29 Ağustos 2014 Cuma

“Barış Süreci”, Politika ve Bilim (“Karaburun Bilim Kongresi” ve “Marksizm'in ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumu” Üzerine Çeşitlemeler – (1)

“Bilim itaatsiz Olana ihtiyaç duyar” T. Adorno
Bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmak alçaklıktır” Marks
“de omnibus dubitandum” (“her şeyden kuşkulanırım”) Marks’ın düsturu
 “Gerçek Devrimcidir”
Yukarıya aktarılan önermede ifade edildiği gibi, gerçek devrimci ise, devrimci bir politika ancak gerçeğe dayanabilir ve gerçek de ister istemez devrimci bir politika sonucunu doğurur. O halde devrimci bir politikanın ve gerçeğin peşindeki araştırmanın aynı koşullarda var olabilir olmaları gerekir. Elbette burada “gerçek” ile kabaca olgular veya onların görünümü değil; olguların ardındaki görünmeyen ilişkiler; bilim, gerçeğin bilgisi; “hakikat” kastedilmektedir.
Marks gerçek ile devrimcilik arasındaki bu bağı, kaybedecek bir şeyi olmama üzerinden dolaylı olarak ifade etmiştir.
Manifesto’nun sonunda Proletaryanın “kaybedecek zincirlerinden başka bir şeyi” olmadığını söylerken; başka bir bağlamda da “bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmak alçaklıktır” derken hep bu derin ilişkiyi ifade eder. Ve bu ilişki, bizzat Marksist teorinin diğer kavramlarıyla tam bir iç tutarlılığı içindedir.
Bizzat Marksizm'in temel önermesi gereği, insanın düşüncesini belirleyen varlığı ise, bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmak, gerçeği çarpıtmak, değiştirmek ve varlık yani konum ve çıkarlar arasında kaçınılmaz bir ilişki bulunacağı açıktır. Varlık (çıkarlar, konum) gerçekten gerçeğin açığa çıkarılmasından ve onun bilinmesinden çıkarlı olmalıdır, bu ise ancak kaybedecek bir şeyiniz olmadığında olabilir.

Kaybedilecek şeyler ille de maddi zenginlikler değildir. Örneğin küçük bir örgüt; toplumda ilgi gören ve manevi bir tatmin sağlayan bir pozisyon da olabilir.
Umut bile kaybedilebilecek bir şeydir.
Bu nedenle en devrimci ve radikal çıkışları besleyen umut değil, umutsuzluk; kaybedecek umutları bile olmamak olagelmiştir.
Engels’in de işaret ettiği, ilk bakışta paradoks gibi görülebilecek, en devrimci hareketlerin, en kaderci öğretilere dayanmasının ardında, umudun bile kaybedecek bir şey olması vardır. Mesih (Mehdi)  “zamanın sonunda”, yani artık bir gelecek olmadığında çıkacaktır. Bütün Mesihler zamanın sonuna geldik diye çıkmışlardır.
Walter Benjamin’in dediği gibi “umut bize umutsuzlar için verilmiştir”.
Kaybedecek bir şeyle devrimcilik ilişkisi, aynen kaybedecek bir şey ile gerçek ilişkisinde de vardır. Yani devrimci bir politika ile bilim veya gerçek arasında kaybedecek şeyler ortak noktası üzerinden kopmaz bir bağ vardır. Gerçek devrimci olduğu gibi; devrimci de gerçekten yana olmak zorundadır.
Marks, “bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmamaktan” söz ediyor.  “Bilim dışı kaygılar” ise son duruşmada hep kaybedilecek bir şeylerle ilgilidir.
Burjuvazi bunun tamamen bilincindedir.
Tam da bu bağlantı nedeniyle, burjuvazi bile en azından “pozitif bilimler” denen, Eleştirel Teori’nin “araçsal akıl” dediği, son duruşmada, emek üretkenliği sağlayarak nispi artık değeri yükselten bilim adamlarına, en elverişli yaşam ve çalışma koşullarını sağlayarak; yani doğa bilimlerini politik ve maddi kaygılardan azade kılarak, aslında tüm doğa bilimini kendi politikasının (daha çok karlılık ve artı değer) basit bir aracına dönüştürür.
O halde tüm doğa bilimi, o özerkliği, bağımsızlığı ve bunun mistifize edilmesiyle, hâsılı har şeyiyle, aslında gerici bir politikanın aracından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla gerçeğin peşinde değildir ve bize gerçeği vermez. Tüm o doğa bilimlerine has gerçekler (Kuantum teorileri, standart modeller, evrim teorileri vs.) tüm doğruluklarına rağmen ve tüm doğruluklarıyla, sosyolojik olarak baktığımızda, doğa bilimlerinin gerçeği örtüşün araçları olduğu gerçeğini örterler.
Bu nedenle bir tek bilim olabilir: Toplumbilim.
Ama Toplumbilim ise ancak devrimciyse gerçeğin peşinde olabilir ve ancak gerçeğin peşindeyse devrimci.
Tam da bu noktada burjuva toplumundaki “doğa bilimleri” ile “toplum bilimleri” arasındaki zıtlık ortaya çıkar.
Doğa bilimlerinde, gerçek için sağlanan her türlü maddi ve hukuki kaygıdan azade olarak araştırma yapma ve sonuçlara ulaşma koşulları; bu koşulların kendisi kaybedecek bir şey olduğu için, dolayısıyla bilim dışı kaygıları besleyeceği için; toplum bilimlerinde gerçeğin ve devrimciliğin temelini yok ederler.
Öyleyse, akademik âlemde gerçeğin peşinde bir sosyoloji ve devrimci-radikal bir politika (ki ikisi de son duruşmada aynı şeydir ve aynı koşullarda var olabilirler) var olamaz.
Devrimci veya gerçeğin peşindeki bir sosyoloji ancak üniversitelerin, kurumların dışında, kaybedecek şeyler olmayan; bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmaya yol açmayacak bir koşulda var olabilir.
Marksizm ve onun göbek adı olan Tarihsel Maddecilik özünde Sosyoloji, yani toplumu açıklayan bilim olduğundan; biricik sosyoloji (Toplumbilim) olan Marksizm, ancak üniversite ve kurumlar dışında var olabilir ve gelişebilir.
Zaten bütün tarih de bunu doğrulamaktadır.
Sosyoloji (Marksizm) ancak, bu toplum karşısında, başka bir toplumu kurmanın aracı olduğunda, (başka bir toplum kurmak da özünde bir din kurmak olduğundan, tarihte var olmuş ve var olacak bütün dinler, Aydınlanmanın inanç demesinin aksine, ekonomik altyapının o günkü durumuna denk düşen topluluk tanımları yapıp toplumsal ilişkileri düzenlediklerinden, başka bir toplum kurduklarından; yani tümüyle üstyapı olduklarından) bir din olduğunda ancak gerçek anlamıyla “nesnel akıl”, “araçsal olmayan akıl” anlamında bir bilim olabilir.
Ancak toplumun ve tarihin yasalarına dayanan bir toplum yaşamı kurulduğunda; yani bilim din olduğunda, yani bir toplumun tüm üstyapısını şekillendirdiğinde; ya da üstyapı bilimsel olarak örgütlendiğinde veya din bilim olduğunda, sadece bu koşulda,  “Pozitif bilimler” veya tüm “doğa bilimleri” toplum ihtiyaçlarını gidermenin bir aracına dönüşebilir; dolayısıyla araçsallık, sermayenin ihtiyaçlarının değil, toplumu örgütleyen toplumsal ihtiyaçları gidermeyi veya bu ihtiyaçların kendisini düzenlemeye hizmet edeceğinden; doğa bilimleri bir ideoloji olmaktan çıkar ve toplum bilimin bir aracına dönüşebilirler. Yani kelimenin gerçek anlamıyla bilim olabilirler.
O noktada zaten doğa ve toplum bilim ayrımı; araçsal ve nesnel akıl ayrımı da yok olur. Aynı şekilde sosyoloji ancak gerçekten bilim olduğunda bir din, din olabildiğinde de bir bilim olabileceğinden, burjuva toplumunun din – bilim; inanç – bilim gibi ayrımlarının dinsel ve bilim dışı, gerçeği çarpıtın karakteri ortaya çıkar ve hem de bu ayrımlar aşılmış olur.
*
O halde, toplum bilimleri ve politika alanında; yani bilimsel ya da devrimci politik bir çalışmayla insanın geçimi arasında hiçbir ilişki bulunmaması gerekir.
Bu nedenle şimdilerde kimsenin bir sorun görmediği “sponsor” devrimci bir politika ve gerçeğin peşindeki bir bilimin en büyük düşmanıdır.
Devrimci bir politika ve gerçeğin peşindeki bir bilim için bir tek “sponsor”luk olabilir: ezilen, sömürülen sınıfların; toplum kesimlerinin; gönüllü çaba ve bağışlarından oluşan bir “sponsor”luk.
Ama bu bile sadece bir maddi koşulu sağlar ama politik ve bilimsel doğruluğu; günahsız bir kul olarak cennete gitmeyi, yani gerçeği ve devrimciliği garantilemez.  Gerçek ve devrimcilik, bu maddi koşulun yanı sıra, tüm insanlığın bilim ve kültür mirasını özümlemek; bıkmazcasına müthiş bir emek sarf etmek gibi daha birçok koşulun bir araya gelmesini gerektirir. Bu nedenle bilimin ve devrimciliğin kaynaştığı insanlar, bir elin parmaklarını aşamayacak sayıdaki Marksistlerle sınırlıdır.
Evet, gelir ve yaşam düzeyi ile yani yeme, içme, barınma ve giyinmeyi sağlamak için yapılan iş ile politik ve bilimsel faaliyet arasında (ki bir Marksist için bilim ve politika aynı şeydir)hiçbir maddi ilişki kurmama ilke olmalıdır.
Ancak bu koşul politika ve bilimde gereken radikalliğin maddi temelini oluşturur. Ancak bu koşulda bilimi ve politik radikalliği, bilim dışı veya devrimcilik dışı kaygıların etkilemesinin maddi temeli ortadan kaldırılabilir.
*
Elbette insanın karnını doyurması, barınması, giyinmesi, hâsılı geçim ve yaşam araçlarına sahip olması gerekir.
Bu da iş demektir ve bu işlerin çok önemli bir kısmını sosyal servisler, akademik kurumlar vs. sağlar.
Akademik bir işi bilim; sosyal bir işi devrimci ve politik bir çalışma olarak yapmaya çalışmanın baştan çıkarıcılığına direnmek zordur. Zevk aldığınız şey işiniz olur, yabancılaşmış bu dünyada yabancılaşmadan azade küçücük bir adadır karşınızdaki.
İnsan şöyle düşünebilir: Ben nasıl olsa geçimimi sağlamak için çalışmak zorundayım. Bu işimi yaparken belli sınırlar içinde, işim aracığılıyla belli bir etki yaratıp, bilim ve politikaya; gerçeğe ve ezilenlerin mücadelesine daha çok katkı yapabilirim. Sonra ben olmasam orada başka bir gerici olabilir bu daha mı iyidir?
İşin ilginci bu pek yanlış da değildir.
Ama hiç şaşmaz bir kural vardır. Siz işinizin içeriğini değiştirmeye kalkarken işiniz sizin yaptığınızın içeriğini ve nesnel anlamını değiştirir.
Peki, ne olacak? Çalışılmayacak mı böyle işlerde?
Elbette çalışılabilir.
Ama bir şartla, tıpkı bir işçi gibi.
Yani işçi çalıştığı saatlerde, nasıl artı değer üretip, sermayeye ve işveren sınıfına hizmet ediyorsa; ancak işten çıktığında veya bir grev yapıp çalışmadığında ona karşı bir şey yapabilirse ve hiçbir zaman çalıştığı saatleri işverene karşı bir mücadeleymiş gibi göstermezse öyle.
Yani işlere bir devrimci, politik ve bilimsel bir anlam vermeden; bu yapılan işlerin aslında karşı devrimci ve bilim dışı olduğunu söyleyerek. Çalışma saatlerini yabancılaşmanın en ucunda yaşayarak; ancak o saatlerin dışında, çalışmada yapılana karşı mücadele ederek ve yapılanın yanlış olduğunu söyleyerek.
Ama bu şizofren bir kişilik demektir de. Geçiminizi sağlamak için yaptığınızın berbat bir şey olduğunu söylemeniz,  aslında bunun berbat bir şey olduğunu söyleyebilmek için çalıştığınız ve o berbat işi yaptığınız anlamına gelir.
Ama zaten bunu yaptığınız an o işinizden de olursunuz. Hadi böyle olmadığını var sayalım. Sizin siyasi kanaatleriniz ile işinizde yaptıklarınızı ayıran ve bundan dolayı sizi cezalandırmayan ideal bir demokratik ülkede olduğunuzu var sayalım.
Bu durumda da ancak şizofrenler gerçek devrimciler ve gerçeğin peşinde koşan bilim insanları olabilirler.
*
Türkiye’de Soros’un ya da Avrupa Birliği’nin veya kimi vakıfların desteklerinden söz ederek liberal ve kimi daha demokratlara saldıran Ulusalcılara karşı bunlar ya susuyorlar ya da bir tarihte birisinin dediği gibi “Merkez Bankasının müdürü merkez bankasındaki paraların sahibi ve nereye harcanacağını belirleyen değildir” anlamında bir şeyler söylüyorlar.
Evet, öyledir ama burada sorun, paraların sahibi olmak değildir, o iş ile yapılandır: O ülkenin parasının değerini korumak; ekonomi politikalarının iyi işlemesini sağlamaktır.
Bunu yapmadığı veya başarılı yapamadığı takdirde işine son verilir; maaşı verilmez.
Aynı şekilde, “sponsor”ların amaçlarına uygun davranılmadığı takdirde, desteğin kesileceği açıktır.
Savunmayı bir liberalin böyle Merkez bankası müdürü ve paraya sahip olma üzerinden yapması anlaşılabilir ama bir devrimcinin böyle söylemesi, anlaşılamaz.
Devrimci ise konumunu ancak şöyle savunabilir: “evet yaptığım işin amacı şöyle şöyle tanımlanmıştır, bu benim kişisel inançlarımla, politik amaçlarımla çelişki içindedir; ama sosyalist ve kapitalizm karşı inançlarına rağmen çalıştığı saatler içinde kapitalizmi güçlendiren ve sermayeye hizmet eden bir işçi gibi, ben de işimden çıktığımda, işimde yaptıklarımın ne kadar berbat şeyler olduğunu anlatıyorum, o işimde yaptıklarıma karşı mücadele ediyorum” demelidir.
Ama bunu yaptığı zaman da zaten işini kaybeder. En demokratik, en fikir özgürlüğünden yana “sponsor” bile bu kadarına tahammül edemez.
Tabii bir başka yolu daha vardır yapılan işi savunmanın. Destekçinin amaçlarıyla sizin amaçlarınız çakışıyordur. Ama o zaman da, tam da yapılan işin içeriği bakımından savunmanız gerekir. Ama bu günkü dünyada hiçbir “sponsor” gerçek ve devrimci hedefleri desteklemeyeceği için, bu fiilen yapılan işle devrimciliğin ve gerçeğin (yani politikanın ve bilimin) bir ilişkisi olmadığını itiraf anlamına gelir.
Peki, liberalleri böyle de onları suçlayan ulusalcılar çok mu farklı?
Hayır.
Onları da Türk devleti destekliyor. Onlar Türk devletinin sponsorluğunda sorun görmüyorlar.
Aslında bu durumda, tutarlı ve dürüst bir liberaller, “en büyük düşman bu baskıcı, bürokratik, militer devlet cihazıdır. Bu düşmanı karşı mücadelede, elbette her zaman ezilenlerin ezenler arasındaki çelişkilerden yararlanması hak ve görev olduğu için, elbette Türk devletinin zayıflamasından çıkarlı diğer devletlerin ve kurumların imkânlarından yararlanılabilin; biz de başka gerekçelerle aynı devleti parçalamayı istiyoruz, bu baskıcı ve bürokratik devlet varken demokrasi olanaksız olduğu için onu parçalamayı istiyoruz, bu nedenle bu geçici ortak hedefler için onların desteklerini almanın hiçbir sorun yaratmadığını düşünüyoruz” diyebilirler ve demelidirler.
Ancak bunu söyleyebilecek kadar bilimsel ve radikal olan ister istemez artık bir liberal olmaktan da çıkmış olur; radikal bir demokrata dönüşmüş olur. Radikal bir demokrat ise, tam da radikalliği, devrimciliği ve gerçeğe bağlılığı gereği sponsorluğu reddeder. Bu nedenle böyle bir durum olanaksızdır.
Liberallerde bunu böyle söyleyip açıkça savunacak açıklık ve cesaret bulunmaz? Burjuvazinin sınıf olarak korkaklığı tam da liberallerin korkaklığında ifadesini bulduğu için, yani ezilenlerin mücadelesinden korktukları için, Avrupa’nın baskısından veya kimi liberal sponsorlardan medet umarlar sözüm ona demokrasi dedikleri bir düzen için. Bu nedenle de hiçbir demokrasi programı bu baskıcı ve bürokratik devlet cihazını parçalamayı en baş görev olarak tanımlamamaktadır.
Bu açıklık ve cesareti sadece kaybedecek bir şeyi bulunmayanlar gösterebilirler. Bunun en klasik örneği Lenin’in Alman Genelkurmayı ile anlaşma yapıp Rusya’ya gidişidir. Alman Genelkurmayı, Bolşeviklerin barış sloganı nedeniyle, doğu cephesindeki güçlerin serbest kalıp zor durumdaki batı cephesine aktarılabilmesi amacıyla Lenin’in Rusya’ya gidebilmesi için kurşunlu vagona yolu açıyordu.  Lenin ise, cephelerde barış ile köylülerin ayaklarıyla oy verdiği Rusya’daki devrim ve kardeşleşme ile bir Dünya Devrimi için gitmek istiyordu.
İşte, oportünistler ve devrimciler arasındaki fark burada ortaya çıkar. Abdestinden emin olan gerçek devrimciler, en çürük ve en riskli uzlaşmalardan bile korkmazlar. Ama bunların çürük ve güvenilmezlerle, hatta düşmanlarla yapılan uzlaşmalar olduğunu gizlemezler (Lenin’in canını kurtarmak ve haydudu daha sonra tepelemek için her şeyin hayduda verme örneği hatırlansın) ve aksine bunu açık açık söylerler. Lenin hiçbir zaman Alman Genelkurmayının kurşunlu vagonuyla Rusya’ya girebildiği için Almanya’nın artık emperyalist olmadığı gibi şeyler söylemedi. Aksine uzlaşma yaptığının emperyalist olduğunu her zaman hatta daha bir güçle söyledi. Yani gerçeği çarpıtmadı.
Devrimci olmayanlar ise, kendi bulundukları yere göre, güçlerin niteliklerini yeniden tanımlarlar; gerçeği çarpıtırlar. Yani örneğin böyle bir uzlaşma yaptıklarında, Almanya’nın artık eskisi gibi saldırgan emperyalist olmadığına; onunla o nedenle böyle bir ittifak kurulduğuna dair teoriler döktürürler.
Örneğin Stalin’in önderi olduğu bürokrasinin İkinci Dünya savaşı öncesi ve sırasında yaptıkları da tamı tamına böyleydi.
Bir barış veya ateşkes anlaşması yapma sürecinde olanlar, masaya oturduklarının haydutlar olduğunu unutmuşçasına diplomatik nezaket adına veya onun ardına sığınarak olumlamalara giderler.
Engels ise, eğer gerçeği söyleyemiyorsan sus der.
Kıvılcımlı da 12 Mart öncesi günlerde, kendisine Kürtler hakkında soru soran Aydınlıkçı provokatöre, konuşmayacağı anlamında “sıkmıyor” demişti.
Gerçeği çarpıtmaktansa susmak, gerçeği söylemenin tehlikeli olduğu söylemek anlamına gelir ve bu da bir gerçeği ifade ettiği için, devrimci bir eylemdir.
İki zıt politika, iki zıt mücadele anlayışı.
29 Ağustos 2014 Cuma
Demir Küçükaydın

Marksizm ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumu Hazırlama Girişimi
E-Mail:
Blog:
Mail Grubu:
Gruba üye olmak için şu adrese boş bir e-mail atın:
Twitter:
Facebook Etkinlik
Facebook Grup:





Hiç yorum yok: