Teorik öngörüler, varsayımlar ve açıklama denemeleri ile var
olan (olgular) arasındaki ilişkiyi sürekli kontrol etmek, gözden geçirmek her
ciddi teorisyenin sürekli yapacağı ve yapması gereken bir iştir. Dünyanın
durumu (İmparatorluk), güçler (Çokluk) gibi temel sorunları açıklama ve yön
verme; bunun için bir kavramsal sistem geliştirme iddiasındaki Hardt’ın
ziyareti de kendisi açısından muhtemelen böyle bir anlama sahipti ve daha sonra
ele alacağımız soruları da böyle olduğunuima ediyordu.
Doğrusu, bir zamanlar Türkiye’de yayınlandığında epey
gürültü koparan “İmparatorluk” ve
daha sonra da Türkçe’ye “Çokluk” diye
çevrilen ve daha az gürültü koparan; hem de Dünya çapında gelişmeleri ve
mücadeleninin sorunlarını açıklamaya yönelik bir sistemli çaba olan iki kitabın
iki yazarından birinin, katıldığı böyle bir toplantıya yüzlerce kişi geleceğini
ve bizim köhne ve küçük Don Kişot’un gelenleri almayacağını düşünüyordum.
Her zaman kötümser olmaya çalışmaa rağmen, çok iyimsermişim
ve boşuna korkmuşum. Gelenler yetmiş kişi kadardı ve küçük ve köhne Don Kişot’un
içinde daire biçiminde oturup konuşacak kadar azdık.
Kanımca bu şunun da bir göstergesidir, Gezi hareketinin var
olmuşluğuna rağmen, genel ve temel teorik sorunlara ilgi hala yoktur ve çok azdır.
Gezi hareketi henüz bir entelektüel ve teorik toparlanma yaratmış olmaktan çok
uzaktır.
Hâlbuki Gezi eğer dünyayı değiştirmek istiyorsa, bugün
dünyada muhalif saflarda bulunan ve genel bir teorik arka plan, kavramsal
araçlar, program sunma iddiasındaki neredeyse uluslar arası ölçüde bilinen, tek teorik açıklama denemesinin bir
savunmacısının böyle bir gelişini, genel ve temel sorunları tartışabilmek için
eşsiz bir fırsat olarak değerlendirebilirdi.
Bir kıyaslama daha açıklayıcı olabilir. Örneğin 68’deki
üniversite işgallerinden bir yıl sonra, Türkiye’ye diyelim ki bir Herbert Marcuse
veya Regris Debray gelseydi böyle bir fırsatı kaçırmamak için orayı doldurur;
toplantı öncesi ve sonrasında onların kitaplarını okur; kimbilir ne ateşli
teorik tartışmalar yapardık.
Örneğin o zamanlar pek dil bilenimiz yoktu, hele İspanyılca
hak getire. Ama Küba’da çıkan Granma’yı,
16 Yüzyıl’da İspanya’dan kaçıp buralara geldiği için 16. Yüzyıl İspanyolcası
sayılabilecek Ladino konuşan Yahudi arkadaşlarımıza çevirtip dünyayı izlemeye
çalışırdık. Türkiye’nin içe kapalılığına rağmen, gözümüz Dünya çapındaki
strateji tarışmalarında Çin’in, Sovyetler’in, Üç Kıta Konferansı’nın, Regris
Debray’ın veya Marcuse’un, neler dediğindeydi.
Ve tartışmış olmak için de tartışmazdık; o tartışmalardan
çıkan sonuçlara göre de davranırdık. Örneğin THKO’nun kökeninde, Regris Debray’ın
“Devrim’de Devrim” adlı kitabı vardır.
Belki Debray’ın bile ciddiye almadığı bu kitabı bizler ciddiye almış ve orada
öngörülen stratejiye uygun olarak (Denizler, Sinanlar, Hüseyinler) gerilla
savaşını başlatmak için dağa çıkmışlar ve bunun yolunda ölmüşlerdi. Muhtemelen Debray
bugün bile kitabının Türkiye’de böyle sonuçlar yarattığını hala duymamıştır ve
bilmiyordur.
Teoriye ilgisizlik bir hareketin en büyük düşmanıdır.
Bir ulusal hareket olan Kürt hareketi bile bunu kanıtlar.
Türkler hor görürler ama Kürt hareketinin önderi olan Öcalan da örneğin
Teorinin önemini bilir, vurgular ve buna uygun davranarak sistemli teorik
hazırlıklar ve açıklamalar yapar. Son yıllarda genel ve temel sorunlara değinen
en çok kitap yazmış insanlardan biridir. Gezi teorik tartışmalara girmediği; Kürt
hareketinin Öcalan’ı çıkarması gibi, kendi teorisyenlerini yetiştiremediği
takdirde sönümlenip gitmeye de mahkumdur. Şimdiki durum bu yönde pek umut
olmadığını gösteriyor. Kürt hareketinin canlılığı ve dinamizmi ile bir teorisyen
olarak Öcalan’ın varlığı arasında bir diyalektik ilişki vardır.
Zaten Hardt’ın toplantıda söyledikleri de bu yönde sayılabilirdi.
Zaten Hardt’ın toplantıda söyledikleri de bu yönde sayılabilirdi.
*
Toplantıya gelenler de Hardt’ın neler söyleyeceğini dinlemek
için gelmişlerdi muhtemelen.
Tabii benim için durum tamamen farklıydı. Ben de Hardt ve
Negri gibi, dünyanın bugünkü durumunu sistemli bir biçimde açıklayacak bir
teorik temel, pogram, strateji örgüt ve mücadele biçileri sorunlarını tartışan ve
bu konularda sistematik görüşleri olan bunları açıkladığı kitaplar yazmış bir
insandım. Belki de bugünkü dünyada bizlerden başka böyle kimse de yoktu.
Çok temel bir fark vardı tabii. Onlar sosyolojinin
kavramlarıyla değil, felsefenin kavramlarıyla tartışıp oradan programatik,
stratejik görüşler oluşturmaya çalışırlarken; ben Sosyolojinin (yani Marksizm'in)
kavramlarıyla tartışıyor ama bizzat Marksizm'in kendisini bir Marksist olarak
eleştirerek ve geliştirerek yepyeni bir kavramsal temel sunuyordum.
Tabii şöyle bir fark daha vardı. Biz az gelişmiş bir ülkenin
dil bilmeyen, Türkçe’de bile bilinmeyen az gelişmiş devrimcisiydik; onlar dünya
çapında tanınan, esernleri çeşitli dillere çevrilen global çapta meşhur
teorisyenlerdi. Ama içerik bakımından bu sosyal konumların bizce hiçbir önemi
yoktu.
Elbet dayandığımız teorik temelleri tartışamazdık. Bunun
fizik koşuları yoktu. Herşeyden önce ingilizce bilmemem nedeniyle olamazdı bu. Ama
belki ulaştığımız sonuçların farklılığından hareketle acaba Hardt’ın kafasına
birkaç soru işareti takamaz mıydım?
Toplantıya biraz da böyle bir umutla gitmek istiyordum ama
gelişmiş ülkelerdeki aydın ve sosyalistlerin farkına varmadan dışa vurdukları
latent (incesinden, gizli, doğal) ırkçılığı bildiğim için böyle bir umudum da
yoktu.
İleri Ülke Aydın ve Sosyalistlerinin Rafine Irkçılığı
İşin kötüsü tam da korktuğum gibi oldu. Hardt kendini tam da
eşit duruma koymak isterken bu ırkçılığı yapıverdi. Tabii bunu toplantıda
hisseden muhtemelen sadece bendim.
Hepimiz eşittik. Eh daire biçiminde de dizilmiştik. Bir
arkadaşımız da toplantıyı yönetiyor, sözleri dağıtıyordu. Hardt da kendisine
söz verilince, birlikte konuşalım şu soruların cevaplarını öğrenmek istiyorum
diye tevazuyla (hatırımda kaldığı kadarıyla) şu soruları sıraladı:
·
Gezi’nin toplumsal bileşimi nedir?
·
Gezi’nin sınıfsal bileşimi nedir?
·
Gezi’nin politik örgütlenme biçimleri nelerdir?
·
Yatay bir hareket olarak Gezi nasıl sürekli
olabilir?
·
Demokrasiden ne anlaşılıyor?
·
Gezi’nin uluslar arası boyutları nelerdir
(İlgiler, bağlantılar, dersler)?
Elbet bunlar her ciddi sosyalistin, hareketler ve sorunlaı
üzerine kafa yoran herkesin, her Gezi’cinin sorması gereken sorulardır. O da
bilimsel düşünce disiplini edinmiş bir akademisyen ve sosyalist olarak bunları
sordu.
Peki bunun ırkçılık neresinde denebilir?
Irkçılık soruların içeriğinde. Neden ve nasıl?
Gelişmiş ülkenin aydını ya da sosyalisti için geri ülkenin
aydını ve sosyalisti olgular hakkında bilgi toplayacağı bir kaynaktır. Teorik
genelleme ve sonuçlar çıkarmayı kendine görür. (Bunu bilinçsizce yapar,
kötülüğünden değil.) Irkçılık tam da buradadır. Biçimsel olarak eşit hatta
tevazu olarak görünen şeyin kendisinin içeriğindedir bu ırkçılık.
Dikkat edilirse soruların hepsi olguları toplamaya
yöneliktir. Sentezi ve sonuçlar çıkarmayı kendine ayırmaktadır, böylece farkına
bile varmadan içeriksel bir dışlama ve alta yerleştirme yapmış olmaktadır.
Hâlbuki kendisi olgulardan teorik sonuçlar çıkaran bir insan
olduğuna göre, şöyle de başlayabilirdi örneğin. “Görüşlerimiz biliniyor? Gezi olayı ile bu görüşler arsında şöyle
çakışan ve/veya çelişen noktalar var. Sizlerin veya içinizden birlerinin
bunları daha tutarlı ve sistematik olarak açıklayan bir teorik sisteminiz var
mı?”
Böyle sorsa, iki genellemenin arasındaki, iki açıklama
teşebbüsünün arasındaki kavramsal sorunlar ve olguları açıklamaya ne kadar uyun
oldukları tartışılabilir. Bu eşitler arasında, farklı teoriler arasında, farklı
açıklamalar arasında bir tartışma olur. Hâlbuki sadece olgulara ilişkin sorular
sorması, karşısında bir genelleme, bir alternatif teori bulunmadığı ve
bulunmayacağı varsayımına dayanmaktadır. Irkçılık tam buradadır.
Ama burada sadece Hardt’ı da suçlamamalı. İleri ülkelerin
aydınına hayran, kendisini ileri ülke aydını ya da sosyalistinin koyduğu yerde
gören bunu içselleştirmiş sosyalist ve aydınlarının suç ortaklığını (Mittäterschaft) da görmeli.
Suç Ortaklığı (“Mittäterschaft”)
Kadın hareketi, kadınlar üzerindeki baskının sadece erkeklerin
kadınlar üzerindeki baskısıyla değil, kadınların bunu içselleştirip yeniden
üretmesiyle de devam ettiğini gösteren geniş bir literatür briktirmişti.
Aslında bütün baş kaldıran ezilenlerin benzer özeleştirileri vardır. Örneğin
Öcalan en ağır eleştirileri Kürtlere yapardı. Malcolm X veya Franz Fanon en
ağır eleştirileri siyah adama yapar. Bu “suç ortaklığına” bu baskıyı
içselleştirip yeniden üretmeye yapar.
Bunu şöyle bir örnekle anlatayım, Almanya’da uzun yıllar
Alman sosyalist örgütlerinde çalıştım. Onlarda biz yabancılara fikrimizi sadece
yabancılar söz konusu olduğunda sorarlardı. (Bakın bizim de yabancımız var
demeye yarayan vitrin malzemelriydik çoğu kez) Ama daha kötüsü yabancıların da
sadece yabancılar söz konusu olduğunda bir şey söylemeleri ve bunu normal karşılmalarıydı.
Bu karşıyıklı latent ırkçılık ve suç
ortaklığını bozan her davranış, örneğin benim bir yabancı olarak teorik
koularda, Dünya veya Almanya politikası hakkında konuşmaya kalkam ama
yabancılar konusunda hiç söz almayıp, konuşmayı Almanlar’dan beklelem, hem
latent ırkçı Almanların hem de bunu içselleştirmiş yabancıların birleşmesine ve
tepki göstermelerine yol açıyordu. İkisinin de varlığı için diğerine ihtiyacı
vardı.
İşte Hardt’ın toplantısında olan da bu oldu. Hemen herkes
tam da onun biçtiği rolü kabullenip öyle bir konuşma yaptı. Bunun kendisini
sorgulayan, bir karşı teorik sitem ve açıklama öneren veya böyle bir şeye
cesaret eden kimse yoktu. Yani oradakiler aslında kötülüklerinden değil,
farkına varmadan, genellemeyi batılı veya ileri ülke aydınlarının işi
görüklerinden, Hardt’ın latent ırkçılığının suç ortaklığını yapıyorlardı.
Hardt’ın Sorularına Cevaplar
Hardt soruları böyle sorunca bize ev sahiplerinden biri
olarak tek olanak kalıyordu: onun sorularına sistematik bir cevap verip, bu
sistemüatik cevabın arkasındaki teorik yapıyı kısaca açıklamak. Yani hem onun
koyduğu yerden cevaplamak; ama hem de sorunun bu tarz sorulmasından duyulan
rahatsızlığı hissettirmek ve konuyu teorik açıklama denemelerine ve bunların
kavramsal temellerine çekmek.
Bu nedenle ilk sözü aldım. Gezinin sosyal ve sınıfsal
bileşimine ilişkin kendi açıklamamı kısaca birer ikişer cümlelik özetlerle
sundum (Ama devam edemedim, sözüm kesildi ve başka arkadaşların konuşacağı
söylendi.)
Sadece şunları diyebildim hatırımda kaldığı kadarıyla:
Gezi hareketi, bir harekette
üç harekettir.
1.
Baskıcı, büroratik, militer ve keyfi şark devletine
karşı bir demokratik karakterde hrekettir.
2.
Ulusun Türklükten ziyade İslam’la ve onun gerici bir
yorumuyla tanımlanmasına karşı bir ulusal harekettir.
3.
Bir de Kadın, Ekoloji, LGBT ve Barış hareketi gibi yeni sosyal hareketlerden oluşan bir
amalgamdır.
Gezi’ye katılanlar elbette esas olarak ücretlilerdir. Yani işçilerdir.
Ve bu Gezi’nin demokatik karakterini vermektedir.
Ama onları harekete getiren işçi olarak sorunları değildir. İşçi
olarak konum ve çıkarları nedeniyle harekete geçenler; herhangi bir ulusal veya
dinsel baskı hissetmeyenler; yani işçilerin durum ve çıkarlarıyla ilgili bir
hareket olarak işçi harketi Gezi’ye karşı konumda ve hükümetin arkasında yer
almıştır.
(Tam burada sözüm kesildi. Bunun da pek rastlantısal
olduğunu sarnmıyorum. Böyle şeyleri işitmekten hoşlanmıyor çoğumuz.)
(Devam edemedim ama etseydim neler diyeceğimi yazılarımı
okuyanlar tahmin edebilir. Gezi’nin örgütlenme açısından tam bir başarısızlık
olduğu; Örgütlenmeye karşı çıkarkan en kendisiyle ilgisiz örgütlere ipini
kaptırdığı; Hala aynı sorunlarla boğuştuğu. Bir alternatif iktidar oluşturma
perspektifinden yoksunluğu; ama bunun lafını çok ettiği; demokrasi konusunda
çok konuştuğu ama demokratik mekanizmeler yaratmaktan çok uzak olduğu; dünya
çapında bir perspektifinin ise hiç olmadığı gibi özelliklerine değinecektim.
Sonra da devam edip, Hardt ve Negri’nin açıklamasının ve kavramlarının
zaaflarına dokunup kendi sistemimin kısa bir açıklamasını yapmayı düşünüyordum.)
Sonra konuşanlar aslında kimi olguların şu veya bu yönüne
vurgular yaparak, aslında dediklerim ve birbiriyle çelişmekten ziyade birbirini
bir puzzle’ın parçaları gibi kendiliğinden tamamlayan değinmeler yaptılar. Ama konuşmalar
esas olarak Hardt’ın ilk iki sorusuyla sınırlı kaldı denilebilir. Ama esas
teori, strateji ve örgütlenme sorunları diğer sorulardaydı. Sözüm kesilmeseydi
belki tartışmaların ağırlığı o noktaya kayabilirdi.
Bereket Hardt bunu bir ölçüde olsun giderdi.
Şöyle oldu.
Hardt’ın Vurguları: Gezi İçin Tabu Kırmalar
İlk bölümde bizler olgulara ilikin görüşleimizi sıraladıktan
sonra buraya zaten Hardt’ı dinleme umuduyla gelmiş insanlar olarak, ikinci
bölümde onun konuşmasını istediğimizi ilettik (yine “suç ortaklığının” bu sefer
tersinden görünüşü) bizler nasıl olsa birbirimizi hergün görüyorduk ve de kimse
doğruğu yerde peygamber değildir.
İkinci bölümün başında Hardt’a söz verildi ve akustik
nedenlerle çoğunu anlayamadığım kısa bir konuşma yaptı. Daha sonra da bazı
arkadaşlar ona sorular sordular (Soru sormak!.. Ama bu soruların Hardt’ın
sorularından farkı şudur: ondan açıklama
beklenmektedir. Olgular hakkmında birikim
yapmak için sorular değildir bunlar. Hardt’ın soruları böyleydi. Yani yine
latent ırkçılığın suç ortaklığı.)
Ama Hardt orada bulunanların ve Gezi’nin hiç hoşlanmayacağı
şeyler söyledi.
Bence en önemli ikisi şuydu.
Biliniyor Gezi, bürokratik önderliklerden yılmış bir kuşağın
da (ki bu önderlik düşmanları bir zamanlar önderleri tanrılaştıranlardılar
genellikle. Otorite megalomanlığı ve otorite düşmanlığı aynı madaylonun iki
yüzüdür.) yargılarını zerrece bir elmeştirel düşünceden geçirmediği için, bir
önderliğin reddi ve mutlak bir eşitlik vurgusu ve özlemi vardır. Biçimsel bir
eşitlik ile içeriksel eşitsizliğin ayrımı yapılmaz. Entelektüel ve teorik farklılıkların
bu sistemde kaçınılmaz olduğu üzerine kafa yorulmaz. Önderliklerin de aslında bürokratik
dayatmalar olmadığı; gerçekten geniş kitlenin eğilimlerini en iyi ifade edip en
uzak görüşlü ve yaratıcı davrananların önder olduğu; önderlik kavramının bunu
içerdiği gibi şeyler unutulmuştur.
Herkes Hardtın da bu iş önderliksiz olur; hiyerarşiye
karşıyız falan demesini beklerken Hardt, bu işler önderliksiz olmaz deyiverdi. Maazallah
aramızdan biri bunu söylemiş olsaydı, linç edilirdi. İyi oldu, bir mal nasıl
Avrupa damgası vurulunca daha iyi kabul görüyorsa bir fikir de Amerikalı bir
teorisyenin ve akademisyenin ağzından duyulunca kimse ağzını açıp bir söz
edemiyor. Hardt bir tabuyu kırdı ve tartışmaya olanak açtı.
İkincisi de benzeri bir konudaydı. Biliniyor gezi yatay
örgütlenme deyip, her türlü merkezi olarak organize olmaya karşı durma
eğilimine sahip. Şu forumların ağlama duvarına dönmesi, bir divan (toplantıyı
yönetecek olanlar) secilip bir gündem tartışması yapıp gündemin belirlenmesi ve
toplantıların öyle yapılması gibi şeylerin yokluğu hep bununla da ilgili.
Hardt, sırf yatayla da olaz bu işler biraz dikey de
gereklidir deyince ikinci bir tabuyu daha kırmış oldu.
Hardt bir de dünyadaki gezi benzeri hareketlerin hepsinin
belli bir çıkmaz içinde olduğuna dair kuşku ve düncelerini; bunların uluslar
arası bir örgütlenmeden yoksunluğunu ilişkin sorunları da sezdirmeye çalıştı.
Ayrıca tıpkı bizim gezi ve forumlara somut önerilerimizde
olduğu gibi, hep alternatif bir iktidar,
karşı iktidarın oluşturulması
bağlamında örgüt ve mücadele biçimlerine yaklaşıyordu. Bu da bence onun son
derece önemli ve bizimle denk düşen bir yanıydı.
Söylediklerinden benim anlayabildiklerim bunlar oldu.
Toplantıya katılanlardan düzeltme yapanlar olursa çok sevinirim.
Karşı Genellemeler ve Ulus Sorunu
Bu bölümde de söz aldım ve bu yazı boyunca anlattığım tavra
uygun olarak, ilk bölümde yapamadığımı, kocaman bir sıçrama ile yapmaya
çalıştıım.
Hardt’a soru sormayacağımı karşı bir eleştiri yapacağımı; birkaç
eleştiri ile kendilerine belki bir teorik çıkış kapısı sunmaya çalışacağımı söyleyerek
söze başladım. Bizim gibi Hardt’a akıl vermeye kalkan biri, biraz alayla ve
gülmeyle karşılandı, gelen mırıltı ve gülümsemelerden anladığım
kadarıyla.Özetle şunları söylemeye çalıştım.
Sizin teorik sisteminizi biliyorum. Sizin kafa yorduğunuz
sorunlara kafa yoran ama bunu Marksist kavram sistemiyle yapan bunun için Marksist
kavramları geliştirmeye çalışan bir insanım. Ama bu teorik sistemler arasındaki
farklara ve bunlarımn eleştirisine burada giremem. Ancak sizin ulaştığınız bazı
sonuçlardan hareketle bir iki somut eleştiriyle bir iki ipucu vermeye
çalışayım. Çünkü bu noktaların izin çıkmazınızı oluşurduğunu düşünüyorum.
Sizin teorinizin en büyük yanlışlığı ve eksikliği bir ulus
teorisinin olmaması. Ulusun ne olduğunu bilmiyorsunuz. Bu sizin ulusçuluğu yeniden
üretmenize yol açıyor. Uluslara karşı değilsiniz somut önerilerinizde. Onu
yeniden üreten bir yaklaşımınız var. Tıpkı Enternasyonalistlerin ulusçuluğu
yeniden üretmesi gibi. Enternasyonalizm de ulusçuluğu reddetmez. Ulusçuluk
ulusal olanla politik olanın çakışmasıdır. Bu çakışmayı reddetmez, aksine
yeniden üretir. Siz da bunu reddetmiyorsunuz. Dolayısıyla bir ulusçu olmanın ötesine
gidemiyorsunuz. Örneğin Rünya Parlamentosu öneriniz böyle. Halbuki, uluslara karşı;
ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı olmak gerekir. Temel programatik
farkımız budur. Bu eksikliğinizin de bilincindesiniz ama üzerine gitmiyorsunuz.
Çünkü kavramsal araçlarınız yok.
Bunzari burada da var. Tipik bir örneği burada Gezi’den vereyim.
Burada da hep başka yaşam alanlarından; başka toplumdan ve ilişkilerdern söz
ediliyor. Ama Türklükle tanımlanmış, Türk bayrağının dalgalandığı bir ülkenin
toprakmlaında bunun alternatifi konusuda susarak bu olabilir mi? Olamaz. Gezi
ve forumlar, bu can alıcı sorundan kaçıyorlar ve bunu tartıymayı gündeme
almıyorlar. Örneğin Türk bayrağına karşı hiçbir dile, dine, vs. göndermesi
olmayan bir bayrağı; alternatif bir ulusu ve yurttaşlığı benimseyebilir forumlar
ve Gezi. Ama bunu bile yapmadan, ileriye kaçarak, alternatif yaşam alanlarından
vs. söz diyorlar. Aynen sizin zaafınız burada da var.
Aşağı yukarı böyle şeyler söyedim. İzlenimlerim özetle
böyle. Tabii burada “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” yapıyoruz.
Toplantıdan sonra bu yazıyı yazmak için bigisayarın başına
oturduğumda bir zamanlar İmparator ile ilgili bir yazı yazmak istediğim aklıma
geldi. Biraz arşivlerde araştırma yaptım. Epey bir şeyler karalamış ve orada
yarım kalmış bir yazı vardı. Ornu da bu yazının altına ekliyor ve ilk kez
yayınlıyorum.,
19 Mayıs 2014 Pazartesi
Demir küçükaydın
Negri’nin Görüşleri ve Dünya Çapındaki Mücadelenin Stratejisi
(Aşağıdaki Negri
eleştirisini 2003 yılında yazmaya başlamışız ve yarım kalmış. Sonra konuya
dönme imkanı olmamış. Bu yazıyı yazmaya başladığımız zaman henüz ulus teorisine
son şeklini vermemiş ve Din’in ne olduğunu, yani Din’in Din olmadığını
keşfetmiş değildik. Ulus’un da din olmayan anlamıyla Din olduğunu, onun karşı
devrime uğramış bir Aydınlanma olduğunu görememiştik. Bu kavramsal belirsizlik
olmakla birlikte, o zamanlar yine de ulusal olanın politik olanla çakışması
ilkesinin ulusçuluk olduğu; ulusçuluğu karşı mücadelenin ulusal olanla politik
olanın çakışmasına karşı mücadele ve ulusal olanın özel olan olması gerektiği sonucuna ulaşmış bulunuyorduk. Bu bakmdan
konumuz bakımından teorik arka planımızdaki bu farklılık eleştirimiz açısından bir
sorun oluşturmamaktadır. Şimdi Hartd’ın Don Kişot’taki konuşması üzerine bu
yarım kalmış, hatta varlığını kendimizin bile unuttuğu metni ilk kez ve artık
bir belge karakteri taşıdığından aynen yayınlıyoruz. Biraz taslak karakteri
taşıdığından sadece imla hatalarını ve birkaç anlam bozukluğunu düzelttik.)
Çok uzun zamandır gündemimize koyduğumuz ve yapabilmek için
uygun bir boşluk kolladığımız projelerden biri de Negri’nin kitabını temel
alarak ve onun eleştirisi biçiminde görüşlerimizi açıklamaktı. Ama gündemin
öylesine hızla değiştiği ve zamanın öyle azaldığı bir çağdayız ki, anında
yapılmamış ve ilerde şöyle derli toplu ve dört başı mamur olarak yapılması
düşünülen her iş yapılmadan kalmaya mahkûm oluyor. Anlaşılan Negri’nin kitabını
eleştirmeyle ilgili projemiz de öyle, hep bir kenarda kendisine dönülmesini
bekleyerek kalmaya mahkûm.
Bu durumda, dört başı mamur bir çalışmadan ise, yeri
geldikçe konuya dönerek tartışmaktan başka çare yok gibi görünüyor.
Son birkaç haftada, “ABD’nin
Dünya İmparatorluğu Projesi ve Ona Karşı Mücadelenin Sorunları” başlıklı,
biraz sesli düşünme biçminde, bir seri yazı yazdık. Bu yazılarda açmazları ele
alıp göstermeye çalıştıktan sonra, son bölümde, ne gibi program ve
stratejilerle ezilenlerin ve insanlığın bu açmazlardan çıkabileceğine ilişkin
bir takım önerilerde bulunduk.
Bu önerilerimiz elbette yeni değildir, aşağı yukarı
1990’ların başından beri geliştirilmiş görüşlerimizden çıkarlar. Aslında
Sovyetlerin çöküşünden beri içine girilmiş yeni döneme ilişkin önerilen bir
stratejinin, 11 Eylül, Afganistan ve Irak’ın işgali gibi, ABD’nin bir dünya
imparatorluğu için giriştiği savaş ve işgaller bağlamında yeniden kontrolünü ve
dakikleştirilmesini ifade etmektedirler.
Dikkatli bir okuyucu, gerek İmparatorluk kavramına yüklenen
içerik ve onun tanımlanması; gerekse içinde bulunulan dönemde güçler, program
ve strateji bağlamında çok farklı görüşleri ifade etsek de, Negri ile benzer
sorunlara dikkat çekildiğini ve onların tartışılmaya çalışıldığını görebilir.
Görüşlerin Negri ile farklılık ve benzerlikleri, en iyi ve
açık biçimde, somut program ve strateji bağlamlarında daha iyi anlaşılabilir.
Negri ile çok temel bir noktada anlaşıyoruz. Bu kısaca en
genel olarak şöyle özetlenebilir: Eski program, dayanılacak güç ve strateji,
örgüt ve mücadele biçimleri anlayışlarıyla bu günkü dünyada sosyalist bir
hareketin yeniden bir canlılık ve üstünlük kazanması mümkün değildir.
Bu nedenle “her şeyi, baştan sona gözden geçirmek”
gerektiğini söylüyoruz. Bunu yaparken benzer olgulara dikkati çekiyor ve
bunların öneminden, bunlara dayanılarak bir şeyler yapılabileceğinden söz
ediyoruz. Dolayısıyla bu belli bir ortaklık ve yakınlık yaratıyor.
Örneğin, Negri, uluslararası göç hareketinin öneminden,
bunun devrimci mücadele için açtığı perspektiflerden ya da “çokluk” dediği özneden (ki S. Savran
bunun için “Yığın” sözcüğünün daha
doğru bir çeviri olabileceğini söylüyor.) ve eski özne kavramının gözden
geçirilmesinden, bunlara bağlı olarak mücadele ve örgütlenme biçimlerinin
farklılaşması gerektiğinden söz ediyor. Aşağı yukarı bütün bunlardan biz de söz
ediyoruz ve bizim de somut önerilerimiz bulunuyor.
Bu da ister istemez, hala değişmeyene; gerek sistem, gerek
özneler, gerek program, strateji, mücadele ve örgüt biçimleri bağlamlarında
vurgu yapanlara karşı Negri ile yakın veya benzer bir konumda bulunmamız
anlamına geliyor. Böylece, biz, değişmeyene vurgu yapanlar karşısında değişene
vurgu yapan Negri’nin yanındayız.
Aslında Negri’ye yapılan bütün eleştiriler gözden
geçirildiğinde, bu eleştirilerin değişen karşısında değişmeyene vurgu olduğu
görülür. Merkezi olmayan imparatorluk ve ulusal devletlerin işlevini yitirmesi
mi? Eleştiri Ulusal devletin hala büyük politik önemine yapılmaktadır.
İmparatorluk artık Klasik Emperyalizme benzemiyor mu? Aksine klasik
emperyalizme has fenomenlere vurgu yapılmaktadır. Çokluk mu? İşçi Sınıfı hala
yerinde duruyor.
Böylece tartışma, yeni olguları anlamak isteyenler ve
onların önemine vurgu yapanlarla, eski olanın hala geçerliliğini sürdürdüğünü;
yeni olanın bunları gözden geçirmeye yol açacak öze ilişkin bir değişme
anlamına gelmeyeceğini söyleyenler arasında bir tartışma biçiminde sürüyor.
Yeni olguların eskinin geçerliliğini yitirdiği anlamına gelemeyeceğini
söyleyen kanatta esas olarak kendilerini Marksist olarak tanımlayanlar vardır;
yeni olana vurgu yapanlar ve Negri’nin kitabını coşkuyla karşılayanlar ise,
genellikle Marksist gelenekle ilişkisi olmayan veya bu ilişkiyi koparmış, post
modern durumun teorisyenlerinin kavram sistemine (Foucault, Deleuze – Guattari)
dayananlardır.
Eskinin geçerliliğini sürdürdüğüne vurgu yapanlar için her
şey açıktır. İşte bu görüşlerin revizyonist karakterinin en güçlü kanıtı,
Marksizm gibi bir devrimci teorik geleneğe değil de Post Modern geleneğe
dayanmaları ve onların kavramlarıyla düşünmelerdir.
Yeni olgu ve sonuçlara vurgu yapanlar için de her şey
açıktır. İşte yeni olanı anlamak istemeyenler, ona gözlerini kapatanlar, hala
geçen yüzyılın kavramlarıyla bu günün anlaşılacağını savunan Marksistlerdir.
Yani klasik dogmatik-revizyonist bölünmesi kerşısındayız. Böylece her iki kanat
da, kendini haklı kılacak anti tezini bulmuş olmaktadır.
Ancak bu bölünmeler her ne kadar birbirinin varlılığına
haklılık kazandırsa ve varlıklarını birbirlerine borçluysalar da, son derece
yanıltıcıdırlar ve bu birbirinin zıddı gibi görünen taraflar, var olan gerçek
bölünmeyi gizleyen bir suç ve çıkar ortaklığı içindedirler.
Bu ortaklık içindeki zıtların karşısında birleştikleri ve
kendisiyle bölündükleri üçüncü çizgi nedir?
Bu çizgi, dış görünüşü itibariyle, yeniye vurgusu ile Post
Moderniste; Marksizme dayanışıyla dogmatiğe benzer. “Marksistlere” karşı yeni
olanı; Post Modernistlere karşı Marksizmi savunur. Ama yeni olanı, başka bir ışık
altında görür; Marksizmi dogmatik Marksistlerinkinden başka bir Marksizm’dir.
Bu çizgi iki cephede birden savaşmak zorundadır.
Kendi dogmatizmlerini ortaya çıkardığı için onu susuşa
getirip gözden uzak tutmaya çalışan dogmatik Marksistler, onu değişene vurgusu
ve geliştirmeye çalıştığı yeni Marksist kavram temeli nedeniyle, revizyonist
post modernlerin arasına atarlar.
Buna karşılık, post modernistler, onun Marksizm’e
sahiplenmesi ve eski olanın hala geçerliliğini sürdüren yanlarına vurgusu
nedeniyle, onu dogmatik Marksistler arasına atarlar.
Böylece, her iki taraf da, yani dogmatik Marksistler de;
post modernistler de özden kendileriyle ayrı olan karşısında, varlıklarını
borçlu oldukları paradigmayı savunurken suç ortaklığı yaparlar.
Bunların bütün zıt duruşları, ancak onların ortak
varsayımlarıyla mümkündür. Ortak varsayımları şudur: değişiklikler ve yeni olan
kabul edildiği takdirde, onlardan benzer sonuçlar çıkarılması gerektiğini kabul
etmektedirler Marksist veya dogmatik kanatta olanlar. Bu nedenle bütün
vurguları değişmeyen üzerinedir. Diğer kanat da, tam tersine, değişiklikler yok
ise, muhataplarının çıkarsamalarını kabul etmek gerektiğini düşünmektedirler.
Bu nedenle bütün vurgusu, değişen üzerinedir.
Dogmatik Marksizm ve post modernizm çok derinden aynı
varsayımları paylaşan, aynı ufkun içindeki görüşlerdir. Taraflardan biri
diğerinin öne sürdüğü olgu ve sonuçları kabul ettiği takdirde onun dayandığı
teorik temeli de kabul etmesi gerekeceği var sayımına dayanmaktadırlar. Bu
nedenle tartışmaları olgular düzeyindedir.
Hâlbuki o olgular içinde, gerek yeni olandan post
modernistlerin; gerek geçerliliğini sürdürenden dogmatik Marksistlerin
çıkardıkları sonuçları çıkarmak gerektiği söylenemez.
Tartışılması gereken aslında onların çıkarsamalarının
ardındaki gizli varsayımlardır. Ama bu gizli varsayımların tartışılması onların
var oluş temelinin havaya uçması demektir. Bu nedenle gizli varsayımlarını
tartışan her görüş karşısında bir suç ortaklığı içinde bir susuş kumkuması
uygulayacaklardır.
Negri ve onun eleştirmenlerini (veya post modernistleri ve
dogmatik Marksistleri) dünya çapındaki bir bölünmenin sembolleri olarak
alırsak, yıllardır dile getirdiğimiz ve artık bir sistem olmuş görüşlerin
kaderi tam da böyledir.
*
Bu durumla ilk kez karşılaşmıyoruz.
Örneğin, 1980’lerin ortalarında Avrupa’ya çıktığımızda, çok
kısa sürede, hem de bütün diğer akımlardan önce ve onlardan bağımsız olarak,
Avrupa’daki göçmenler ve bir göçmen hareketinin önemini gördük ve bunun
sorunları üzerine yoğunlaştık. Bunu yaparken bütünüyle Marksizm’e dayanıyorduk
ve bizzat Markszmin bu yeni olguyu analiz etmeyi zorladığını ve bunun için
gerekli kavramsal araçları da sunduğunu söylüyorduk.
Bu arada, Dev-Yol’un Avrupa taraftarlarında bir bölünme
oldu. Bir yanda Taner Akçam’ın başını çektiği “Göçmen” ya da “Yönelimci”ler;
diğer tarafta Ali Dayı’nın (İbrahim Sevimli) başını çektiği “Devrimci İşçici”ler.
Taner Akçam ve taraftarları yeni olan Göçmenlik olgusuna
dikkati çekerken doğru ve haklıydılar. Ama buradan hareketle, gerek Marksizmi
reddediyorlar ve günün moda akımlarından aldıkları teorik cephaneliği
kullanıyorlar; gerek politik sonuçları itibariyle de oldukça reformist ve
sistem içi bir muhalefet durumuna kayıyorlardı.
Diğer taraftakiler ise, tam anlamıyla dogmatik bir yaklaşım
içinde bulunuyorlardı. Bir göçmenler olgusunun varlığından söz etmek bile,
yönelimcilerin revizyonizmi olarak algılanıyordu. Durum öyle bir hale gelmişti
ki, göçmenlerin bir mücadele öznesi olarak varlığını kabullenmek otomatikman
devrimciliğin ve Marksizm’in terki; bunu reddetmek de otomatikman devrimci
değerlere ve Marksizm’e bağlılık olarak anlaşılıyordu.
Gerçeğin özü böyle olmamakla birlikte, böyle bir anlayış
yaygınlaşınca ve insanlar onu sorgulamayı bile bırakıp öyle kabul edince, artık
bu farklılığın başlangıcındaki sebep ve sonuç ilişkisi de yer değiştiriyordu.
İnsanlar başlangıçta, örneğin Marksizmi terk etmek veya sisteme uyum sağlamak
için değil, diyelim ki gerçek durumu daha iyi kavramak için göçmen olgusunun
varlığını kabul ediyorlardı. Bunun Marksizmi reddetmek veya sisteme uyum
sağlamak anlamına geldiği yargısının yaygınlaşmasıyla birlikte, artık gerçekten
Marksizmi reddetmek için veya gerçekten sisteme uyum sağlamak için göçmen
hareketinden söz etmeye başlıyorlardı.
Başlangıçta nesnel bir sonuç olan, sonra artık bir seçim nedeni haline
geliyordu.
Ama böyle olunca da karşı tarafın iddiasının da, yani
onların kötü niyetle Marksizmi veya devrimciliği terk etmek için göçmenlerden
söz ettikleri iddiasının gerçekten somut örnekleri de ortaya çıkıyordu. Yani iddianın
yaygınlaşması kendi kanıtlarını yaratıyordu. Yani kendini gerçekleştiren
kehanet gibi bir durum oluyordu.
Aynı durum karşı taraf için de geçerlidir. İnsanlar sırf
radikal ve devrimci bir politik çizgiyi korumanın aracı olduğun düşündükleri
için, göçmen olgusunun varlığına gözlerini kapıyorlar ve onu reddediyorlardı.
Böylece göçmen olgusunun reddi ile devrimci kaygıların ayrılmazlığı yargısı
kendi kanıtını da yaratıyordu.
Böyle bir durumda, sizin, hem göçmen olgusunun varlığını
sorun etmeniz; bunu bizzat Marksizm’le açıklamanız; devrimci politikanın
olmazsa olmaz koşulu olduğunu söylemeniz vs. hiçbir alıcıya sahip olmayacaktır
artık. Tam da doğruluğunuz görüşlerinizin etkisizliğinin ve zayıflığının nedeni
haline gelir. Taraflar sizi, karşı taraftan olarak prezante ederler. Göçmenler
dediğiniz için, revizyonist bir yönelimciden farkınız yoktur. Marksizm ve işçi
sınıfı dediğiniz için de dogmatiklerden farkınız yoktur.
Bu eğilimler karşısında ne kadar doğru olursanız olun ve ne
kadar güçlü bir teoriye dayanırsanız dayanın, bir kere o birbirine
varlıklarında haklılık kazandıran anlayışlar egemenliklerini kurup
yaygınlaşınca, kendi büyük kütlelerinin çekim gücüne çekerler her şeyi. Ondan
sonra onların teorik olarak çürütülmüş ve aşılmış olmaları bilinmez kalmaya
mahkûm olur. Yeni kuşaklar da var olan durumu olası ve geçerli biricik tarihsel
durum ve bölünme olarak algıladığından sorgusuzca o bölünmeleri benimserler ve
onun içinde tavırlarını alırlar.
Doğru görüşün bu yanlış görüşleri ortadan kaldırmak için bilinmesinin
ve maddi bir güç haline dönüşmesinin bütün yolları ortadan kalkar. Ama hiçbir
etkisi olmasa da doğru görüş, o nesnel eğilimlerin bir derin analizi de
demektir. O saçma bölünmenin tarafları bir süre sonra, doğru görüş tarafından
fiilen ve pratik bir yenilgiye uğratıldıkları için değil, doğru görüşün ifade
ettiği nesnel toplumsal eğilimler tarafından tarihten ve toplumdan silinirler.
Ama bu sefer de artık olaylarca aşıldığı için o doğru görüşün yine ilgiyi çekme
ve bulunma şansı olmaz.
İki tipik örnek verelim. Birisi yukarıda aktardığımız
Göçmenler hareketidir. Bu gün ne göçmenci yönelimciler ne de Ali Dayıcılar var
artık. Bir zamanlar sizi Göçmen dediğiniz için, Marksizmi terk etmekle suçlayan
en dogmatik akımlar bile artık dünya çapındaki bu fenomenin varlığını kabul
etmektedirler. Ama bunun Markssit öğreti bakımından açıklanması ve savunulması
kimseyi ilgilendirmemektedir artık.
Böylece ilgi duyulmadığı için, bir zamanların tartışmasının
yanlış varsayımlara dayandığı ve sizin burada tek doğru çizgiyi temsil
ettiğinizin bilinmesi şansı kalmıyor. Yani sizi doğrulayan olaylar aynı zamanda
doğruluğunuzu anlamsız hale getirmektedir.
Uluslar arası sosyalist hareketin tarihinden de bir örnek
verilebilir. Örneğin Sovyetler Birliğinin karakteri sorunu. Bunun bir sosyalist
ülke olmadığını; tek ülkede sosyalizme geçilemeyeceğini; Stalinizmin Marksizmin
bir revizyonu olduğunu vs. yıllarca Marksistler söylediler. Hatta böyle
dedikleri için kitleler halinde katledildiler. Ama o devletler de kendilerinin
sosyalist olduğunu söyledi, kapitalist devletler de onların sosyalist olduğunu
söyledi. Bir süre sonra, ilk kuşakların anısı da iyice hafızalardan silinince,
artık yeni kuşaklarca onların sosyalist olduğunu tartıştıracak hiçbir fikir ve
argümana ulaşma şansı bile kalmaz. İşin ilginci bundan şüphelenecek bir durum
da yoktur. Bir yanda ABD gibi bir emperyalist vardır diğer yanda Sovyetler.
Birinden olmayan diğerindendir. Yani artık insanlar, bir yanılsamanın ürünü
olarak, sosyalizmle Sovyetleri özdeşleştirdikleri için Sovyetçi olmaktadırlar
ve Bürokrasinin yalanının yaygınlaşması onun doğru gibi görülüşünün kanıtlarını
yaratmaktadır. Aynı şey karşı tarafın propagandası için de geçerlidir.
Ama tersi de doğrudur. Yanılsama sadece tek taraflı da
değildir, O “sosyalist” ülkelerde yaşayanlar da, bu sefer yaşadıklarının
sosyalizm olduğuna hem o ülkelere egemen kastlar hem de karşı taraf yemin
ettiğinden, her ikisi de o ülkelerin sosyalist olmadığı gerçeğini savunan
Marksistlere karşı bir susuş komplosu içinde bulunduğundan, gerçekten
yaşadıklarının sosyalizm veya komünizm olduğundan kuşkulanmayı bile akıllarına
getirmezler. Böylece eğer yaşadığımız komünizm ise, kapitalizm veya ABD iyidir
deyip, gerçekten komünizme karşı olmak amacıyla Amerikancı ya da kapitalizm
hayranı olmaya başlarlar.
Böylece aynı yalanın yaydığı yanılsama, kapitalist dünyadaki
ezilenleri, Sovyetleri savunmaya, “Sosyalist” dünyadaki ezilenleri kapitalizmi
ve ABD’yi savunmaya iter. Bir süre sonra bu ülkeler yıkıldığında, hem de
yıkılış bunların sosyalist değil bürokratik ülkeler olduğu; tek ülkede
sosyalizm olmayacağı gibi görüşlerinizi kanıtlamış olmalarına rağmen, yani dile
getirdiğiniz nesnel eğilimler sonucu o ülkeler yıkılmış olmasına rağmen; hem bu bilinmediği için hem de artık yıkılmış
ve olaylarca aşılmış olan bu ülkelerin bürokratik diktatörlükler olup
olmadığının artık bir anlamı kalmadığı; kimse buna kafa yormadığı veya yormanın
bir pratik anlamı olmadığı için insanların bu görüşleri bilme ve tanımasının
bütün yolları tıkanır.
Tarih böylesine korkunç adaletsizdir doğru görüşlere karşı.
Tarih kendi sırrına erenleri ve o sırrı açığa vuranları affetmez. Onları
bilinmez kalmakla cezalandırır. Çünkü o tarihin cezası gibi görünen aslında
egemen sınıfların ezilenler karşısındaki suç ortaklığından başka bir şey
değildir.
Bu nedenle, o tarihin cezalandırdığı ve bilinmez kalmaya
mahkûm görüşlerle, ezilenlerin savaşı ve başarısı arasında korkunç derinden
işleyen kopmaz bir bağ vardır. Bu nedenledir ki o geleneği sürdürmek önemlidir.
O bağ, Marks’ın Köstebek benzetmesi gibi, toprağın derinliklerinde sürer ve
Köstebek üste çıktığında apaçık ve bütün haşmetiyle kendini gösterir. Ama
tarihte bu gibi “yıldızın parladığı anlar”
olağanüstü azdır.
(Aslında böyle bakıldığında insanlık tarihinin bir
yanılsamalar tarihi olduğu görülür. Bütün büyük dinlerde de benzer durumlar
vardır. Aslında her görüşün en yaygın ve bilinen biçimleri onun en oportünist
çarpıtılmalara uğratılmış biçimleridir: Bizler bunları onun ta kendisi sanırız
ve onun kabulleri içinde tekrar kendi sınıfsal eğilimlerimizi ifadenin
yollarını ararız. Ama bu aynı toplumsal eğilimlerin farklı ön kabuller
nedeniyle birbirlerine karşı mücadelesi demektir. Sınıf egemenliğinin
sürdürülmesinde ve ezilenlerin birbirine karşı kullanılmasında bunun korkunç
önemi vardır.)
*
Kaldığımız yere dönersek. Bu durumla ilk kez karşılaşmıyoruz
demiştik ve Avrupa’da Türk solunun göçmenleri içindeki bir tartışmaya
değinmiştik. İşte bu gün Negri ve Eleştirmenleri ile bizim görüşlerimiz
arasındaki ilişki, tıpkı “yönelimciler”
ve “Devrimci İşçiciler” veya “Tanerciler” ve “Ali Dayıcılar” bölünmesi karşısındaki ilişki gibidir.
O zamanların Taner Akçam’ı veya Yönelimcileri’nin bu günkü dünyadaki karşılığı Negri veya Post
Modern görüşlerdir. O zamanki Ali Dayıcıların veya Devrimci İşçici’lerin bu günkü dünyadaki karşılığı Negri’ye karşı
çıkan marksistlerdir. Bu James Petras veya Sungur savran veya Callinicos da
olabilir. Biz yine bunların ikisinin de dışında ve ikisine de karşı konumdayız.
*
Kitaplarının Türkçe basımına Önsöz’de Negri şöyle yazıyor:
“Bu kitap çağdaş,
küreselleşmiş bir dünyada genel bir iktidar teorisi kaleme almayı amaçlıyor.
Son derece iddialı bir işe kalkıştığımızı ve en başta bilgimizin,
deneyimlerimizin ve yetilerimizin sınırlılığı yüzünden, tam bir başarı
sağlamamızın imkânsız olduğunu gayet iyi biliyoruz. Dolayısıyla bu birçok kişi
tarafından ve birçok açıdan eleştirilecek, değiştirilecek ve tamamlanacak bir
kitaptır.”
Bu kitap 2000 yılında yayınlandı.
Biz de aşağı yukarı duvarın yıkılışından beri, yani aşağı
yukarı 1990’ların başından beri, yani Negri’nin kitabının çıkışından on yıl
öncesinden beri dünyada durumun değiştiği ve dünya çapında yeni bir stratejinin
gerektiği üzerine yazılar yazıyoruz. Biz bunu “küreselleşmiş bir dünya” kavramıyla değil; o küreselleşmiş dünyanın
devrimci strateji açısından çok önemli özgül bir eğilimine vurgu yaparak, “gezegen çapında Apartheit” kavramıyla
ifade ediyoruz. Yani ilgi alanımız ve sorunlarımız ortaktır.
Elbette bu yazılar “bilgimizin,
deneyimlerimizin ve yetilerimizin sınırlılığı yüzünden” tam bir başarı ve
çözüm değildir, bir ilk adımdır; tartışma için bir temeldir.
Negri’nin kitabı, bütün dünyada ve Türkiye’de hemen hemen
herkes tarafından eleştirildi ve tartışıldı. Bizim yazdıklarımız ise bu güne
kadar hemen hemen hiçbir şekilde eleştirilmiş ve tartışılmış değil?
Neden böyle?
Biraz bu sorunun cevabını arayalım.
Birincisi, biz bu görüşlerimizi, Negri gibi, sistematik ve
büyük bir kitapla sunmadık. İstemediğimizden değil, buna olanak bulamadık. Daha
ziyade, gazete makaleleri ve küçük denemeler biçiminde, İnternet sayfalarında
ya da marjinal dergilerin sayfalarında; aktüel gelişmelerin içinde o
gelişmeleri yorumlayan açıklamaların arasında yer aldılar.
Bu yanıyla bir bakıma, Marks-Engels’in Tarihsel maddecilik
teorisini açıklamaları ve uygulamalarına benzer konumları. Onların teorisinin
de sistemli, kalın bir kitap halinde bir açıklaması yoktu. Teorinin
açıklamaları ya Alman İdeolojisi gibi, hiç yayınlanmamış ve “farelerin kemirici eleştirisine”
bırakılmıştır ya da kişisel mektuplara dağılmıştır. Tek doğru dürüst bir
açıklama, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı”nın “Önsöz”ündedir ve
birkaç sayfayı geçmez. Bizimkiler de öyledir. Bu elbette onun anlaşılmasının ve
sitemli bir şekilde tartışılmasının önünde bir engel oluşturmaktadır. Politik
yazıların içeriğine yedirilmiş olarak sunulduğundan, politik bağlamlarda
değerlendirildiklerinden hemen hemen olanaksızdır da.
Yanı Negri’nin koca bir kitapta sistematize olarak ele
aldığı teori bizde Marks-Engels’in teorisi gibi sistematik bir açıklamadan
yoksundur ve uygulamalar biçiminde dağınık olarak bulunmaktadır. Bu
tartışılmamasının önemli nedenlerinden biridir.
İkincisi, biz bu teoriyi, tam da en dibe vurulduğu noktada
ortaya koymaya başladık. Yani duvarın yıkılışının hemen ardından. Yani Teorik
sorunlara ilginin en aza indiği; insanların genelleme yeteneklerini en çok
yitirdiği bir dönemde. Negri’nin kitabı ise, iyi kötü tekrar belli bir kitle
hareketlenmesinin olduğu bir dönemde yayınlandı. Bizzat kendisinin yayınlanışı
ve okunuşu, teorik sorunlara duyulan ilginin yeniden bir yükselişinin
ifadesidir. Yani biz teoriyi yanlış zamanda ifade ediyorduk.
Ama bu “yanlış zamanlılık” sadece Dünya çapındaki geri
çekilişle ilgili bir yanlışlık değildi. Bu görüşler Türkiye ve Kürdistan’da da
yanlış zamandaydı.
Bu teorinin en önemli bileşenlerinden biri, dünya çapında
apartheid kadar modern ulus teorisiydi ve bu iki sorunu birbirine bağlıyordu.
Ne var ki, dünyadaki gerileyiş sürerken, Kürt ulusal hareketinin yükselişi
sürüyordu. Daha sonra da Türk milliyetçiliğinin yükselişi ortaya çıktı. Halbuki
milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar. Yani Türkiye ve
Kürdistan’daki gelişmeler teorinin içeriğinin kavranması ve tartışılması
bakımından yanlış zamanlılığı katmerlendiriyordu. Milliyetçiliğin ezen ve
ezilen ulus arasında muazzam bir yükseliş yaşadığı bir zamanda, kim
milliyetçilik teorisiyle ilgilenirdi ki?
Ama sadece yanlış zamanda değil, yanlış yerde de. Türkiye’de
değildik. Yazılarımız esas olarak Avrupa’da ama Türkçe yayınlanıyordu. Türkçe
olduğu için Avrupa’nın düşünce ve toplumsal hareket dünyasının dışında;
Avrupa’da olduğu için de Türkiye ve Kürdistan’daki düşünce ve toplumsal hareket
dünyasının dışındaydı. Dolayısıyla ne Avrupa’da ne de Türkçede tartışılması
mümkün değildi.
Tartışılmasının önündeki bir diğer engel de onun içeriğinden
gelir. Sosyalistler arasında her zaman şu iki eğilim vardır. Bir yanda, eski
formülleri tekrarlayan inancı sağlam, hatta radikal dogmatik kanat. Diğer yanda
yeni olana dikkati çeken ve unun için eski teorik veya siyasi çerçevenin
yeterli olmadığını söyleyen eleştirel veya revizyonist denebilecek kanat.
Bu iki kanatın birbirilerinin varlığına ihtiyaçları vardır.
Kendi gerekçelerini diğerinde bulurlar. Ama ortada, hem yeni olgulara dikkati
çeken, hem eski teorik ve politik sistemlerin var olan sorunları
karşılayamayacağını söyleyen hem de bu değişikliği eski teorik ve politik
sistemi reddederek değil; içinde taşıyarak ve aşarak bir çözüm arayan bakış
karşısında ikisinin de suç ortaklığı ile sustukları görülür. Biz şahsen bütün
hayatımız boyunca bunu yaşadık. Görüşlerimizin tartışılmamasında bunun da çok
önemli bir payı vardır.
Bizim bir açmazımız da şurada. Görüşlerimizin uluslar arası
sosyalist ortamda tartışılması gerekir ama onlar Türkçededirler ve bir üçüncü
dünyalı tarafından ifade edilmişlerdir. Bu da onun tartışılmasının önünde çok
ciddi bir engel oluşturur.
Birinci engel, üçüncü dünyalı olmaktan gelen engeldir. Yani
biz görüşlerimizi, Batı dillerinden birinde ifade edebilseydik bile, batılı
aydın ve sosyalistin latent ırkçılığının duvarına çarpması kaçınılmazdır.
Elbette bir üçüncü dünyalı olarak ciddi bir teorik katkıda bulunma şansımız
hemen hemen yok gibidir. Batılı aydın ve sosyalistlerin üçüncü dünyalılar
karşısındaki latent ırkçılığı, olgusal düzeyde temelsiz değildir. Gerçekten
Üçüncü Dünya’dan bir teorik sentez çıkabilmesi olasılığı çok zayıftır. Kültürel
gerilik muazzam engeller yaratır.
Bu nedenle batılı zaten, ırkçı olmamak için ve nezaket
gereği aksini söylese ve öyle davranmaya çalışsa da, bir üçüncü dünyalıdan
gelen bir görüşü ciddiye almaz. Dolayısıyla ne kadar doğru ve yeni bir şeyler
de söylerseniz söyleyin, onların kurunun arasında yaş olacakları kesin gibidir.
Ama buna ek olarak, bir de zaten bir taşra dili olan
Türkçede ifade edildiğinden bilinmez ve bu nedenle Avrupa’da tartışılması söz
konusu değildir. Türkiye’de ise, nasıl firmalar ürettikleri tekstil ürünlerine
batı damgası vurarak satabilirlerse, bir fikir ancak Batı’da tanınmışsa
Türkiye’nin düşünce veya sosyalistler ortamında tartışılmaya değer bulunabilir.
Dolayısıyla Batı’da tartışılmadığı için de Türkiye’de tartışılmaz.
Ama bütün bunlar, 1990’ların başında formüle ettiğimiz ve bu
arada sürekli geliştirdiğimiz günümüz dünyasına ilişkin bir teori ve stratejiye
ilişkin görüşlerimizin tartışılmaya değmeyecek sıradan şeyler olduğu anlamına
gelmiyor.
Bütün zaaflarına, kültürel arka planımızın yetmezliğine;
dağınıklığına vs.ye rağmen bu görüşler bir çok tesadüfün bir araya gelmesi
sonucu çok sağlam bir teorik geleneğe dayanmaktadır. Bu onun gerek dilden,
gerek ifade edenin kültürel ve birey olarak sınırlılıklarından gelen
eksikliklerine rağmen diğerlerinde hiç bulunmayan çok gelişkin bir teorik ve
kavramsal temele dayanmasından kaynaklanmaktadır.
Klasik Marksizmin, Marks, Engels, Lenin geleneğinin yanı
sıra Troçki-Mandel; Frankfurt Okulu ve Batı Marksizmi ve nihayet Kıvılcımlı;
bunlara ek olarak Yeni Sosyal Hareketler denen hareketlerin katkıları; ve
nihayet seksenli yıllarda ortaya koyulmuş modern ulus ve ulusçuluk teorisi. Ve
bütün bunların bir tek tutarlı bir teorik sistem içinde birleştirilmesi ona
diğerlerinin hiç birinde bulunmayan bir üstünlük kazandırmaktadır.
Bu somut üstünlüğü, Negri’nin kitabı bağlamında ele alalım.
*
Şimdi birkaç örnekle Negri gibi sorular sorduğumuzu, hem de
ondan önce ve bağımsızca sorduğumuzu yani alanlarımızın ortak olduğunu
göstermeye çalışalım.
Örneğin biz, sürekli olarak ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesini yok etmekten; “yeryüzü ölçüsünde bir apartheid”ten;
Ulusçuluğun artık zıddına dönüp ırkçılığın bir aracı olduğundan söz ediyoruz.
Negri de bugünkü politikaların çıkışsızlığını görüyor ve
bunları bambaşka bir konsept ve teori bağlamında şöyle ifade ediyor:
“Sol iki yanlışa saplanmış durumda. Birincisi,
küreselleşmenin totaliter, statükocu ve tıkanmış olarak görülmesidir. Bu bakış
açısına göre, kapitalizm tamamen sermayenin baskıcı egemenliğinin bir
çeşididir. Ve yine bu bakışa göre, kapitalizmin konseptine öncülük eden tüm
ideolojik düşünce ekolleri devinimsiz ve dogmatiktir. İkinci büyük yanlış ise;
kapitalizm, bir hukuk olarak her şeye hükmederken, solun küreselleşmeyi sadece
totaliter bir fenomen biçiminde değerlendirerek ve ulusalcılığı esas alarak
küreselleşmeye karşı direnmesidir. Sol ulusal sınırları tek zemin olarak kabul
ediyor. Sermaye karşısında ulus-devleti güçlendiren her türlü politika
yanlıştır. Bunun yerine küresel zemini direnişin maddi temeli olarak kabul
etmeye ihtiyaç vardır.”
Şimdi buyrun en son yazdığımız yazıdan bir bölüm:
“Böyle bir strateji ve
program değişikliği için, kafalarda tam anlamıyla bir devrim yapmak gerekiyor.
Artık geçen yüzyılın sömürgecilikten ya da emperyalizmden bağımsızlık kazanma
ve bir siyasi bakımdan bağımsız ulusal devlet kurma hedefi ve stratejisinin bu
günkü dünyada, zengin Emperyalist ülkelere karşı mücadelede anlamı ve işlevi
yoktur. Hatta bu strateji bizzat var olan sistemin onaylanması ve
pekiştirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü nasıl tanımlanırsa tanımlansın
ulusal devletlere dayanan sistem artık dünya çapında ırkçılığın bir aracıdır. Ulusal
sınırlar sayesinde insanlığın büyük çoğunluğu bir rezervata kapatılmaktadır. Bu
ulusal sınırları savunmak, aslında insanlığın içine hapsedildiği hapishanenin
duvarlarını savunmak demektir artık. Eskiden emperyalist baskı ve sömürüden
kurtulmak için her ülke bu duvarları örmeye çalıyordu. Bu anlamda belli bir
işlevleri de oldu. Ama diyalektik olarak dün olumlu olan bu gün olumsuz hale
gelmiş bulunuyor. Eskiden sömürü ve baskıya karşı olan bu duvarlar artık sömürü
ve baskının araçlarına; bir hapishanenin duvarlarına dönüşmüş bulunuyor. Bunu
anlamak gerekiyor. Solun bütün çaresizliği bunu anlamayışında ve anlamak
istemeyişinde.”
Görüldüğü gibi çok farklı kavram sistemleri içinde de olsa,
Negri ile aynı telden çalıyoruz.
Sadece bu değil. Örneğin Negri’den bizim dünyanın siyahları
dediğimiz ile ilgili bazı alıntılar yapalım:
“Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Marks bu
hayaletin komünizm olduğunu söylemişti. Bugün ise dünya üzerindeki hayalet,
göçlerdir ve bence göçmenler, İmparatorluğu istila eden 21’nci yüzyılın yeni
‘barbarlardır’. Ancak bu olumlu bir ‘barbarlıktır’. Ben göç hareketini sonuna
kadar destekliyorum.
İtalya’dan biliyoruz, Kürtler, diğer göçmenler o
yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler
ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet biçimi, sömürüye karşı yeni özgürlük
alanları yaratıyorlar. Nitekim insan cemaati de dolaşım yollarında kurulmuştur.
Hareketlilik her zaman önemlidir. Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Tarihin
hiçbir döneminde şimdiki gibi bir göç hareketi oluşmadı. Evet felakettir, çünkü
emek gücünün hareket kabiliyeti ve göç hareketlerinin denetime alınamaması
sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Ulusal egemenlik sınırlarını delen göç akımına
karşı devletler, katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon yürütüyorlar.
Ancak hareketi durduramayacaklar. Oturup bu yeni istilacı ‘barbarların’ sonsuz
yollarından yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz.”
Şimdi aynı konuda bizim yazdıklarımıza bakın:
“Uygulanması gereken
yeni stratejiyi dünyanın işçileri, yoksulları kendiliğinden uygulamaya başlamış
bulunuyorlar. Ne var ki, sosyalistler hala eski kavramlarla ve modellerle
düşünmeye devam ediyorlar ve gözlerinin önündeki bu yeni strateji ve programı
görmüyorlar. Marks-Engels, Manifesto’da komünistlerin var olan gerçek harekete
dayandıklarını, ondan yola çıktıklarını söylüyorlardı. Bu gün bu bağ yok ve
yeniden yaratılması gerekiyor.
Dünyanın dört bir
yanındaki ekmekçiler denizlerde gemilerle, dağların ıssız ve soğuk
doruklarında; çöllerde her Allah’ın günü bu stratejiye göre bireysel düzeyde
bir mücadele veriyor. Bunların onlarcası soğuk, sıcak, açlık susuzluktan
ölüyor. Çok küçük bir bölümü ancak Batı’nın zengin ülkelerine kapağı atabiliyor
ve bunların büyük bir bölümü yine o hapishaneye geri gönderiliyor.
Bu var olan hareket
muazzam bir siyasi program ve mücadele stratejisi haline geldiği an, sosyalizm
tekrar ezilenlerin bir hedefi olarak eski itibarını kazanabilir ve emperyalist
ve kapitalist sistemin bütün ikiyüzlülüğü ve ırkçı karakteri açığa çıkar.”
Bizim yazdıklarımızda on yıldır böyle
onlarca alıntı bulunabilir. Burada sadece son yazıdan bir tane aldık.
Yani Negri, yeni olanı görüyor ve onu anlamaya çalışıyor.
Biz de aşağı yukarı doksanların başından beri bu yeni olanı görüp anlamaya
çalıştık. Ne var ki, Negri, ne bu yeni olanı açıklayacak bir teorik donanıma
sahip ne de ondan tutarlı stratejik, programatik ve politik sonuçlar çıkarabiliyor.
Çünkü ne Marks’ın temellerini attığı teoriye dayanıyor ne de onun gelişmiş
biçimlerine, sadece son derece eklektik, Spinoza’dan tutun Focault’a kadar
başka teorik geleneklere dayanıyor. Bu onun en büyük zaafını oluşturuyor. (Onun bu en zaaflı yanı aynı zamanda çok
tutulmasının da bir nedeni tabii. Moda ve zamanın ruhuna uygun bir söylemi var.
Merkezsizlik ve çokluk gibi örneğin.) Ama onun bu zaafı, diğer, ister Sungur
Savran ister James Petras, hatta nispeten daha kaliteli olan Callinicos olsun,
dogmatik Marksistler karşısında onu ne kadar zor durumlara düşürürse düşürsün,
yeni olana, baştan aşağı bir değişiklik gerektiğine dair görüşlerinin
doğruluğuna zarar vermiyor.
Diğerleri korkak korkak sahilden gitmeye çalışıyorlar.
Bildikleri toprakları gözlerden yitirmeye cesaret edemiyorlar. Negri ise,
sahilden gitmekle bir yere gidilemeyeceğini, tıkanmış ticaret yollarının
açılamayacağını görüyor; denize açılıyor; açılmak gerektiğini söylüyor. Ama
elindeki aletler ve gemi (yani dayandığı teorik arka plan ve kavramlar) onun
yeni yollar bulmasına el vermiyor. Korsanların (Ezilenlerin düşmanlarının) eline
geçiyorlar. Öbürküler bağırıyorlar. “Bak o yollar bir yere çıkmıyor, bu emin
sahil yollarını terk edenin başına bunlar gelir işte”. Adamı post modernizm
öcüleri yiyiverir falan diyerek kendi korkaklıklarını gizlemenin zaaflarını
fazilet gibi göstermenin yollarını arıyorlar.
Şimdi Negri’nin nasıl bir sürü parlak formüllere rağmen pek
bir şey söylemediğini ve teorik ve kavramsal arka planının ne kadar zayıf
olduğunu göstermeye çalışalım.
*
Birincisi, Negri, Modern Ulus teorisini bilmiyor ya da hiç
kavramamış. Bu çok açık. Bu onun siyasi strateji önermelerinde açıkça
görülüyor.
Birkaç örnek verelim:
Şu soru ve cevabına bakalım:
“Peki siz nasıl
bir küreselleşme öneriyorsunuz?
“Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok demokrasi
ve adalet. Alternatif küreselleşmeden kastettiğimiz de zaten budur. Söz konusu
mevcut küreselleşmenin biçimi ve uygulanması eleştiri konusudur,
küreselleşmenin kendisi değil. Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir
küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık
haklarını savunmaktır.”
Dikkat edin, elbette bunlar doğrudur ama bütün bunlar da eni
sonu sosyalistlerin “vatan millet Sakarya”sı gibi sözlerdir. Daha çok adalet,
daha çok demokrasi. Bu demokrasi ve adalet nasıl olabilir.? Bu konuda hiçbir
şey söyleyemiyor. Bir şeylerin yanlışlığının farkında ama doğrusunun ne
olduğunu söyleyemiyor.
Örneğin Fransa’ya ilişkin şöyle diyor:
“Bugün Avrupa’da çok karakteristik bir fenomen olarak
Fransa’nın cumhuriyetçi devletinin korunumu var. Mesela Fransa’da yapılacak
seçimlerde aday olan Chevenement, küreselleşmeye karşı ulus devleti savunan bir
programla hem soldan hem ve sağdan oyları topluyor. Bugün yapılabilecek en
büyük hata budur”
Ama bu ulus devleti savunacak programa karşı ne savunulması
gerektiğini söylemiyor.
Söyleyemiyor çünkü bütün zengin ülkelerin sosyalistleri
gibi, gerçek sorunları koyduğu an kendini çok kötü bir durumda bulacaktır.
Bütün söyleşide somut olarak önerebildiği bir tek şey var:
“Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum.
Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu
kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası kardeşlik diyoruz, Kürt
hareketine destek diyoruz.”
Şimdi Negri’nin neleri anlamadığını ve kaçtığı soruları
görelim.
Bu en son somut önerisinden başlayalım. “Batı’dan
yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir.”
Dikkat edilsin, bunları Kürtler vesilesiyle söylüyorsa da,
aslında bütün dünyanın siyahları için Batı’da önerebileceği tek somut eylem ve
örgütlenme biçimidir.
Ama bu birçok soruyu da beraberinde getirir. Bunlarla
yüzleşmemektedir.
Birincisi, Negri’nin “biz”i
sol aktivistleri kapsamaktadır. Hâlbuki İtalya’nın veya Batılıların büyük
çoğunluğu, bu göçe yardım etmek bir yana karşıdır. Bizzat İtalya’da Liga Nord
gibi örnekler var. Bunlar bizzat ülkenin kuzeyinin güneyinden bile ayrılmasını
savunan bir refah şovenizmi içinde.
Bu gün her hangi bir batılı veya zengin ülkeye giden şunu
görür, bu ülkelerdeki nüfusun ezici çoğunluğu ve özellikle de yabancı işgücüyle
rekabet içinde bulunma durumunda olan işçilerin en alt tabakaları ve işsizler,
yabancıların gelmesine karşı en militan takımı oluşturmaktadırlar. Bu sorunu
nasıl çözecek? Bu çelişkinin varlığı ve çözümü konusunda tamamen susuyor.
Hâlbuki şunu bilmesi gerek, eğer bir sol hareket, zengin bir
ülkede, sınırların kardırılmasını, dünyada iş gücünün serbest dolaşımını
isterse, hiçbir şekilde destek bulma şansı yoktur. Bu Avrupa’da da, Japonya’da
da Amerika veya Avustralya’da da böyledir.
Ama öte yandan, bu ülkelerden birinde, ama özellikle de
Amerika’da nüfusun büyük çoğunluğu buna kazanılmazsa, yani kapitalizme karşı
yönelmezse, insanlığın bir şansı yoktur.
Negri bunun farkında, örneğin ABD’nin tayin önemini açıkça
belirtiyor. Diyor ki:
“İnanıyorum ki, eğer
sol canlanacaksa, Amerika’da da canlanmak zorundadır.”
Doğru ama biz istemlerden değil de gerçek durumdan yola
çıkarsak, ABD’de solun canlanmasının nasıl olabileceği üzerine kafa yormak
zorundayız. Hâlbuki burada Negri, yukarıda sözü edilen soruna gözlerini
kapıyor. Yani ABD’deki ücretlilerin ezici çoğunluğunun iş gücünün serbest
dolaşımına karşı olduğu ve olacağı; sorunun bir ikna sorunu olmadığı, bütünüyle
iktisadi konumla ilgili olduğu konusunda susuyor. Yani Dünya proletaryasının
fiili bölünmüşlüğünde susuyor.
Bu sefer kendini zengin ülkelerdeki yoksullukla ve yoksul
ülkelerdeki zenginlikle şöyle avutuyor:
“Üçüncü dünyacılığın sona ermesinin başka bir sebebi daha
var: Çünkü fakir ve zengin sadece coğrafik çizgilerle ayrılmamışlardır. Birinci
Dünya ve Üçüncü Dünya bugün aynı karışıklığı yaşamaktadır.
Üçüncü Dünya’dan parçaları Los Angeles’ta, Birinci
Dünya’dan parçaları Güney Afrika’da bulabilirsiniz. Üçüncü Dünya ya da coğrafi
sınırlar içerisinde ulusal kriterlerin ön plana çıkarılması sorunların bir bütün
olarak yanlış tahlil edilmesini beraberinde getiriyor.”
Evet, dünyanın en büyük fakirliğini NewYork’ta ve en büyük
zenginliğini yine o “Üçüncü Dünya”da görebilirsiniz. Ama Üçüncü dünyanın
zengini nüfusun yüzde onuysa zengin ülkenin yoksulu da yüzde onudur. Bu yüzde
onla ABD’de bir değişiklik mümkün değildir.
İşin daha kötüsü, bu yüzde on, göçmen ile en çok rekabet
içinde bulunacağından, en çok milliyetçi veya ırkçıdır da. Bu çıkmaz konusunda
da hiç konuşmamaktadır.
Yani Negri’nin kavrayışında ekonomi politik, sınıfların
nesnel durumları kavrayışı pek yoktur. Sadece bu yok değildir, buna bağlı
olarak dünya proletaryasının bölünmüşlüğü konusunda susmakta ve onu görmezden
gelmektedir. Dolayısıyla bu bölünmüşlüğün nasıl aşılacağı gibi bir sorun da
bulunmamaktadır.
Ama tam da bunu görmediği için, bu zengin ülkelerin
işçilerinin veya hadi çokluğunun nasıl kazanılabileceği sorusunu sormamaktadır.
Negri de olmayan bir diğer sorun, kapitalizme karşı
mücadeleyi hala bir klasik sosyalist geleneğe bağlı olarak bir üretim ve siyasi
ilişkileri değiştirme olarak kavramasındadır.
Negri’nin gündeminde, burjuva uygarlığına karşı başka bir
uygarlığın programlaştırılması gereği; sadece devlet gibi siyasi araçların
değil, maddi ve manevi araçların da tarafsız olmadığı ve olamayacağı,
dolayısıyla tıpkı burjuva devletinin sınıfsiz bir topluma gidişte bir araç
olarak kullanılamayacağı gibi, bu uygarlığın maddi ve manevi araçlarının da
kullanılamayacağı gibi sorunların en küçük bir izi bile bulunmamaktadır.
Aslında, Negri’nin daha demokratik ve eşitlikçi ve ulusal
sınırları kaldırmış dünyada tüm iş gücünün serbestçe dolaştığı sistem teorik
olarak Kapitalizm ile çelişmez. Bu kapitalizm için ideal koşullar sağlar. Yani,
meta üretiminin tasfiyesinden hiçbir söz bulunmamaktadır.
Yani sadece sosyalist bir uygarlıktan söz etmemekle ve bunu
problematize etmemekle kalmamaktadır; en temel koşul bile, meta üretiminin
tasfiyesi bile bir hedef olarak ortada bulunmamaktadır. Dolayısıyla, programı
ideal bir burjuva programıdır.
Yani bu gün, burjuvazinin küçümsenmeyecek bir kesimi, iş
gücünün serbest dolaşımı; ulusal sınırların kaldırılması; zenginlik farklarının
azaltılmasına hiç de hayır demez. Bundan nesnel olarak çıkarlıdır.
Bu şöyle bir duruma benzer: soyut olarak burjuvazinin
toprağın kamusallaştırılmasıyla bir sorunu yoktur. Ama somut tarihte bunu
istemez. Ama kendine sosyalist diyen demokratların önemli bir kısmı bu burjuva
karakterdeki talebi savunur. Savunduğu aslında burjuvazinin bu nesnel
eğilimidir. Negri’nin durumu biraz böyledir.
Negri Modern ulus teorisini bilmediği için, bu günkü
sistemin ırkçı karakterini kavramamakta ve ulus devlet ile burjuva uygarlığı
buna karşılık ulusun bir inanç sorunu yapılması ile sosyalist bir uygarlık
tasarımı arasındaki ilişkiyi de kavramamaktadır. Ulusçuluğun bir ırkçılığın
aracı olduğunu görmemekte ve bunu kavramsal bir açıklamaya kavuşturamamaktadır.
Örneğin şöyle şeyler diyor:
“Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir
küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık
haklarını savunmaktır.”
Biz ise bunu şöyle formüle ediyoruz: ulusal olanla politik
olanın bağının koparılması; ulusun kişinin bir seçim ve inanç sorunu olarak;
kişisel bir sorun olarak alınması. Bizim önerimiz Ulusçuluğu, her biçimiyle
reddeder. Negri’nin önerisi ise, oldukça muğlaktır. Sorunu sanki küresel bir
ulusun yurttaşlığı gibi kavramaktadır. Burjuva uygarlığının dayandığı var oluş
biçimini sorgulamamakta, ama bu ulusu, küresel bir ulus olarak düşünmektedir.
Küresel dahi olsa o bir tek soyut küresel ulusla politik olanın çakışması
ilkesini sorgulamamaktadır. Yani başka bur uygarlık nosyonundan yoksundur.
Ama Ulus ve Ulusçuluk konusundaki teorik eksiklik sadece
burjuva uygarlığına karşı bir uygarlık ve dünyayı bir apartheit olarak kavrama
yeteneği göstermeme konusunda ortaya çıkmamaktadır. Yani sadece ulusçuluğun bu
günkü globalleşmede aslında aparthaitın, ırk ayrımcılığının bir aracı olduğunu
kavramıyor; aynı zamanda; hala belli ülkelerde ulusal baskıya karşı mücadele
konusunda kesin bir anlayışsızlık ve körlük olarak da ortaya çıkıyor.
Örneğin Kürt ulusuna ilişkin söylediklerini bir
hatırlayalım:
“Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu
düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir.
Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası kardeşlik diyoruz,
Kürt hareketine destek diyoruz.”
Burada, Kürdistan’daki ulusal mücadeleye ilişkin bir tek söz
yok ve kesin bir kavrayışsızlık var. Hâlbuki ciddi bir devrimci stratejinin
orta doğu gibi, dünyanın en kritik bölgesinde, Araplar Farslar ve Türkler
arasında bölünmüş bu ulusal hareketin potansiyelleri konusunda kafa yorması; bu
mücadelenin nasıl dünya çapındaki mücadeleye bağlanacağını sorması gerekir.
Tabii bunları sormadığı için, bu demokratik karakterli hareketin
başarısının ister istemez ne gibi sorunlarla karşılaşacağı gibi sorunlara da
hiç değinmemektedir. Nasıl olacaktır da bu ezilen ulusun hareketi, şu dünya
vatandaşlığı projesiyle birleştirilebilecektir. Böyle bir sorun da yoktur
problem de.
Ama sadece bu kadar değil, ulusçuluğun karmaşık nitelikleri
konusunda da son derece suskunluk ve anlayışsızlık içindedir. Uluslar arası
göçün nasıl ve hangi mekanizmalarla bir diyaspora ulusçuluğu yarattığı; bunun
uzaktan kumandalı ve çoğu kez anavatandakinden daha şoven ve fosilleşmiş
karakteri gibi sorunlar ve bunların politik mücadele bakımından yarattığı
sorunlar konusunda da hiçbir şey söylememektedir. Yani göç olgusunun kendisi
aynı zamanda cemaatlerin içe kapanması gibi sonuçlar da doğurmaktadır. Bu sorun
nasıl çözülecektir mücadele bakımından.
Farklı ulusçuluklar konusunda da hiçbir şey söylememektedir.
Örneğin Kürt hareketi içinde, bir yanda PKK’nın ifade ettiği, etniye dile
dayanmayan, coğrafyayla sınırlı, etni, dil vs.’yi ulus tanımının dışına iten,
burjuvazinin devrimci dönemine has bir demokratik ve cumhuriyetçi ulusçuluk ile
Barzani ve Talabani’de ifadsini bulan etni ve dile dayalı ulusçuluklar ve
bunlar arasındaki mücadelenin ortaya çıkardığı sorunlar vs. konusunda da bir
tek söz yok. Bütün bu sorunlar onun ufkunun dışında kalıyor.
Elbet bu eleştiriler uzatılabilir. Negri’yi eleştirenler,
onu edata fazla açılmakla, fazla ileri gitmekle eleştiriyorlar. Biz ise onu,
yeterince açılmamakla; sonuçlarından korkup tekrar gizlice sahile dönmekle
eleştiriyoruz.
Bu bölüne son verirken Negri’nin iki kavramına ilişkin
birkaç söz edelim.
Negri’nin Roma’sız imparatorluk kavramının hiçbir karşılığı
olmadığını düşünüyoruz. Aksine, dünya ticareti ve globalleşme imparatorluğu
zorunlu kılar. Bütün imparatorlukların esas işlevi ticaret yollarının
emniyetinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, globalleşme, Romalı bir
imparatorluk eğiliminin nesnel temelidir.
Bu imparatorluğun iki biçimi olabilir. Biri batı ortaçağında
görülen, uygarlığın batıya yeterince yerleşmemişliğiyle ilgili olan; eşitler
arasında birinci, aslında tepedeki imparatorun fazla bir gücünün olmadığı bir
vasal ve süzerenler hiyerarşisi biçimindeki daha barbar ama tarihsel olarak
kapitalizme geçişe olanak sağlamış imparatorluk biçimi. Diğeri, doğu
imparatorlukları gibi, bir tek egemen sultanın mutlak merkezi biçimi altındaki
imparatorluk.
Şimdilik gelişmeler birinci türden bir imparatorluğu
zorluyor. Ama bu imparatorluk yerleştikçe ikincisine giden yola girer. Bütün
imparatorluklar bu yolu izlemişlerdir. Bu anlamda, Üstte ABD, onun altında
Avrupa ve Japonya, Onun altında Çin, Rusya gibi bir imparatorluk sistemi ilk
elde gerçekleşebilir.
Ama bu başka bir tartışmadır ve Negri’nin dediğiyle ilgisi
yoktur. Ne var ki, Negri bu biçiminin gevşekliğini Romasız Romanın kanıtı gibi
kavrama eğilimi taşıyabilir. Bu yanlıştır.
Çokluğa gelince, bu tartışma başından yanlıştır. Biz, yeni
sosyal hareketlerin çıktığından beri “çokluğu” savunuyoruz. Ama çokluk aynı
zamanda birliktir de. Bu bir yanda işçi sınıfı bir yanda çokluk saçmalığı
değildir.
İşçi sınıfı çokluk olduğunda işçi sınıfı olur. Çokluk ta
ancak işçi sınıfı olduğunda Çokluk olur.
Bu saçma ikilemin dışındayız.
Bu çok farklı öznelerin varlığı ve bunların programatik,
stratejik ve örgütsel olarak ortaya çıkardığı sorunlar da sosyalistler için
bilinmez kalmaktadır. Negri ile bu bağlamda da buraya kadar eleştirdiğimiz bir
pozisyondayız.
Bir “çokluk”tan söz ederken haklıdır Negri. Ama bunu
tanımlama, sorunları vs.de son derece belirsiz ve yüzeysel kalmaktadır.
(Bu yazı burada yarım
kalmış. Yarım kalan yazının altında Negri’den alıntılar ve bizim yazdığımız
kısa hotlar var. Bunlar aşağıda yer alıyor. Dokurmaya gönlüm elvermedi. Bir
belgedirler artık.)
“Bu kitap, karşılıklı
olarak birbirini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: İmparatorluk ve
çokluk.
Sol iki yanlışa
saplanmış durumda. Birincisi, küreselleşmenin totaliter, statükocu ve tıkanmış
olarak görülmesidir. Bu bakış açısına göre, kapitalizm tamamen sermayenin
baskıcı egemenliğinin bir çeşididir. Ve yine bu bakışa göre, kapitalizmin
konseptine öncülük eden tüm ideolojik düşünce ekolleri devinimsiz ve
dogmatiktir. İkinci büyük yanlış ise; kapitalizm, bir hukuk olarak her şeye
hükmederken, solun küreselleşmeyi sadece totaliter bir fenomen biçiminde
değerlendirerek ve ulusalcılığı esas alarak küreselleşmeye karşı direnmesidir.
Sol ulusal sınırları tek zemin olarak kabul ediyor. Sermaye karşısında
ulus-devleti güçlendiren her türlü politika yanlıştır. Bunun yerine küresel
zemini direnişin maddi temeli olarak kabul etmeye ihtiyaç vardır. Bugün
Avrupa’da çok karakteristik bir fenomen olarak Fransa’nın cumhuriyetçi
devletinin korunumu var. Mesela Fransa’da yapılacak seçimlerde aday olan
Chevenement, küreselleşmeye karşı ulus devleti savunan bir programla hem soldan
hem ve sağdan oyları topluyor. Bugün yapılabilecek en büyük hata budur.
Peki siz nasıl bir küreselleşme öneriyorsunuz?
Daha çok özgürlük,
daha çok eşitlik, daha çok demokrasi ve adalet. Alternatif küreselleşmeden
kastettiğimiz de zaten budur. Sözkonusu mevcut küreselleşmenin biçimi ve
uygulanması eleştiri konusudur, küreselleşmenin kendisi değil. Kastettiğimiz
daha üretken ve demokratik bir küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün
ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır.
*
İnanıyorum ki, eğer
sol canlanacaksa, Amerika’da da canlanmak zorundadır. Şimdiye kadar sol kendini
hep emperyalizme karşı savaş ile ifade etti. Ama bence en önemli problem,
sermayeye karşı örgütlenmektir. Günümüzün proletaryasını, yani göçmenleri,
kadınları, işçileri, işsizleri, entelektüelleri örgütleyebilmek. Bunların
ihtiyaçlarını, istemlerini organize edebilmek asıl problem. Bu aynı zamanda
sosyal bir sorundur da. Bence bugün solun en temel problemi, göç hareketini
takip etmemektir.
Bugün sol bununla
kurulmalı, sol, sınırları ortadan kaldırabilme yeteneğiyle ölçülmelidir. Eğer
ürünlerin dünya çapında bir pazarı varsa, emek gücünün de ürünler gibi dolaşım
serbestisine sahip olmaması anlaşılmazdır. İşte, sol bunun üzerinde
yükselmelidir. Sol sözkonusu işgücünün dünyada yayılması için daha fazla göç
hareketini örgütleme yeteneği üzerinden doğacaktır. Ve o zaman bu
hareketliliğin, bu hareketlerin teminatı olma gerçeğinden doğmalıdır.
*
Halkların mücadelesi
devam ediyor. Bir defa yaşadığımız koşullardan sıyrılmalıyız ve Üçüncü Dünya
Teorisi’ni de artık terk etmemiz gerekiyor. Çünkü dünya düzeni sınırları buraya
getirdi ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de bazı sınırlar koydu. Bu mücadeleler
tek tek insanların, ulusların, etnik grupların özgür olabilecekleri boşluklar
yarattılar. Ama inanıyorum ki, bu eski bir teoridir, eski bir yöntemdir. Bugün
kendini özgürleştirmeden, kendisini efendisinden kurtaran etnik gruplar bu
kürenin içerisindedirler, dolayısıyla küreselleşmenin içerisindedirler. Üçüncü
dünyacılığın sona ermesinin başka bir sebebi daha var: Çünkü fakir ve zengin
sadece coğrafik çizgilerle ayrılmamışlardır. Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya
bugün aynı karışıklığı yaşamaktadır.
Üçüncü Dünya’dan
parçaları Los Angeles’ta, Birinci Dünya’dan parçaları Güney Afrika’da
bulabilirsiniz. Üçüncü Dünya ya da coğrafi sınırlar içerisinde ulusal
kriterlerin ön plana çıkarılması sorunların bir bütün olarak yanlış tahlil
edilmesini beraberinde getiriyor. Sorunlarımız bazı kapitalistlerin bakış
açısını önplana çıkarmak ya da Üçüncü Dünya’ya yardım etmek değil. Sorunumuz
sınırları açmak ve çokluklar arasında haberleşme ağını sonuna kadar
geliştirmektir.
*
Peki örgütlenemeyen, düşünce özgürlüğünden yararlanamayan kitleler
nasıl haklarını savunacaklar?
Kaçarak...
Nasıl yani?
Gemileri, göçmenlerle
doldurup doldurup Türkiye’yi boşaltmak gerekir. Bütün Batılı ülkeleri de bunu
kabul etmeye zorlamak lazım. Şu anda devletler çok fazla güçlüler. Asalak
halini almışlar. Tümüyle saf ve kuru şiddetçiler. Ulus-devletler basılmak üzere
yaratılmış birer böcektirler. Ancak halkların reel ve aktif bir küreselleşme
perspektifiyle modern olanı öldürüp yeni bir döneme girebiliriz. Modern olandan
bahsettiğimiz zaman, elbette ki ulus-devletten bahsetmiş oluyoruz. Bugün
ulus-devlet Ariel Sharon’dur. Filistin’de yaşananlar, çağımızın en korkunç
olaylarıdır. Biz bunu saf hassasiyet ve dayanışmadan dolayı reddediyoruz.
Yapılanlar vahşiliğin izleridir ve geçmişe aittir.
*
Kitabınızda ve konuşmalarınızda göç hareketinden sıkça bahsediyorsunuz.
Mesela İtalya’da ve diğer birçok ülkede göçler, neredeyse yüzyılın felaketi
olarak görülüyor. Neden felaket? Göç neyi tehdit ediyor?
Dünyanın üzerinde bir
hayalet dolaşıyor, Marks bu hayaletin komünizm olduğunu söylemişti. Bugün ise
dünya üzerindeki hayalet, göçlerdir ve bence göçmenler, İmparatorluğu istila
eden 21’nci yüzyılın yeni ‘barbarlardır’. Ancak bu olumlu bir ‘barbarlıktır’.
Ben göç hareketini sonuna kadar destekliyorum. (Negri “Doktorcu” olmuş!)
İtalya’dan biliyoruz,
Kürtler, diğer göçmenler o yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile
karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet
biçimi, sömürüye karşı yeni özgürlük alanları yaratıyorlar. Nitekim insan
cemaati de dolaşım yollarında kurulmuştur. Hareketlilik her zaman önemlidir.
Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Tarihin hiçbir döneminde şimdiki gibi bir
göç hareketi oluşmadı. Evet felakettir, çünkü emek gücünün hareket kabiliyeti
ve göç hareketlerinin denetime alınamaması sistemin çöküşünü hızlandırıyor.
Ulusal egemenlik sınırlarını delen göç akımına karşı devletler, katı yasalar
hazırlıyorlar, büyük bir operasyon yürütüyorlar. Ancak hareketi
durduramayacaklar. Oturup bu yeni istilacı ‘barbarların’ sonsuz yollarından
yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz.
*
Kürt hareketine ilişkin
neler söyleyebileceksiniz?
Kürt hareketinin en
güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey
göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna
uluslararası kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.
*
Negri: İmparatorlugun
emperyalizmi uluslararası sistemin örgütlenmesi
açısından aştığı tezi bir eğilime dair bir tezdir. Bazılarının "Irak'ta Amerikan
emperyalizmi" olarak adlandırdıkları şey İmparatorluk'un ilerlemekte olduğunun
belki de en ikna edici testidir.
Amerikalılar Irak'ta kendi başına ayakta durabilecek bir yönetim kurmada başarısız oldular. Birleşmiş
Milletler "önleyici savaş"
üzerine bir karar almayı reddettikten sonra bile, yine bu kuruma başvurmak zorunda kaldıkları görüldü.
Uluslararası düzeyde küçük düştüler. Bu
savaş için gerekli parayı bile tahsil edemiyorlar. Ortaçağda İngiliz kralının aristokratlarından
krallık savaşlarını finanse etmelerini
istediğinde düştüğü duruma düştüler. O dönemdeki gibi bugün de aristokratlar, "temsiliyet
yoksa vergi de yok" ilkesine göre,
tam da Amerikalıların vermek istemediği bir şey istiyorlar: Irak hükümetine katılım. Bakın, ben
Amerikalıları savunmuyorum. Söylediğim olan bitenin Amerikalı, tek taraflı bir
tepki, iflas etmiş emperyal modelleri yeniden
kullanma girişiminden ibaret olduğu. İmparatorluk'un oluşumu eğilimi (açımlanırken - emrah) Amerikalılar
askeri güçleri sayesinden süreçten
mükemmel bir şekilde fayda sağlayabilirlerdi. Ancak onları durduran şey tam da bu eğilim oldu. İşaret
ettiğiniz noktaları tekrar ederken çok
dikkat etmek gerekir. O noktaları teker teker bir daha sayarsanız, size hepsini teker teker
yanlışlayabilirim
*********************************************************************
Negri’nin sorunu şu, onun
sisteminde ulusal egemenlik ve ulus ilkesi yaşamak zorunda, çünkü, o bizzat
dediği sınırları yıkalım talebinin arında da bunun yaşatılması yatmaktadır.
Antik İmparatorlukların
temelinde ticaret ve ticaret yolları vardır. Ticaretin emniyetli bir şekilde
yürüyebilmesi tüm imparatorlukların asli işidir. İmparatorluklar ticaret
yolları boyunca oluşur ve yayılırlar. Sadece ticaretten doğmazlar aynı zamanda
onu gelişimi ve yaygınlaşmasına da belli bir itilim verirler. Roma
imparatorluğunun yaptığı yollar bu güne kadar gelmiştir. Osmanlı Ordusu’nun
sefere giderken aynı zamanda yollar yaptığı anlatılır.
Modern Kapitalizm için de durum
farklı değildir. Britanya İmparatorluğu, her şeyden önce dünya ticaretinin
gerçekleştiği deniz yolları üzerinde Britanya’nın egemenliği demekti. Hem
ticaret yolları bir Britanya İmparatorluğunu gerekli ve olanaklı kılmıştı hem
de bu imparatorluk dünya ticaretinin gelişmesini.
Yirminci yüzyıl, bu gidişte bir
duraklama ve gerileme olarak görülebilir. Şimdi Globalizm ile birlikte
kapitalizm tekrar eski yörüngesine girmiş demektir. Komünist Manifesto’nun son
yıllarda en çok aktarılan satırlarının bu globalleşme eğiliminin anlatıldığı
satırlar olması bir rastlantı değildir.
Ama Globalleşme demek her
şeyden önce mal ve para ticaretinin dünya çapında büyümesi ve gelişmesi
demektir. Bu bakımdan, globalleşme, bu ticaretin emniyeti ve düzenli işlemesi
ve bunun için maddi ve manevi koşulların oluşturulmasını zorlar. Bu ise, farklı
çıkarların ve güçlerin olduğu bir dünyada, dünya çapında bir imparatorluğu
zorunlu kılar. Yani kimilerinin sandığının aksine imparatorluk
globalleşme ile çelişmez, aksine onun gelişmesinin koşuludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder