13 Ağustos 2014 Çarşamba

Seçim Sonuçlarının Anlamı Üzerine

Seçimler geçti, sadece günlük basındaki yazarlar değil, neredeyse bütürn sosyalistler ve Marksistler de seçim sonuçlarının değerlendirilmesiyle meşguller. Bu değerlendirmeler okununca, görünen, herkesin kendi politik beklentilerine ve duruşuna göre seçim sonuçlarını yorumladığıdır. Bunda da anlaşılamayacak bir yan yoktur. Hepimiz nasıl aynı zamanda, aynı dünyada veya ülkede yaşıyor ama görüp yaşadığımız aynı olaylardan nasıl tamamen farklı sonuçlar çıkarıyorsak, seçim sonuçları karşısında da farklı olmaz. Aynı rakamlar herkes için farklı anlamlara sahiptir.
Peki, niçin öyledir? Esas soru budur.
Bu sorunun cevabı ise seçim sonuçlarında değil; toplumsal gerçekliğin derine inen analizlerinde ve o analizlerin dayandığı metodolojide bulunabilir.
Biz olayların görünen yüzüyle uğraşmıyoruz. Onu merak edenler, etrafı doldurmuş yüzlerce yazara bakabilirler.

Bizim hem progreamımız farklıdır hem de olaylara bakış açımız.
Biz seçimlere katılan partilerin hiç biriyle aynı programı paylaşmıyoruz. Bize en yakın görünen HDP veya adayı Selahattin Demirtaş bile yeterince demokratik bir programa sahip olmaktan çok uzaktır.
HDP veya Demirtaş, politik olanın, dillere, dinlere, kültürlere göre tanımlanmasını esas almaktadır. Yani, kürtlüğün, Ermeniliğin, Lazlığın, Çerkezliğin, Aleviliğin, Hıristiyanlığın vs. de tanınmasını ve bunların eşit politik birimler olmasını savunmaktadır.
Biz ise, Türklüğün de politik olmaktan çıkarılmasını, ne bir dilin, ne de bir dinin veya kültürün politik bir anlamı olmamasını savunuyoruz.
Diğeri okulların ayrılığını getirir. Yani somutlarsak, Kürtler Kürtçe ders veren okullarda Kürt tarihi okur; Türkler Türkçe ders veren okullarda Türk tarihi okur; Ermeniler Ermenice ders veren okullarda Ermeni tarihi okur vs., vs..
Bizim önerimiz okulların birliğini, Yani herkesin ana dilinde eğitim hakkı mutlaktır ve ama herkes ana dilinde nasıl aynı biyolojiyi, fiziği, astronomiyi okursa aynı tarihi okur; ulusların tarihi olmadığına dair aynı ortak tarihi. (Pratik bir çözüm olarak, tüm dillerden, dinlerden, kültürlerden bir araya gelmiş bir heyetin yazacağı bir tek tarihi. Onlar da fiilen ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazabilirler.)
Diğeri fiilen demokrasi ve özyönetimi değil, bu farklı politik birimleri bir arada tutacak merkezi ve bürokratik bir devleti zorunlu kılar bu olmazsa ilk krizde Lübnanlaşma olur diyoruz.
Bizimki ise dil, din, soy, kültür körü bir devlet; ulusu veya her hangi bir birimi böyla tanımlamaya karşı tanımlamış bir devlet demektir. Ancak böyle bir devlet en geniş özyönetimi, yani bir köyün bile isterse ayrılabileceği bir merkeziyetçilikten uzak özyönetimi mümkün kılar.
Diğeri, diller, dinler göre bölünmüş birimlerde burjuvazinin egemenliğini pekiştirir; emekçileri böler. Bizimki ise, tüm emekçileri birleştirir ve burjuvazinin egemenliğini zayıflatır.
Seçimlerde bu programı savunun hiçbir güç yoktu. Dolayısıyla tutarlı ve radikal bir demokrasi açısından bu seçimler tam bir başarısızlıktır.
Demirtaş’ın sonucunu başarılı gören ve yorumlayanlar, aslında o programı destekliyor ve paylaşıyor demektir. Başarının ne olduğu, sizlerin amacına bağlıdır.
Çok geniş bir tarihsel perspektiften bakınca, bu seçimlerin galibi Şark devleti ve devletçiliğidir. Türk Devleti, bir Kürt-Türk Devletine dönüşme ve böylece bir Kürt gençlik aşısıyla ömrünü uzatma yolunda önemli bir merhaleyi geçmiş bulunmaktadır.
Şark’ın binlerce yıllık devleti ve devletçiliği, yaşamak için modern burjuvaziden bile daha büyük bir esneklik gösterebildiğini bir kez daha kanıtlamaktadır. Çin, Hindistan, İran hep bunun çeşitli kanıtlarını sunmaktadır.
Sümerlerden beri gelen bu devlet ve devletçilik, en son Osmanlılarda, nasıl İkinci Mahmut’un reformlarını yaptı; yenriçeriliği kaldırdı ise; nasıl Tanzimat fermanlarını ilan etti ise; nasıl Meşrutiyetiyete; nasıl padişahlığı kaldırıp cumhuriyete geçti ise; sonra nasıl çok partili rejime geçti ise şimdi de yine çağın gereklerine uygun bir Türk-Kürt devletine geçişe hazırlanıyor.
Kürt özgürlük hareketinin programı ve yapısı binlerce yıllık bu devletçiliğin yapısı ve amacıyla temelden bir çelişki içermiyor.
Taktik olarak Kürt Özgürlük Hareketini elbette destekliyoruz.
Ama bir an için bile bu gerçeği göz ardı etmeden ve programımızın farklı olduğunu göstererek.
Aşağıda 2002 yılında AKP’nin seçimlerdeki başarısından sonra yazılmış bir yazı.
13 Ağustos 2014 Çarşamba

Sosyalistlerin Seçim Sonuçları Değerlendirmelerinin Değerlendirmesi

Gerçek bilim, olayların görünen, dış yüzüyle uğraşmaz, o dış yüzün kolaycı açıklamalarının davetkar ve ayartıcı Siren seslerine karşı, Ulysse’in kendini gemi direğine bağlaması gibi, o da kendini metodolojinin direğine bağlar.
Haydi karşı tarafı biliyoruz, onların yöntemi görünümlerle uğraşan Metafizik Sosyolojilerin şu ya da bu akımı; ama kendini sosyalist ve Marksist, yani Tarihsel Maddeci, yani Diyalektik Sosyoloji yönteminin izleyicisi  olarak tanımlayanların aynı yöntemleri, aynı kavramsal araçları kullandığını görünce, sermayenin tarihsel zaferinin, kendini en Marksist tanımlayanların beyninin derinliklerinde, kavramsal araçlar ve yöntemler düzeyinde nasıl bir egemenlik kurduğu çok daha açık olarak görülüyor.
Bunun en son, en ilginç ve en somut örneği son seçimler üzerine, seçimlerin sonuçları üzerine yapılan yorumlarda görülür. Herkes eline seçim sonuçları istatistiklerini almış, çeşitli kriter veya bölgelere göre, oyların dağılımından hareketle toplumda nelerin değiştiğini, bu seçimlerin sonuçlarının sosyolojik anlamını yakalamaya çalışıyor. Ama bu yöntemin araştırılan bu gerçeği bulmak için elverişli bir araç olup olmadığı konusunda, yani yöntem konusunda, herhangi bir soru sorana rastlamıyor.
Çoktandır bu konuda yazmayı düşündüğümüz halde, bekledik ki, belki Allah’ın Marksist olduğunu iddia eden bir kulu çıkar da, bu yapılmaya çalışılan işin ve izlenen yöntemin yanlışlığı üzerine bir çift laf eder. Maalesef kimseden çıt çıkmadı, çıkmıyor.
Herkes, seçim sonuçlarının daha bilimsel araştırmalarla, yani şimdi izlenen metotla daha ayrıntılı ve kapsamlı olarak incelenmesi ve buradan toplumdaki derin değişikliklerin daha iyi kavranmasından; “seçim sonuçlarının analizinden yola çıkarak, Türkiye'nin sosyoekonomik gerçekliğinin nasıl tanımlanabileceği”nden ve buradan da sosyalistlerin ve solun kendine ilişkin dersler çıkarmasından söz ediyor. Böyle sözler etmeyenlerin ise fiilen yapmaya çalıştıkları da bu. Ama bizzat bu yöntemin doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulayan yok.
En son söylenecek olanı en başta söyleyelim: seçim sonuçlarından hareketle toplumdaki değişimler hakkında hiçbir doğru  sonuca ulaşılamaz, aksine Marksizm'in (Tarihsel Maddeciliğin, Diyalektik Sosyolojinin) yöntemleriyle toplumdaki derin değişiklikler anlaşıldıktan sonra o derin değişikliklerin niye seçim sonuçlarındaki gibi bir görünümle ortaya çıktığı anlaşılabilir.
Seçim sonuçlarından hareketle, toplumsal değişmeleri anlamaya kalkmak; insanların gelir durumlarına göre sınıfları tanımlamaya benzer ve aynı yöntembilimsel yanılgıyla damgalıdır.
Sınıfları gelir düzeylerine göre tanımlamak, burjuva sosyolojisinin bir yöntemi olmuştur. Amerikan sosyolojisi, burjuva sosyolojisinin bu yöntemini olduğu gibi kabullenip, onu adeta bir araştırma tekniğine indirgemiştir. İktisat alanında görülen eğilim, aynen sosyolojide de görülüyor. Burjuva iktisadı, emek-değer teorisine dayananbüyük ekonomi politikçilerin gelenğini sürdüren ve eleştirerek geliştiren Marksist Ekonomi Politik karşısında, emek değer teorisini reddeden bir yığın başka “teori” ortaya koymuş, sonra da bunu bile fazla bulup, ekonomiyi bir takım matematik araştırma tekniklerine indirgeme eğilimine girmiştir.
Benzer şekilde, Marksizm denen Diyalektik Sosyoloji karşısında bir yığın metafizik sosyolojiler çıkaran burjuvazi, toplumsal araştırmayı, bir istatistik, anket ve örnekleme tekniğine indirgemiştir. Bu da özellikle seçim dönemlerinde, bilim diye, geniş kitlelerin bilincine yerleşmektedir. Ve de Marksistler, bu temel yanlışın yeniden üretilmesi ve yaygınlaştırılmasında hiç de küçükmsenmeyecek bir katkıda bulunmaktadırlar.
Örneğin gelir düzeylerinin hangi istatistik, örnekleme ve anket teknikleriyle yapıldığı ve teknik olarak mükemmelliği vs. temeldeki yanlışı ortadan kaldırmaz. Temel yanlış: sınıfların gelir düzeylerine göre tanımlanmasıdır. Hatta bu teknikler, varlıklarını bu yanlış metodolojinin paradigmasından çıkardıkları için, bunu yöntemsel yanlışı yeniden üretirler ve yanlışı görünmez kılarlar.
Dünyanın en doğru araştırma tekniklerine, en mükemmel kriterlere de dayansa, gelir durumlarından hareketle sınıfları tanımlayan bir araştırmanın gerçek sınıflar ve onların ilişkileri hakkında öze ilişkin bir bilgi vermesi olanaksızdır. Bu yöntemle toplumsal süreçler esas damgasını vuran eğilimler hiçbir zaman anlaşılamaz.
Sınıflar örneğin, modern üretim ilişkileri içindeki çıkar ve konumlara göre tanımlanırlar.  Çıkar ve konum ise, gelir durumundan çok farklıdır. İşçi, uzayda uydu tamir eden bir astronot olsa ve örneğin Türkiye’de on işçi çalıştıran bir işverenden daha fazla bir geliri ve daha müreffeh bir yaşam düzeyi bulunsa da, bir işçi olarak kalır; o işçiye göre daha kötü yaşam koşullarında yaşayan on işçi çalıştıran da bir burjuva olarak. Sınıfların insanların gelir düzeyleri ve inançlarıyla hiç bir ilgisi yoktur.
Ama sınıflar bile, çok başka çok daha derindeki süreçlerin bir dışa vurumundan; görünümünden başka bir şey de değildir. Daha derinde, mübadele, mallar ve bu mallar arasındaki değişimin eşdeğerinin (emek) ne olduğu gibi sorular yatar. Yani değer yasası. Değer yasası nedeniyle ekonomik yasalar insan iradesi ve kontrolü dışına çıkıp, onun karşısında tüm tarihi belirleyen bir doğa yasası gibi dikilir. Bütün bunlar bilinmeden ne sınıflar ne tarihsel sürecin niye şöyle ya da böyle olduğu ve oradan da güncel politikanın bir seçiminin sonuçları anlaşılamaz.
Ayrıca sınıfların, iktisadi konumlanışlarının yanı sıra, kültürel ve tarihsel konumlanışları da vardır. Küçük burjuvazi örneğin, iktisadi konum bakımından işçi sınıfına daha yakın olabilir; hele gelir düzeyi bakımından, işçi sınıfından bile yoksul olabilir; ama tarihsel ve kültürel konumlanış bakımından, işçi sınıfına burjuvaziden daha uzaktır.
Öte yandan sınıflar, bir tabula rasa üzerinde oluşmazlar; onlar kapitalizm öncesi bir dünyanın çözülüşü içinde; eski dünyanın sınıflarından gelirler. Böylece, pek ala, gelir durumuyla küçük burjuvadan daha zengin; toplumsal konumuyla işçi; ruh durumuyla köylü ve küçük burjuva; kültürel konumuyla burjuva karmaşık ve son derece çeşitli politik konumlanışlar ortaya çıkar.
Kaldı ki, gelir durumu, kültürel ve tarihsel konum, ruh durumu ve ekonomik ilişkiler içindeki konum da doğrudan siyasi çıkarlar ve somut program ve talepler biçiminde ifadesini bulmaz; bunların her biri birbirinden çok farklı hatta birbirine zıt ideolojilerin prizmasından geçerek; farklı ağırlık kombinezonlarıyla yepyeni bileşimler yaratırlar.
Marksizm kılığına girmiş burjuva sosyolojileri, sınıfsal konum ve politik davranış arasındaki bu çok karmaşık ve dolaylı ilişkileri basitleştirerek; ideolojik ve politik tavır alışlarla, ekonomik konumdaki, (bu ekonomik konum da çoğu kez, üretim ilişkileri içindeki konum olarak değil; kelimenin dar anlamıyla ekonomik konum, ekonomik durum olarak anlaşılır ve yüzeysellik katmerlenir) değişmeler arasında dolaysız ve mekanik bir bağ kurarak, karmaşık ilişkileri bayağılaştırarak politikayı açıklamaya çalışır. (Bu çıkarlar ile politika arasındaki ilişki mekanikliği nedeniyle son duruşmada, komplo teorilerine varma eğilimi de gösterir.) Marksizm’in kapıdan kovduğu böylece bacadan içeri girer.
Aslında, seçim sonuçlarından hareketle, toplumdaki değişimleri anlama denemeleri ve yöntemleri de, son duruşmada, bu teorik bakımdan mekanik materyalist yolu, tersinden kat etme denemesinden başka bir şey değildir yöntemsel olarak.
Seçim sonuçlarından ve istatistiklerinden hareketle, toplumsal değişimleri açıklama yöntemi, aynı zamanda insanların iktisadi durumlarıyla politik tavırları arasında da doğrudan ve mekanik bir ilişki olduğu varsayımına dayanır.
Ama bu varsayım da daha tehlikeli başka bir varsayım ile hayat bulur genellikle. Burjuva toplumunun parlamenter demokrasisinin dayandığı temel ilkenin; yani atomlarına ayrılmış bireylerin, tüm politik eğilimler hakkında özgürce bilgi sahibi olup, kendi çıkarına en uygun olanı seçeceği varsayımı. Aksine, en özgür, yani medyanın toplumdaki tüm eğilimler arasında paylaştırıldığı; tüm görüşlerin eşit koşullarda yarıştığı; kamulaştırılmış medya koşullarında bile, atomlarına ayrılmış, dört yılda bir seçime giden bireylerin ne kendi ne de genel olarak toplumun çıkarları hakkında doğru bir karar vermesi olanağının bulunmadığı gerçeğini göz ardı eder ve burjuva demokrasisinin dayandığı yanlış varsayımı yeniden üretir.
Bütün parlamenter demokrasinin tarihi, seçimlerin aslında örgütlü güçlerin mücadelesi olduğunu; oyların bu mücadelede kullanılan basit araçlardan başka bir şey olmadığını gösterir. Yani seçimlerden başarılı çıktığı için bir politika ya da parti güçlenmez; güçlendiği için seçimlerden başarılı çıkar. Seçimler, gerçek toplumsal güçlerin mücadelesi ve ilişkilerine sadece kurallar ve hukuki meşruiyet sağlar.
Ama sorunu böyle koydunuz mu, seçimlerin hangi değişikliğin yansıması olduğunu anlamak istiyorsanız, seçim istatistiklerinden başınızı kaldırıp, toplumun derin ilişkilerine; sınıfların konum, karakter ve çıkarlarına; onların değişimlerine; ideolojiye, tarihe yönelmeniz gerekir. Böyle bir yöntemle seçim sonucu analizi yapana; yani seçim sonuçlarından hareketle toplumdaki değişiklikleri değil; toplumdaki değişikliklerden hareketle seçim sonuçlarını anlamaya çalışana ne yazık ki hemen hiç rastlanmıyor.
Ve bu bize bir tek şeyi gösteriyor: kendine en sosyalist ve devrimci diyenler bile, burjuva ideolojisinin tarihsel zaferiyle teslim alınmış, yani metafizik burjuva sosyolojilerine teslim olmuşlardır.
Sartre bir zamanlar, “Marksizm çağımızın ufkudur” demişti. Bırakalım bu ufkun ötesini, bırakalım bu ufku aşmayı bir yana; bu ufuk bile yitirilmiş.
20 Kasım 2002 Çarşamba



Hiç yorum yok: