dağılmaz; kara delikleri o yaratır ve evrenin kaderini belirleyecek olan da odur.
İspanya Devriminin yenilgisini, şimdi tıpkı Kobane’de yapıldığı gibi, kapitalist ve emperyalist ülkelerin “silahlı tarafsızlık” politikasıyla açıklamak kolay bir yoldur. Ve aslında pek farkına varılmaz ama bu umutsuzluğun ve çıkışsızlığın teorileştirilmesi anlamına da gelir. Çünkü onlar her zaman öyle yapacaklardır. Bu onların “fıtratı gereği”dir. O halde her devrim için yenilgi kaçınılmazdır gizli sonucu köşe başında bekler.
Devrimler,  zaten tamı tamına böyle “müdahale etmeme"lere ve devrimi ezmek için can atanların müdahalelerine rağmen başarıya ulaşırlar. Ve tam da devrim oldukları için de başarılı olurlar.
Ortadoğu ve Kürdistan devrimi birbiri ardınca ciddi yenilgiler alıyor. “Arap Baharı”ndan geriye bir şey kalmadı; Gezi, kendisine karşı kullanılan gazlar gibi, buhar olup uçtu; tek örgütlü ve hazırlıklı Kürt Özgürlük Hareketi ise, hazırlığının ve radikalliğinin yeterince derin olmadığının işaretlerini veriyor. Rojava’da başlayan devrimin, dinlere ve dillere eşitlik yönündeki bütün çabalarına rağmen, Sünni Arapları kazanamaması bir yana, tarafsızlaştırmayı bile becerememiş olması; İŞİD’in oralarda bir taban bulması, elbet kısa vadede bir şey yapılamayacak olsa da, bugünkü kuşatmanın derindeki nedenidir. Türkiye’nin batısını bir türlü kazanamamaya benzer aynı teorik, programatik ve stratejik yanlışın bir görünümüdür.
Ve bu programatik ve stratejik yanlış ortadan kaldırılmadan Ortadoğu’da bir devrimci dönüşüm ve zafer olanaksızdır.”
Yazı ileriki bölümlerinde; yirminci yüzyılın deneylerine geçmeden önce, ta Hazreti Nuh ve Hazreti Muhammet’in çözümleri (program ve stratejileri) üzerinden, bugünkü Ortadoğu için gerekli bir tarihsel deneyleri aktarmaya ve yorumlamaya başlıyordu. Çoğu yazıldı. İleriki bölümlerde aktarılır, devam edilir ve edilmeli.
Ama şimdi özellikle şu anki duruma bir bakmak gerekiyor.
*
Düne göre bugün daha bir umut var.
Çünkü iki önemli gelişme oldu:
Birincisi, Özgürlük Hareketini’nin sokaklara çağrısı geniş Kürt kitlelerinden çok büyük bir destek buldu ve çok sınırlı da olsa Batı’da, Gezi’nin en önemli iki merkezinde (Beşiktaş ve Kadıköy) küçük de olsa destek buldu. Şu an iki şehirde ve birçok ilçede sokağa çıkma yasağı var ve onun üzerinde gösterici öldürülmüş bulunuyor. Şehirlere askeri birlikler sevk edildi.
İkincisi, haftalardır orada burada oyalanan ve etkisiz bombardımanlar yapan “koalisyon güçleri” ilk kez etkili bir bombardıman yaptı. Kobane'yi kuşatan (İŞ)İD’nin ağır silahlarını vurdu. Böylece en azından silahlardaki korkunç eşitsizliği biraz olsun dengeledi.
İkinci gelişme (yani ilk kez etkili bir bombardıman) birinciyle (kitlelerin sokağa çıkmasıyla) bağlantılıdır. Geniş kitlelerin sokağa çıkıp protesto etmesi Hükümetin, Koalisyon’a kendi koşullarını dayatma girişimlerini büyük ölçüde etkisizleştirmiş ve koalisyon güçlerine daha geniş bir manevra alanı sağlamıştır.
Bu gösterilerin kitleselliği sayesinde Koalisyon, Türkiye’yi gücendirmemek için yaptığı göstermelik bombardımanın yerine etkili bir bombardımana başlamıştır.
Yani sokağa çıkan her insan, aslında etkili bir bombardıman için politik koşulların oluşmasına katkıda bulunarak Kobane’ye fiili bir askeri destek vermiş olmaktadır. Kobane savaşının kaderi biraz da Meydanlarda ve sokaklarda belirlenmektedir.
Hükümetin planı açıktır. Hükümet, Suriye’ye girmek (cepler biçiminde) ve Rojava’daki küçük özgürlük adalarını ezmektir (son zamanlarda şerit olmasa da olur; cepler biçiminde de olur demelerinin nedeni de budur. Üç tane “cep” vardır Türk hududu boyunca). Bu amacına Koalisyon’u alet etmek istemektedir.
İkinci hedefi de, elbet bu hedeflerle birlikte Türkiye’deki “barış süreci” de sürdürülemeyeceğinden; bu sefer Kürt Hareketi’ni süreci yıkmakla itham edip savaşı başlatmaktır.
Böylece fiilen 90’ların savaş konseptine dönmektir. Bu da Özel Savaş Dairesi’nin yeniden kontrolü eline alması demektir.
Hükümetin (İŞ)İD ile savaşmak gibi bir konsepti yoktur. Aksine, bütün her şey onun (İŞ) İslam Devleti ile yakın ve stratejik bir ittifak içinde bulunduğunu ve bulunacağını gösterir. Çünkü Suriye’deki Esad da, Irak’taki Şii hükümeti de, İran da, Kürt hareketi de kendisinin karşı ve sorunlu olduğu güçlerdir. İD de aynı güçlerle sorunludur. Bu durumda ortak çıkarları bulunan iki gücün birbiriyle savaşmaktan ise, birbiriyle savaşır gibi yapıp iş birliğini geliştirmeleri son derece normaldir. Şimdiye kadar olduğu gibi.
*
Yukarıda sıralanan iki önemli gelişmenin somut sonuçları hemen görüldü.
Bombardıman’ın (İŞ)İD ağır silahlarını susturmasından yararlanan Kobane savunması bu sefer inisiyatifi ele geçirerek en azından bazı kritik önemdeki yerleri tekrar geri almaya çalışıyor. Eğer koalisyon güçlerinin bu etkili hava desteği sürerse, Kobani’yi savunun güçlerin en azından daha rahat hareket edeceklerdir ve ağır silahları olmamasına rağmen, disiplin ve kıvraklıklarıyla kaybettikleri yerleri geri almaları bile mümkündür.
Ama tabii bu tür bir gelişme, Erdoğan’ın Koalisyon’a “Karadan girmeden olmuyor” diyerek baskı yapma olanağını da ortadan kaldırır. Yeterli hava desteği sürerse, Kürt özgürlük hareketinin pekâlâ İD’yi geriletebileceği; en güvenilir ve etkili kara gücü olduğu görülebilir ve bunun görülmesi ve kabulü, Türkiye’nin Koalisyon’daki bütün ağırlığını sıfırlayıp; koalisyon güçlerinin Kürt Özgürlük Hareketine bir kredi açmasına yol açabilir ve bu yönde bir gelişme de bütün dengeleri bir anda alt üst edebilir.
Böyle bir gelişme giderek daha mümkün hale de gelmektedir. Davudoğlu ve Erdoğan’ın soğuk savaş döneminde kontr gerilla tarafından oluşturulmuş, Necip Fazıl’ın şiirlerinden beslenen ideolojisi ve dünya algılarıyla Ortadoğu’da büyük devlet rolüne soyunmaları ve emperyal hayalleri, her yerde giderek artan bir tepkiye yol açmaktadır. Onlar küçük sol örgütlerin veya sektlerin, yarattıkları hayal dünyasında yaşayan ve dünyayı öyle yorumlayan üyelerine benzemektedirler. Gerçekten de durumları fiilen öyledir. Danışmanları aslında böyle bir dünyayı rasyonalize eden ve gerçeklik duygusunun bütünüyle yitirilmesine yol açan basit kariyeristlerden başkaları değildir ve bir sektin yine de iyi kötü inançlı ve fedakâr taraftarları kadar bile dürüstlük ve onurdan yoksun menfaatlere dayanan bir sekt oluşturmaktadırlar.
Bu nedenle hükümetin ve Türkiye’nin önümüzdeki günlerde, Kobane’nin bir an önce düşmesi ve bunun için de Koalisyon’un hava desteğinin kesilmesi için elinden gelen gelmeyen her şeyi yapacağı var sayılabilir. Çünkü Kobane’nin varlığı kendi varlığını tehlikeye atmaktadır.
Tabii bunun için de ülkenin içindeki itirazı bastırması gerekiyor. Bunun için de her durumda gaza saldıran polis yetmezse askerleri devreye sokan Hükümet, Türk Devletinin her zaman elinin altında tutuğu Özel Savaş Dairesi’ni, yani Ergenekon’u harekete geçirdi.
Dünkü Atatürk heykeli yakılması; Türkçülerin ve Hizbullah’ın göstericilere saldırmasının ardında Türkiye’de yaşayan ve uyumayan her insanın bilebileceği gibi devletin bu gizli örgütleri bulunmaktadır.
Devletin desteği olmadan o “Müslümanlar” ve Türkçüler harekete geçmezler ve geçemezler. AKP daha önce sinyallerini verdiği gibi, (Gezi’de sokağa çıkmak için bir işaretini bekleyen yüzde elliden söz ediyordu ve daha önce de Hocalı mitingleriyle bu yönde adımlarını çoktan atmışı.)  şeytanla ittifaka girdi. Ona elini verdi kolunu kurtaramayacaktır. Tıpkı Özal gibi, kurtarmaya kalktığı an kendisi için çok geç olduğunu da görecektir.
Bu durumda, Kobane’yi korumak koalisyon bombası olup İD’nin üzerine düşmek için sokağa çıkmak şarttır; bunun karşısında da Hükümetin Özel Savaş Dairesi aracılığıyla bunu engellemeye kalkması kaçınılmaz. Yani hükümet, bütün hükümetlerin yaptığını yapacak ve devletin açık şiddet araçları olan polis ve ordusunun yanı sıra gizli milislerini devreye sokacaktır.
Sokakları bir an için bile boşaltmamak; hükümetin tavrını protesto etmek; hudut boyunda nöbet tutmak; Kobane’ye havadan desteğin sürmesi için şarttır.
Kobane’deki savaş giderek hem hükümetin; hem de Kürt Özgürlük Hareketinin ve Ortadoğu’nun geleceği bakımından hayati ve tayin edici bir önem kazanmış bulunuyor. Kim karşı tarafı politik olarak tecrit ederse o kazanacaktır. Savaşın sonucunu Kobane’de savaşanlar değil; onları destekleyen güçlerin politikaları belirleyecektir.
Elbet savaşanların varlığı veridir. Ama ortadaki çok daha büyük çaplı politik bir mücadeledir.
Kürt Hareketi’nin Hükümeti hem Türkiye’de hem dünyada tecrit etmesi gerekmektedir. Bunun ön şartı elbette ki Kobane’deki savunmanın sürüyor olmasıdır. Ama o savunmanın sürüyor olması da, en azından hava desteğinin etkili bir şekilde sürmesine, o da politik dengelerdeki değişmelere bağlıdır.
Ancak hareket bütün potansiyelleri harekete geçirememektedir. Bunu ardında teorik, programatik ve stratejik bir yanlış bulunmaktadır.
Örneğin yıllardır, Kürt Hareketi Türkiye’nin batısını bir türlü harekete geçirememiştir. Tüm koşulların ve güçlerin ve çıkarların dizilişlerinin olağanüstü uygun olduğu bugünkü koşullarda bile Alevileri ve Laik Şehirlilerin hayırhah tarafsızlığını veya desteğini sağlayamamıştır.
Aleviler ve Türkiye’nin laik şehirlileri, yani CHP’nin tabanı, İŞİD’den korkmalarına, AKP’nin politikalarından rahatsızlıklarına rağmen, Kobane’de İŞİD’e karşı koyanların aynı zamanda gerçekten laik bir düzen için savaştığını bilmelerine rağmen, AKP’nin böylesine haksız olduğu bir durumda bile harekete geçmemişlerdir. (Gençlerde belli bir kımıldamanın izleri görülse de, örneğin CHP Beyoğlu Gençlik’in “Kobane Halkı Yalnız değildir, İŞİD’li Teröristlere karşı sınırımızdaki insanlar direnişte. Beşiktaş ve Kadıköy’de eyleme gidiyoruz”  Twiti bir istisna olarak kalmakta., genel eğilimi yansıtmamaktadır.)
Kürt Özgürlük Hareketi, Kürt Hareketi mi, Demokrasi Hareketi mi olacağına karar vermek zorunadır. Olayların akışı da onu buna zorlamaktadır. Şu ana kadar izlenen strateji sınırlarına dayanmış bulunmaktadır. (Yani hem Kürtleri birleştirmek, hem de tüm dillerden dinlerden olanları birleştirmek) Bu ise, taleplerde demokratikleşmeyi; Kürt vurgusu yerine bir Demokrasi vurgusunu geçirmeyi gerektirir.
Yani Kürt hareketi İspanya’da 1930’ları gibi mi; yoksa Rusya 1917’leri gibi mi davranacaktır? Sorun budur.
Şu ana kadar Kürtlük vurgusu bir dereceye kadar başarıyla götürmeye yetti. Ama Ortadoğu alanına çıkınca, büyük ve farklı güçlerin arasında, sadece radikal bir demokrasi anlayışı ve stratejisi işe yarar.
Burada kaldığı takdirde, belki uluslar arası konjonktür yardım ve uygun olursa, tıpkı Barzani ve Talabani’nin, ABD’nin dünya çapındaki stratejik çıkarları bağlamında koruma ve desteğini alarak hazıra konması gibi bir başarı da sağlayabilir ama bu geçici ve arızi kalacağı gibi, bölgenin kaderinde bir değişim yaratmaz, sadece yangının ortasında küçük evini kurup bu yangından uzak tutmaya yarar. Ama son IŞİD zaferi bunun da mümkün olamayacağını, yangının kökten söndürülmesi gerektiğini bir kez daha göstermektedir.
Yani kısa vadede olduğu gibi uzun vadede de Kürt özgürlük hareketinin Kürt hareketi olmaktan çıkıp bir demokrasi hareketine dönüşmesi; yani tüm diller ve dinlerden insanları kapsaması gerekiyor. Bu kapsamanın kendisi demokrasi anlamına gelmez, nasıl olduğu önemlidir.
Her dil ve din bir politik birim olarak mı eşitlik, yoksa bunların bir politik anlamının olmaması mı? Yani Hazreti Nuh’un çözümü mü, Hazreti Muhammed’in çözümü mü?
Bu ikincisidir demokrasi.
Ama bu stratejik dönüşümü yapabilmek için adım adım Kürt burjuvazisini kaybetmeyi göze almak gerekmektedir. Politikada her kayıp bir kazanca da karşılık düşer. Sorun kimin kaybedilip kimin kazanılmak istendiğindedir. Çıkar ve konumları çatışan güçler arasında “hem o hem bu” olmaz.
Tam bu noktada dün başlayıp yarım bıraktığımız yazının konusuna geliyoruz.
Alma o yarım bıraktığımız konuya geçmeden önce şu haritaya bakalım.
Koca bir alan İslam Devleti’nin elindedir ve o Sünni Arapların çoğunlukta olduğu yerlerde egemendir.
Aslıda Ortadoğu’da kendine İslam diyen tipik bir Sünni Arap devleti doğmuştur. Bu devletin İslam’ı kullanması, tıpkı 1920’lerde Ankara’daki Büyük Millet Meclisi Üyelerinin “Bolşevik de oluruz, şeytan da” deyip, kalpaklarına kızıl yıldız takmalarına benzemektedir.
Eğer ABD ve Müttefikleri, onları tanır, Irak petrollerinden belli bir pay verirse, pek ala, Türk Devletinin Halkı İştirakiyun’u kapatıp, Mustafa Suphi’yi Karadeniz’de boğdurup, Londra’da Fransız ve İngilizlerle anlaşma yapması gibi, bir anlaşma yapıp bütün İŞİD’ çileri katliamdan geçirebilir.
Bu Arap milliyetçisi devlet, şimdilik İŞİD’i bir avadanlık olarak kullanmaktadır. Yararlı olduğu sürece de kullanacaktır. Bu devletin yöneticileri Türk Devleti ile çıkar ortaklığı içinde olduklarını bilmektedirler. Tam da bu nedenle Kobane’ye böyle saldırmaktadırlar.
İşte Ortadoğu’da esas sorun bu devletin tebaasını oluşturan Sünni Arapları da kazanmaya yönelik; Onların da ancak huzuru hiçbir dille ve dinle tanımlanmamış bir demokraside bulabileceklerini göstermeyi hedeflemiş bir program ve stratejidedir.
Fransız Devrimi’nin ilk dalgası çok zayıf etkilerle buralara gelmiş ve katliamlarla ortadan kaldırılmıştı.
Şimdi ikinci dalga geliyor. Bu dalganın kaderini teorik, programatik ve stratejik hazırlıklar belirleyecektir.
Yazıya devam edeceğiz.
08 Ekim 2014 Çarşamba

Demir Küçükaydın

Hiç yorum yok: