19 Mayıs 2014 Pazartesi

Michael Hardt’ın Don Kişot’taki Toplantısının Düşündürdükleri

Antonio Negri ile birlikte İmparatorluk ve Çokluk kitaplarının yazarı Michael Hardt, başka bir davetle ilgili olarak Türkiye’ye gelmiş ve bu vesileyle Gezi hareketi ve onun kalıntılarıyla daha doğrudan tanışıp bir izlenim edinebilmek için Yeldeğirmeni’ndeki “Don Kişot İşgal Evi”ne gelipbir sohbet toplantısı yapmak istemiş. Elbette bu memnuniyetle karşılandı ve duyurusu yapıldı.
Teorik öngörüler, varsayımlar ve açıklama denemeleri ile var olan (olgular) arasındaki ilişkiyi sürekli kontrol etmek, gözden geçirmek her ciddi teorisyenin sürekli yapacağı ve yapması gereken bir iştir. Dünyanın durumu (İmparatorluk), güçler (Çokluk) gibi temel sorunları açıklama ve yön verme; bunun için bir kavramsal sistem geliştirme iddiasındaki Hardt’ın ziyareti de kendisi açısından muhtemelen böyle bir anlama sahipti ve daha sonra ele alacağımız soruları da böyle olduğunuima ediyordu.
Doğrusu, bir zamanlar Türkiye’de yayınlandığında epey gürültü koparan “İmparatorluk” ve daha sonra da Türkçe’ye “Çokluk” diye çevrilen ve daha az gürültü koparan; hem de Dünya çapında gelişmeleri ve mücadeleninin sorunlarını açıklamaya yönelik bir sistemli çaba olan iki kitabın iki yazarından birinin, katıldığı böyle bir toplantıya yüzlerce kişi geleceğini ve bizim köhne ve küçük Don Kişot’un gelenleri almayacağını düşünüyordum.

Her zaman kötümser olmaya çalışmaa rağmen, çok iyimsermişim ve boşuna korkmuşum. Gelenler yetmiş kişi kadardı ve küçük ve köhne Don Kişot’un içinde daire biçiminde oturup konuşacak kadar azdık.
Kanımca bu şunun da bir göstergesidir, Gezi hareketinin var olmuşluğuna rağmen, genel ve temel teorik sorunlara ilgi hala yoktur ve çok azdır. Gezi hareketi henüz bir entelektüel ve teorik toparlanma yaratmış olmaktan çok uzaktır.
Hâlbuki Gezi eğer dünyayı değiştirmek istiyorsa, bugün dünyada muhalif saflarda bulunan ve genel bir teorik arka plan, kavramsal araçlar, program sunma iddiasındaki neredeyse uluslar arası ölçüde bilinen, tek teorik açıklama denemesinin bir savunmacısının böyle bir gelişini, genel ve temel sorunları tartışabilmek için eşsiz bir fırsat olarak değerlendirebilirdi.
Bir kıyaslama daha açıklayıcı olabilir. Örneğin 68’deki üniversite işgallerinden bir yıl sonra, Türkiye’ye diyelim ki bir Herbert Marcuse veya Regris Debray gelseydi böyle bir fırsatı kaçırmamak için orayı doldurur; toplantı öncesi ve sonrasında onların kitaplarını okur; kimbilir ne ateşli teorik tartışmalar yapardık.
Örneğin o zamanlar pek dil bilenimiz yoktu, hele İspanyılca hak getire. Ama Küba’da çıkan Granma’yı, 16 Yüzyıl’da İspanya’dan kaçıp buralara geldiği için 16. Yüzyıl İspanyolcası sayılabilecek Ladino konuşan Yahudi arkadaşlarımıza çevirtip dünyayı izlemeye çalışırdık. Türkiye’nin içe kapalılığına rağmen, gözümüz Dünya çapındaki strateji tarışmalarında Çin’in, Sovyetler’in, Üç Kıta Konferansı’nın, Regris Debray’ın veya Marcuse’un, neler dediğindeydi.
Ve tartışmış olmak için de tartışmazdık; o tartışmalardan çıkan sonuçlara göre de davranırdık. Örneğin THKO’nun kökeninde, Regris Debray’ın “Devrim’de Devrim” adlı kitabı vardır. Belki Debray’ın bile ciddiye almadığı bu kitabı bizler ciddiye almış ve orada öngörülen stratejiye uygun olarak (Denizler, Sinanlar, Hüseyinler) gerilla savaşını başlatmak için dağa çıkmışlar ve bunun yolunda ölmüşlerdi. Muhtemelen Debray bugün bile kitabının Türkiye’de böyle sonuçlar yarattığını hala duymamıştır ve bilmiyordur.
Teoriye ilgisizlik bir hareketin en büyük düşmanıdır.
Bir ulusal hareket olan Kürt hareketi bile bunu kanıtlar. Türkler hor görürler ama Kürt hareketinin önderi olan Öcalan da örneğin Teorinin önemini bilir, vurgular ve buna uygun davranarak sistemli teorik hazırlıklar ve açıklamalar yapar. Son yıllarda genel ve temel sorunlara değinen en çok kitap yazmış insanlardan biridir. Gezi teorik tartışmalara girmediği; Kürt hareketinin Öcalan’ı çıkarması gibi, kendi teorisyenlerini yetiştiremediği takdirde sönümlenip gitmeye de mahkumdur. Şimdiki durum bu yönde pek umut olmadığını gösteriyor. Kürt hareketinin canlılığı ve dinamizmi ile bir teorisyen olarak Öcalan’ın varlığı arasında bir diyalektik ilişki vardır.
Zaten Hardt’ın toplantıda söyledikleri de bu yönde sayılabilirdi.
*
Toplantıya gelenler de Hardt’ın neler söyleyeceğini dinlemek için gelmişlerdi muhtemelen.
Tabii benim için durum tamamen farklıydı. Ben de Hardt ve Negri gibi, dünyanın bugünkü durumunu sistemli bir biçimde açıklayacak bir teorik temel, pogram, strateji örgüt ve mücadele biçileri sorunlarını tartışan ve bu konularda sistematik görüşleri olan bunları açıkladığı kitaplar yazmış bir insandım. Belki de bugünkü dünyada bizlerden başka böyle kimse de yoktu.
Çok temel bir fark vardı tabii. Onlar sosyolojinin kavramlarıyla değil, felsefenin kavramlarıyla tartışıp oradan programatik, stratejik görüşler oluşturmaya çalışırlarken; ben Sosyolojinin (yani Marksizm'in) kavramlarıyla tartışıyor ama bizzat Marksizm'in kendisini bir Marksist olarak eleştirerek ve geliştirerek yepyeni bir kavramsal temel sunuyordum.
Tabii şöyle bir fark daha vardı. Biz az gelişmiş bir ülkenin dil bilmeyen, Türkçe’de bile bilinmeyen az gelişmiş devrimcisiydik; onlar dünya çapında tanınan, esernleri çeşitli dillere çevrilen global çapta meşhur teorisyenlerdi. Ama içerik bakımından bu sosyal konumların bizce hiçbir önemi yoktu.
Elbet dayandığımız teorik temelleri tartışamazdık. Bunun fizik koşuları yoktu. Herşeyden önce ingilizce bilmemem nedeniyle olamazdı bu. Ama belki ulaştığımız sonuçların farklılığından hareketle acaba Hardt’ın kafasına birkaç soru işareti takamaz mıydım?
Toplantıya biraz da böyle bir umutla gitmek istiyordum ama gelişmiş ülkelerdeki aydın ve sosyalistlerin farkına varmadan dışa vurdukları latent (incesinden, gizli, doğal) ırkçılığı bildiğim için böyle bir umudum da yoktu.

İleri Ülke Aydın ve Sosyalistlerinin Rafine Irkçılığı

İşin kötüsü tam da korktuğum gibi oldu. Hardt kendini tam da eşit duruma koymak isterken bu ırkçılığı yapıverdi. Tabii bunu toplantıda hisseden muhtemelen sadece bendim.
Hepimiz eşittik. Eh daire biçiminde de dizilmiştik. Bir arkadaşımız da toplantıyı yönetiyor, sözleri dağıtıyordu. Hardt da kendisine söz verilince, birlikte konuşalım şu soruların cevaplarını öğrenmek istiyorum diye tevazuyla (hatırımda kaldığı kadarıyla) şu soruları sıraladı:
·         Gezi’nin toplumsal bileşimi nedir?
·         Gezi’nin sınıfsal bileşimi nedir?
·         Gezi’nin politik örgütlenme biçimleri nelerdir?
·         Yatay bir hareket olarak Gezi nasıl sürekli olabilir?
·         Demokrasiden ne anlaşılıyor?
·         Gezi’nin uluslar arası boyutları nelerdir (İlgiler, bağlantılar, dersler)?
Elbet bunlar her ciddi sosyalistin, hareketler ve sorunlaı üzerine kafa yoran herkesin, her Gezi’cinin sorması gereken sorulardır. O da bilimsel düşünce disiplini edinmiş bir akademisyen ve sosyalist olarak bunları sordu.
Peki bunun ırkçılık neresinde denebilir?
Irkçılık soruların içeriğinde. Neden ve nasıl?
Gelişmiş ülkenin aydını ya da sosyalisti için geri ülkenin aydını ve sosyalisti olgular hakkında bilgi toplayacağı bir kaynaktır. Teorik genelleme ve sonuçlar çıkarmayı kendine görür. (Bunu bilinçsizce yapar, kötülüğünden değil.) Irkçılık tam da buradadır. Biçimsel olarak eşit hatta tevazu olarak görünen şeyin kendisinin içeriğindedir bu ırkçılık.
Dikkat edilirse soruların hepsi olguları toplamaya yöneliktir. Sentezi ve sonuçlar çıkarmayı kendine ayırmaktadır, böylece farkına bile varmadan içeriksel bir dışlama ve alta yerleştirme yapmış olmaktadır.
Hâlbuki kendisi olgulardan teorik sonuçlar çıkaran bir insan olduğuna göre, şöyle de başlayabilirdi örneğin. “Görüşlerimiz biliniyor? Gezi olayı ile bu görüşler arsında şöyle çakışan ve/veya çelişen noktalar var. Sizlerin veya içinizden birlerinin bunları daha tutarlı ve sistematik olarak açıklayan bir teorik sisteminiz var mı?”
Böyle sorsa, iki genellemenin arasındaki, iki açıklama teşebbüsünün arasındaki kavramsal sorunlar ve olguları açıklamaya ne kadar uyun oldukları tartışılabilir. Bu eşitler arasında, farklı teoriler arasında, farklı açıklamalar arasında bir tartışma olur. Hâlbuki sadece olgulara ilişkin sorular sorması, karşısında bir genelleme, bir alternatif teori bulunmadığı ve bulunmayacağı varsayımına dayanmaktadır. Irkçılık tam buradadır.
Ama burada sadece Hardt’ı da suçlamamalı. İleri ülkelerin aydınına hayran, kendisini ileri ülke aydını ya da sosyalistinin koyduğu yerde gören bunu içselleştirmiş sosyalist ve aydınlarının suç ortaklığını (Mittäterschaft) da görmeli.

Suç Ortaklığı (“Mittäterschaft”)

Kadın hareketi, kadınlar üzerindeki baskının sadece erkeklerin kadınlar üzerindeki baskısıyla değil, kadınların bunu içselleştirip yeniden üretmesiyle de devam ettiğini gösteren geniş bir literatür briktirmişti. Aslında bütün baş kaldıran ezilenlerin benzer özeleştirileri vardır. Örneğin Öcalan en ağır eleştirileri Kürtlere yapardı. Malcolm X veya Franz Fanon en ağır eleştirileri siyah adama yapar. Bu “suç ortaklığına” bu baskıyı içselleştirip yeniden üretmeye yapar.
Bunu şöyle bir örnekle anlatayım, Almanya’da uzun yıllar Alman sosyalist örgütlerinde çalıştım. Onlarda biz yabancılara fikrimizi sadece yabancılar söz konusu olduğunda sorarlardı. (Bakın bizim de yabancımız var demeye yarayan vitrin malzemelriydik çoğu kez) Ama daha kötüsü yabancıların da sadece yabancılar söz konusu olduğunda bir şey söylemeleri ve bunu normal karşılmalarıydı. Bu karşıyıklı latent ırkçılık ve suç ortaklığını bozan her davranış, örneğin benim bir yabancı olarak teorik koularda, Dünya veya Almanya politikası hakkında konuşmaya kalkam ama yabancılar konusunda hiç söz almayıp, konuşmayı Almanlar’dan beklelem, hem latent ırkçı Almanların hem de bunu içselleştirmiş yabancıların birleşmesine ve tepki göstermelerine yol açıyordu. İkisinin de varlığı için diğerine ihtiyacı vardı.
İşte Hardt’ın toplantısında olan da bu oldu. Hemen herkes tam da onun biçtiği rolü kabullenip öyle bir konuşma yaptı. Bunun kendisini sorgulayan, bir karşı teorik sitem ve açıklama öneren veya böyle bir şeye cesaret eden kimse yoktu. Yani oradakiler aslında kötülüklerinden değil, farkına varmadan, genellemeyi batılı veya ileri ülke aydınlarının işi görüklerinden, Hardt’ın latent ırkçılığının suç ortaklığını yapıyorlardı.

Hardt’ın Sorularına Cevaplar

Hardt soruları böyle sorunca bize ev sahiplerinden biri olarak tek olanak kalıyordu: onun sorularına sistematik bir cevap verip, bu sistemüatik cevabın arkasındaki teorik yapıyı kısaca açıklamak. Yani hem onun koyduğu yerden cevaplamak; ama hem de sorunun bu tarz sorulmasından duyulan rahatsızlığı hissettirmek ve konuyu teorik açıklama denemelerine ve bunların kavramsal temellerine çekmek.
Bu nedenle ilk sözü aldım. Gezinin sosyal ve sınıfsal bileşimine ilişkin kendi açıklamamı kısaca birer ikişer cümlelik özetlerle sundum (Ama devam edemedim, sözüm kesildi ve başka arkadaşların konuşacağı söylendi.)
Sadece şunları diyebildim hatırımda kaldığı kadarıyla:
Gezi hareketi, bir harekette üç harekettir.
1.      Baskıcı, büroratik, militer ve keyfi şark devletine karşı bir demokratik karakterde hrekettir.
2.      Ulusun Türklükten ziyade İslam’la ve onun gerici bir yorumuyla tanımlanmasına karşı bir ulusal harekettir.
3.      Bir de Kadın, Ekoloji, LGBT ve Barış hareketi gibi yeni sosyal hareketlerden oluşan bir amalgamdır.
Gezi’ye katılanlar elbette esas olarak ücretlilerdir. Yani işçilerdir. Ve bu Gezi’nin demokatik karakterini vermektedir.
Ama onları harekete getiren işçi olarak sorunları değildir. İşçi olarak konum ve çıkarları nedeniyle harekete geçenler; herhangi bir ulusal veya dinsel baskı hissetmeyenler; yani işçilerin durum ve çıkarlarıyla ilgili bir hareket olarak işçi harketi Gezi’ye karşı konumda ve hükümetin arkasında yer almıştır.
(Tam burada sözüm kesildi. Bunun da pek rastlantısal olduğunu sarnmıyorum. Böyle şeyleri işitmekten hoşlanmıyor çoğumuz.)
(Devam edemedim ama etseydim neler diyeceğimi yazılarımı okuyanlar tahmin edebilir. Gezi’nin örgütlenme açısından tam bir başarısızlık olduğu; Örgütlenmeye karşı çıkarkan en kendisiyle ilgisiz örgütlere ipini kaptırdığı; Hala aynı sorunlarla boğuştuğu. Bir alternatif iktidar oluşturma perspektifinden yoksunluğu; ama bunun lafını çok ettiği; demokrasi konusunda çok konuştuğu ama demokratik mekanizmeler yaratmaktan çok uzak olduğu; dünya çapında bir perspektifinin ise hiç olmadığı gibi özelliklerine değinecektim. Sonra da devam edip, Hardt ve Negri’nin açıklamasının ve kavramlarının zaaflarına dokunup kendi sistemimin kısa bir açıklamasını yapmayı düşünüyordum.)
Sonra konuşanlar aslında kimi olguların şu veya bu yönüne vurgular yaparak, aslında dediklerim ve birbiriyle çelişmekten ziyade birbirini bir puzzle’ın parçaları gibi kendiliğinden tamamlayan değinmeler yaptılar. Ama konuşmalar esas olarak Hardt’ın ilk iki sorusuyla sınırlı kaldı denilebilir. Ama esas teori, strateji ve örgütlenme sorunları diğer sorulardaydı. Sözüm kesilmeseydi belki tartışmaların ağırlığı o noktaya kayabilirdi.
Bereket Hardt bunu bir ölçüde olsun giderdi.
Şöyle oldu.

Hardt’ın Vurguları: Gezi İçin Tabu Kırmalar

İlk bölümde bizler olgulara ilikin görüşleimizi sıraladıktan sonra buraya zaten Hardt’ı dinleme umuduyla gelmiş insanlar olarak, ikinci bölümde onun konuşmasını istediğimizi ilettik (yine “suç ortaklığının” bu sefer tersinden görünüşü) bizler nasıl olsa birbirimizi hergün görüyorduk ve de kimse doğruğu yerde peygamber değildir.
İkinci bölümün başında Hardt’a söz verildi ve akustik nedenlerle çoğunu anlayamadığım kısa bir konuşma yaptı. Daha sonra da bazı arkadaşlar ona sorular sordular (Soru sormak!.. Ama bu soruların Hardt’ın sorularından farkı şudur: ondan açıklama beklenmektedir. Olgular hakkmında birikim yapmak için sorular değildir bunlar. Hardt’ın soruları böyleydi. Yani yine latent ırkçılığın suç ortaklığı.)
Ama Hardt orada bulunanların ve Gezi’nin hiç hoşlanmayacağı şeyler söyledi.
Bence en önemli ikisi şuydu.
Biliniyor Gezi, bürokratik önderliklerden yılmış bir kuşağın da (ki bu önderlik düşmanları bir zamanlar önderleri tanrılaştıranlardılar genellikle. Otorite megalomanlığı ve otorite düşmanlığı aynı madaylonun iki yüzüdür.) yargılarını zerrece bir elmeştirel düşünceden geçirmediği için, bir önderliğin reddi ve mutlak bir eşitlik vurgusu ve özlemi vardır. Biçimsel bir eşitlik ile içeriksel eşitsizliğin ayrımı yapılmaz. Entelektüel ve teorik farklılıkların bu sistemde kaçınılmaz olduğu üzerine kafa yorulmaz. Önderliklerin de aslında bürokratik dayatmalar olmadığı; gerçekten geniş kitlenin eğilimlerini en iyi ifade edip en uzak görüşlü ve yaratıcı davrananların önder olduğu; önderlik kavramının bunu içerdiği gibi şeyler unutulmuştur.
Herkes Hardtın da bu iş önderliksiz olur; hiyerarşiye karşıyız falan demesini beklerken Hardt, bu işler önderliksiz olmaz deyiverdi. Maazallah aramızdan biri bunu söylemiş olsaydı, linç edilirdi. İyi oldu, bir mal nasıl Avrupa damgası vurulunca daha iyi kabul görüyorsa bir fikir de Amerikalı bir teorisyenin ve akademisyenin ağzından duyulunca kimse ağzını açıp bir söz edemiyor. Hardt bir tabuyu kırdı ve tartışmaya olanak açtı.
İkincisi de benzeri bir konudaydı. Biliniyor gezi yatay örgütlenme deyip, her türlü merkezi olarak organize olmaya karşı durma eğilimine sahip. Şu forumların ağlama duvarına dönmesi, bir divan (toplantıyı yönetecek olanlar) secilip bir gündem tartışması yapıp gündemin belirlenmesi ve toplantıların öyle yapılması gibi şeylerin yokluğu hep bununla da ilgili.
Hardt, sırf yatayla da olaz bu işler biraz dikey de gereklidir deyince ikinci bir tabuyu daha kırmış oldu.
Hardt bir de dünyadaki gezi benzeri hareketlerin hepsinin belli bir çıkmaz içinde olduğuna dair kuşku ve düncelerini; bunların uluslar arası bir örgütlenmeden yoksunluğunu ilişkin sorunları da sezdirmeye çalıştı.
Ayrıca tıpkı bizim gezi ve forumlara somut önerilerimizde olduğu gibi, hep alternatif bir iktidar, karşı iktidarın oluşturulması bağlamında örgüt ve mücadele biçimlerine yaklaşıyordu. Bu da bence onun son derece önemli ve bizimle denk düşen bir yanıydı.
Söylediklerinden benim anlayabildiklerim bunlar oldu. Toplantıya katılanlardan düzeltme yapanlar olursa çok sevinirim.

Karşı Genellemeler ve Ulus Sorunu

Bu bölümde de söz aldım ve bu yazı boyunca anlattığım tavra uygun olarak, ilk bölümde yapamadığımı, kocaman bir sıçrama ile yapmaya çalıştıım.
Hardt’a soru sormayacağımı karşı bir eleştiri yapacağımı; birkaç eleştiri ile kendilerine belki bir teorik çıkış kapısı sunmaya çalışacağımı söyleyerek söze başladım. Bizim gibi Hardt’a akıl vermeye kalkan biri, biraz alayla ve gülmeyle karşılandı, gelen mırıltı ve gülümsemelerden anladığım kadarıyla.Özetle şunları söylemeye çalıştım.
Sizin teorik sisteminizi biliyorum. Sizin kafa yorduğunuz sorunlara kafa yoran ama bunu Marksist kavram sistemiyle yapan bunun için Marksist kavramları geliştirmeye çalışan bir insanım. Ama bu teorik sistemler arasındaki farklara ve bunlarımn eleştirisine burada giremem. Ancak sizin ulaştığınız bazı sonuçlardan hareketle bir iki somut eleştiriyle bir iki ipucu vermeye çalışayım. Çünkü bu noktaların izin çıkmazınızı oluşurduğunu düşünüyorum.
Sizin teorinizin en büyük yanlışlığı ve eksikliği bir ulus teorisinin olmaması. Ulusun ne olduğunu bilmiyorsunuz. Bu sizin ulusçuluğu yeniden üretmenize yol açıyor. Uluslara karşı değilsiniz somut önerilerinizde. Onu yeniden üreten bir yaklaşımınız var. Tıpkı Enternasyonalistlerin ulusçuluğu yeniden üretmesi gibi. Enternasyonalizm de ulusçuluğu reddetmez. Ulusçuluk ulusal olanla politik olanın çakışmasıdır. Bu çakışmayı reddetmez, aksine yeniden üretir. Siz da bunu reddetmiyorsunuz. Dolayısıyla bir ulusçu olmanın ötesine gidemiyorsunuz. Örneğin Rünya Parlamentosu öneriniz böyle. Halbuki, uluslara karşı; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı olmak gerekir. Temel programatik farkımız budur. Bu eksikliğinizin de bilincindesiniz ama üzerine gitmiyorsunuz. Çünkü kavramsal araçlarınız yok.
Bunzari burada da var. Tipik bir örneği burada Gezi’den vereyim. Burada da hep başka yaşam alanlarından; başka toplumdan ve ilişkilerdern söz ediliyor. Ama Türklükle tanımlanmış, Türk bayrağının dalgalandığı bir ülkenin toprakmlaında bunun alternatifi konusuda susarak bu olabilir mi? Olamaz. Gezi ve forumlar, bu can alıcı sorundan kaçıyorlar ve bunu tartıymayı gündeme almıyorlar. Örneğin Türk bayrağına karşı hiçbir dile, dine, vs. göndermesi olmayan bir bayrağı; alternatif bir ulusu ve yurttaşlığı benimseyebilir forumlar ve Gezi. Ama bunu bile yapmadan, ileriye kaçarak, alternatif yaşam alanlarından vs. söz diyorlar. Aynen sizin zaafınız burada da var.
Aşağı yukarı böyle şeyler söyedim. İzlenimlerim özetle böyle. Tabii burada “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” yapıyoruz.
Toplantıdan sonra bu yazıyı yazmak için bigisayarın başına oturduğumda bir zamanlar İmparator ile ilgili bir yazı yazmak istediğim aklıma geldi. Biraz arşivlerde araştırma yaptım. Epey bir şeyler karalamış ve orada yarım kalmış bir yazı vardı. Ornu da bu yazının altına ekliyor ve ilk kez yayınlıyorum.,
19 Mayıs 2014 Pazartesi
Demir küçükaydın

Negri’nin Görüşleri ve Dünya Çapındaki Mücadelenin Stratejisi

(Aşağıdaki Negri eleştirisini 2003 yılında yazmaya başlamışız ve yarım kalmış. Sonra konuya dönme imkanı olmamış. Bu yazıyı yazmaya başladığımız zaman henüz ulus teorisine son şeklini vermemiş ve Din’in ne olduğunu, yani Din’in Din olmadığını keşfetmiş değildik. Ulus’un da din olmayan anlamıyla Din olduğunu, onun karşı devrime uğramış bir Aydınlanma olduğunu görememiştik. Bu kavramsal belirsizlik olmakla birlikte, o zamanlar yine de ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesinin ulusçuluk olduğu; ulusçuluğu karşı mücadelenin ulusal olanla politik olanın çakışmasına karşı mücadele ve ulusal olanın özel olan olması gerektiği  sonucuna ulaşmış bulunuyorduk. Bu bakmdan konumuz bakımından teorik arka planımızdaki bu farklılık eleştirimiz açısından bir sorun oluşturmamaktadır. Şimdi Hartd’ın Don Kişot’taki konuşması üzerine bu yarım kalmış, hatta varlığını kendimizin bile unuttuğu metni ilk kez ve artık bir belge karakteri taşıdığından aynen yayınlıyoruz. Biraz taslak karakteri taşıdığından sadece imla hatalarını ve birkaç anlam bozukluğunu düzelttik.)
Çok uzun zamandır gündemimize koyduğumuz ve yapabilmek için uygun bir boşluk kolladığımız projelerden biri de Negri’nin kitabını temel alarak ve onun eleştirisi biçiminde görüşlerimizi açıklamaktı. Ama gündemin öylesine hızla değiştiği ve zamanın öyle azaldığı bir çağdayız ki, anında yapılmamış ve ilerde şöyle derli toplu ve dört başı mamur olarak yapılması düşünülen her iş yapılmadan kalmaya mahkûm oluyor. Anlaşılan Negri’nin kitabını eleştirmeyle ilgili projemiz de öyle, hep bir kenarda kendisine dönülmesini bekleyerek kalmaya mahkûm.
Bu durumda, dört başı mamur bir çalışmadan ise, yeri geldikçe konuya dönerek tartışmaktan başka çare yok gibi görünüyor.
Son birkaç haftada, “ABD’nin Dünya İmparatorluğu Projesi ve Ona Karşı Mücadelenin Sorunları” başlıklı, biraz sesli düşünme biçminde, bir seri yazı yazdık. Bu yazılarda açmazları ele alıp göstermeye çalıştıktan sonra, son bölümde, ne gibi program ve stratejilerle ezilenlerin ve insanlığın bu açmazlardan çıkabileceğine ilişkin bir takım önerilerde bulunduk.
Bu önerilerimiz elbette yeni değildir, aşağı yukarı 1990’ların başından beri geliştirilmiş görüşlerimizden çıkarlar. Aslında Sovyetlerin çöküşünden beri içine girilmiş yeni döneme ilişkin önerilen bir stratejinin, 11 Eylül, Afganistan ve Irak’ın işgali gibi, ABD’nin bir dünya imparatorluğu için giriştiği savaş ve işgaller bağlamında yeniden kontrolünü ve dakikleştirilmesini ifade etmektedirler.
Dikkatli bir okuyucu, gerek İmparatorluk kavramına yüklenen içerik ve onun tanımlanması; gerekse içinde bulunulan dönemde güçler, program ve strateji bağlamında çok farklı görüşleri ifade etsek de, Negri ile benzer sorunlara dikkat çekildiğini ve onların tartışılmaya çalışıldığını görebilir.
Görüşlerin Negri ile farklılık ve benzerlikleri, en iyi ve açık biçimde, somut program ve strateji bağlamlarında daha iyi anlaşılabilir.
Negri ile çok temel bir noktada anlaşıyoruz. Bu kısaca en genel olarak şöyle özetlenebilir: Eski program, dayanılacak güç ve strateji, örgüt ve mücadele biçimleri anlayışlarıyla bu günkü dünyada sosyalist bir hareketin yeniden bir canlılık ve üstünlük kazanması mümkün değildir.
Bu nedenle “her şeyi, baştan sona gözden geçirmek” gerektiğini söylüyoruz. Bunu yaparken benzer olgulara dikkati çekiyor ve bunların öneminden, bunlara dayanılarak bir şeyler yapılabileceğinden söz ediyoruz. Dolayısıyla bu belli bir ortaklık ve yakınlık yaratıyor.
Örneğin, Negri, uluslararası göç hareketinin öneminden, bunun devrimci mücadele için açtığı perspektiflerden ya da “çokluk” dediği özneden (ki S. Savran bunun için “Yığın” sözcüğünün daha doğru bir çeviri olabileceğini söylüyor.) ve eski özne kavramının gözden geçirilmesinden, bunlara bağlı olarak mücadele ve örgütlenme biçimlerinin farklılaşması gerektiğinden söz ediyor. Aşağı yukarı bütün bunlardan biz de söz ediyoruz ve bizim de somut önerilerimiz bulunuyor.
Bu da ister istemez, hala değişmeyene; gerek sistem, gerek özneler, gerek program, strateji, mücadele ve örgüt biçimleri bağlamlarında vurgu yapanlara karşı Negri ile yakın veya benzer bir konumda bulunmamız anlamına geliyor. Böylece, biz, değişmeyene vurgu yapanlar karşısında değişene vurgu yapan Negri’nin yanındayız.
Aslında Negri’ye yapılan bütün eleştiriler gözden geçirildiğinde, bu eleştirilerin değişen karşısında değişmeyene vurgu olduğu görülür. Merkezi olmayan imparatorluk ve ulusal devletlerin işlevini yitirmesi mi? Eleştiri Ulusal devletin hala büyük politik önemine yapılmaktadır. İmparatorluk artık Klasik Emperyalizme benzemiyor mu? Aksine klasik emperyalizme has fenomenlere vurgu yapılmaktadır. Çokluk mu? İşçi Sınıfı hala yerinde duruyor.
Böylece tartışma, yeni olguları anlamak isteyenler ve onların önemine vurgu yapanlarla, eski olanın hala geçerliliğini sürdürdüğünü; yeni olanın bunları gözden geçirmeye yol açacak öze ilişkin bir değişme anlamına gelmeyeceğini söyleyenler arasında bir tartışma biçiminde sürüyor.
Yeni olguların eskinin geçerliliğini yitirdiği anlamına gelemeyeceğini söyleyen kanatta esas olarak kendilerini Marksist olarak tanımlayanlar vardır; yeni olana vurgu yapanlar ve Negri’nin kitabını coşkuyla karşılayanlar ise, genellikle Marksist gelenekle ilişkisi olmayan veya bu ilişkiyi koparmış, post modern durumun teorisyenlerinin kavram sistemine (Foucault, Deleuze – Guattari) dayananlardır.
Eskinin geçerliliğini sürdürdüğüne vurgu yapanlar için her şey açıktır. İşte bu görüşlerin revizyonist karakterinin en güçlü kanıtı, Marksizm gibi bir devrimci teorik geleneğe değil de Post Modern geleneğe dayanmaları ve onların kavramlarıyla düşünmelerdir.
Yeni olgu ve sonuçlara vurgu yapanlar için de her şey açıktır. İşte yeni olanı anlamak istemeyenler, ona gözlerini kapatanlar, hala geçen yüzyılın kavramlarıyla bu günün anlaşılacağını savunan Marksistlerdir. Yani klasik dogmatik-revizyonist bölünmesi kerşısındayız. Böylece her iki kanat da, kendini haklı kılacak anti tezini bulmuş olmaktadır.
Ancak bu bölünmeler her ne kadar birbirinin varlılığına haklılık kazandırsa ve varlıklarını birbirlerine borçluysalar da, son derece yanıltıcıdırlar ve bu birbirinin zıddı gibi görünen taraflar, var olan gerçek bölünmeyi gizleyen bir suç ve çıkar ortaklığı içindedirler.
Bu ortaklık içindeki zıtların karşısında birleştikleri ve kendisiyle bölündükleri üçüncü çizgi nedir?
Bu çizgi, dış görünüşü itibariyle, yeniye vurgusu ile Post Moderniste; Marksizme dayanışıyla dogmatiğe benzer. “Marksistlere” karşı yeni olanı; Post Modernistlere karşı Marksizmi savunur. Ama yeni olanı, başka bir ışık altında görür; Marksizmi dogmatik Marksistlerinkinden başka bir Marksizm’dir.
Bu çizgi iki cephede birden savaşmak zorundadır.
Kendi dogmatizmlerini ortaya çıkardığı için onu susuşa getirip gözden uzak tutmaya çalışan dogmatik Marksistler, onu değişene vurgusu ve geliştirmeye çalıştığı yeni Marksist kavram temeli nedeniyle, revizyonist post modernlerin arasına atarlar.
Buna karşılık, post modernistler, onun Marksizm’e sahiplenmesi ve eski olanın hala geçerliliğini sürdüren yanlarına vurgusu nedeniyle, onu dogmatik Marksistler arasına atarlar.
Böylece, her iki taraf da, yani dogmatik Marksistler de; post modernistler de özden kendileriyle ayrı olan karşısında, varlıklarını borçlu oldukları paradigmayı savunurken suç ortaklığı yaparlar.
Bunların bütün zıt duruşları, ancak onların ortak varsayımlarıyla mümkündür. Ortak varsayımları şudur: değişiklikler ve yeni olan kabul edildiği takdirde, onlardan benzer sonuçlar çıkarılması gerektiğini kabul etmektedirler Marksist veya dogmatik kanatta olanlar. Bu nedenle bütün vurguları değişmeyen üzerinedir. Diğer kanat da, tam tersine, değişiklikler yok ise, muhataplarının çıkarsamalarını kabul etmek gerektiğini düşünmektedirler. Bu nedenle bütün vurgusu, değişen üzerinedir.
Dogmatik Marksizm ve post modernizm çok derinden aynı varsayımları paylaşan, aynı ufkun içindeki görüşlerdir. Taraflardan biri diğerinin öne sürdüğü olgu ve sonuçları kabul ettiği takdirde onun dayandığı teorik temeli de kabul etmesi gerekeceği var sayımına dayanmaktadırlar. Bu nedenle tartışmaları olgular düzeyindedir.
Hâlbuki o olgular içinde, gerek yeni olandan post modernistlerin; gerek geçerliliğini sürdürenden dogmatik Marksistlerin çıkardıkları sonuçları çıkarmak gerektiği söylenemez.
Tartışılması gereken aslında onların çıkarsamalarının ardındaki gizli varsayımlardır. Ama bu gizli varsayımların tartışılması onların var oluş temelinin havaya uçması demektir. Bu nedenle gizli varsayımlarını tartışan her görüş karşısında bir suç ortaklığı içinde bir susuş kumkuması uygulayacaklardır.
Negri ve onun eleştirmenlerini (veya post modernistleri ve dogmatik Marksistleri) dünya çapındaki bir bölünmenin sembolleri olarak alırsak, yıllardır dile getirdiğimiz ve artık bir sistem olmuş görüşlerin kaderi tam da böyledir.
*
Bu durumla ilk kez karşılaşmıyoruz.
Örneğin, 1980’lerin ortalarında Avrupa’ya çıktığımızda, çok kısa sürede, hem de bütün diğer akımlardan önce ve onlardan bağımsız olarak, Avrupa’daki göçmenler ve bir göçmen hareketinin önemini gördük ve bunun sorunları üzerine yoğunlaştık. Bunu yaparken bütünüyle Marksizm’e dayanıyorduk ve bizzat Markszmin bu yeni olguyu analiz etmeyi zorladığını ve bunun için gerekli kavramsal araçları da sunduğunu söylüyorduk.
Bu arada, Dev-Yol’un Avrupa taraftarlarında bir bölünme oldu. Bir yanda Taner Akçam’ın başını çektiği “Göçmen” ya da “Yönelimci”ler; diğer tarafta Ali Dayı’nın (İbrahim Sevimli) başını çektiği “Devrimci İşçici”ler.
Taner Akçam ve taraftarları yeni olan Göçmenlik olgusuna dikkati çekerken doğru ve haklıydılar. Ama buradan hareketle, gerek Marksizmi reddediyorlar ve günün moda akımlarından aldıkları teorik cephaneliği kullanıyorlar; gerek politik sonuçları itibariyle de oldukça reformist ve sistem içi bir muhalefet durumuna kayıyorlardı.
Diğer taraftakiler ise, tam anlamıyla dogmatik bir yaklaşım içinde bulunuyorlardı. Bir göçmenler olgusunun varlığından söz etmek bile, yönelimcilerin revizyonizmi olarak algılanıyordu. Durum öyle bir hale gelmişti ki, göçmenlerin bir mücadele öznesi olarak varlığını kabullenmek otomatikman devrimciliğin ve Marksizm’in terki; bunu reddetmek de otomatikman devrimci değerlere ve Marksizm’e bağlılık olarak anlaşılıyordu.
Gerçeğin özü böyle olmamakla birlikte, böyle bir anlayış yaygınlaşınca ve insanlar onu sorgulamayı bile bırakıp öyle kabul edince, artık bu farklılığın başlangıcındaki sebep ve sonuç ilişkisi de yer değiştiriyordu. İnsanlar başlangıçta, örneğin Marksizmi terk etmek veya sisteme uyum sağlamak için değil, diyelim ki gerçek durumu daha iyi kavramak için göçmen olgusunun varlığını kabul ediyorlardı. Bunun Marksizmi reddetmek veya sisteme uyum sağlamak anlamına geldiği yargısının yaygınlaşmasıyla birlikte, artık gerçekten Marksizmi reddetmek için veya gerçekten sisteme uyum sağlamak için göçmen hareketinden söz etmeye başlıyorlardı.  Başlangıçta nesnel bir sonuç olan, sonra artık bir seçim nedeni haline geliyordu.
Ama böyle olunca da karşı tarafın iddiasının da, yani onların kötü niyetle Marksizmi veya devrimciliği terk etmek için göçmenlerden söz ettikleri iddiasının gerçekten somut örnekleri de ortaya çıkıyordu. Yani iddianın yaygınlaşması kendi kanıtlarını yaratıyordu. Yani kendini gerçekleştiren kehanet gibi bir durum oluyordu.
Aynı durum karşı taraf için de geçerlidir. İnsanlar sırf radikal ve devrimci bir politik çizgiyi korumanın aracı olduğun düşündükleri için, göçmen olgusunun varlığına gözlerini kapıyorlar ve onu reddediyorlardı. Böylece göçmen olgusunun reddi ile devrimci kaygıların ayrılmazlığı yargısı kendi kanıtını da yaratıyordu.
Böyle bir durumda, sizin, hem göçmen olgusunun varlığını sorun etmeniz; bunu bizzat Marksizm’le açıklamanız; devrimci politikanın olmazsa olmaz koşulu olduğunu söylemeniz vs. hiçbir alıcıya sahip olmayacaktır artık. Tam da doğruluğunuz görüşlerinizin etkisizliğinin ve zayıflığının nedeni haline gelir. Taraflar sizi, karşı taraftan olarak prezante ederler. Göçmenler dediğiniz için, revizyonist bir yönelimciden farkınız yoktur. Marksizm ve işçi sınıfı dediğiniz için de dogmatiklerden farkınız yoktur.
Bu eğilimler karşısında ne kadar doğru olursanız olun ve ne kadar güçlü bir teoriye dayanırsanız dayanın, bir kere o birbirine varlıklarında haklılık kazandıran anlayışlar egemenliklerini kurup yaygınlaşınca, kendi büyük kütlelerinin çekim gücüne çekerler her şeyi. Ondan sonra onların teorik olarak çürütülmüş ve aşılmış olmaları bilinmez kalmaya mahkûm olur. Yeni kuşaklar da var olan durumu olası ve geçerli biricik tarihsel durum ve bölünme olarak algıladığından sorgusuzca o bölünmeleri benimserler ve onun içinde tavırlarını alırlar.
Doğru görüşün bu yanlış görüşleri ortadan kaldırmak için bilinmesinin ve maddi bir güç haline dönüşmesinin bütün yolları ortadan kalkar. Ama hiçbir etkisi olmasa da doğru görüş, o nesnel eğilimlerin bir derin analizi de demektir. O saçma bölünmenin tarafları bir süre sonra, doğru görüş tarafından fiilen ve pratik bir yenilgiye uğratıldıkları için değil, doğru görüşün ifade ettiği nesnel toplumsal eğilimler tarafından tarihten ve toplumdan silinirler. Ama bu sefer de artık olaylarca aşıldığı için o doğru görüşün yine ilgiyi çekme ve bulunma şansı olmaz.
İki tipik örnek verelim. Birisi yukarıda aktardığımız Göçmenler hareketidir. Bu gün ne göçmenci yönelimciler ne de Ali Dayıcılar var artık. Bir zamanlar sizi Göçmen dediğiniz için, Marksizmi terk etmekle suçlayan en dogmatik akımlar bile artık dünya çapındaki bu fenomenin varlığını kabul etmektedirler. Ama bunun Markssit öğreti bakımından açıklanması ve savunulması kimseyi ilgilendirmemektedir artık.
Böylece ilgi duyulmadığı için, bir zamanların tartışmasının yanlış varsayımlara dayandığı ve sizin burada tek doğru çizgiyi temsil ettiğinizin bilinmesi şansı kalmıyor. Yani sizi doğrulayan olaylar aynı zamanda doğruluğunuzu anlamsız hale getirmektedir.
Uluslar arası sosyalist hareketin tarihinden de bir örnek verilebilir. Örneğin Sovyetler Birliğinin karakteri sorunu. Bunun bir sosyalist ülke olmadığını; tek ülkede sosyalizme geçilemeyeceğini; Stalinizmin Marksizmin bir revizyonu olduğunu vs. yıllarca Marksistler söylediler. Hatta böyle dedikleri için kitleler halinde katledildiler. Ama o devletler de kendilerinin sosyalist olduğunu söyledi, kapitalist devletler de onların sosyalist olduğunu söyledi. Bir süre sonra, ilk kuşakların anısı da iyice hafızalardan silinince, artık yeni kuşaklarca onların sosyalist olduğunu tartıştıracak hiçbir fikir ve argümana ulaşma şansı bile kalmaz. İşin ilginci bundan şüphelenecek bir durum da yoktur. Bir yanda ABD gibi bir emperyalist vardır diğer yanda Sovyetler. Birinden olmayan diğerindendir. Yani artık insanlar, bir yanılsamanın ürünü olarak, sosyalizmle Sovyetleri özdeşleştirdikleri için Sovyetçi olmaktadırlar ve Bürokrasinin yalanının yaygınlaşması onun doğru gibi görülüşünün kanıtlarını yaratmaktadır. Aynı şey karşı tarafın propagandası için de geçerlidir.
Ama tersi de doğrudur. Yanılsama sadece tek taraflı da değildir, O “sosyalist” ülkelerde yaşayanlar da, bu sefer yaşadıklarının sosyalizm olduğuna hem o ülkelere egemen kastlar hem de karşı taraf yemin ettiğinden, her ikisi de o ülkelerin sosyalist olmadığı gerçeğini savunan Marksistlere karşı bir susuş komplosu içinde bulunduğundan, gerçekten yaşadıklarının sosyalizm veya komünizm olduğundan kuşkulanmayı bile akıllarına getirmezler. Böylece eğer yaşadığımız komünizm ise, kapitalizm veya ABD iyidir deyip, gerçekten komünizme karşı olmak amacıyla Amerikancı ya da kapitalizm hayranı olmaya başlarlar.
Böylece aynı yalanın yaydığı yanılsama, kapitalist dünyadaki ezilenleri, Sovyetleri savunmaya, “Sosyalist” dünyadaki ezilenleri kapitalizmi ve ABD’yi savunmaya iter. Bir süre sonra bu ülkeler yıkıldığında, hem de yıkılış bunların sosyalist değil bürokratik ülkeler olduğu; tek ülkede sosyalizm olmayacağı gibi görüşlerinizi kanıtlamış olmalarına rağmen, yani dile getirdiğiniz nesnel eğilimler sonucu o ülkeler yıkılmış olmasına rağmen;  hem bu bilinmediği için hem de artık yıkılmış ve olaylarca aşılmış olan bu ülkelerin bürokratik diktatörlükler olup olmadığının artık bir anlamı kalmadığı; kimse buna kafa yormadığı veya yormanın bir pratik anlamı olmadığı için insanların bu görüşleri bilme ve tanımasının bütün yolları tıkanır.
Tarih böylesine korkunç adaletsizdir doğru görüşlere karşı. Tarih kendi sırrına erenleri ve o sırrı açığa vuranları affetmez. Onları bilinmez kalmakla cezalandırır. Çünkü o tarihin cezası gibi görünen aslında egemen sınıfların ezilenler karşısındaki suç ortaklığından başka bir şey değildir.
Bu nedenle, o tarihin cezalandırdığı ve bilinmez kalmaya mahkûm görüşlerle, ezilenlerin savaşı ve başarısı arasında korkunç derinden işleyen kopmaz bir bağ vardır. Bu nedenledir ki o geleneği sürdürmek önemlidir. O bağ, Marks’ın Köstebek benzetmesi gibi, toprağın derinliklerinde sürer ve Köstebek üste çıktığında apaçık ve bütün haşmetiyle kendini gösterir. Ama tarihte bu gibi “yıldızın parladığı anlar” olağanüstü azdır.
(Aslında böyle bakıldığında insanlık tarihinin bir yanılsamalar tarihi olduğu görülür. Bütün büyük dinlerde de benzer durumlar vardır. Aslında her görüşün en yaygın ve bilinen biçimleri onun en oportünist çarpıtılmalara uğratılmış biçimleridir: Bizler bunları onun ta kendisi sanırız ve onun kabulleri içinde tekrar kendi sınıfsal eğilimlerimizi ifadenin yollarını ararız. Ama bu aynı toplumsal eğilimlerin farklı ön kabuller nedeniyle birbirlerine karşı mücadelesi demektir. Sınıf egemenliğinin sürdürülmesinde ve ezilenlerin birbirine karşı kullanılmasında bunun korkunç önemi vardır.)
*
Kaldığımız yere dönersek. Bu durumla ilk kez karşılaşmıyoruz demiştik ve Avrupa’da Türk solunun göçmenleri içindeki bir tartışmaya değinmiştik. İşte bu gün Negri ve Eleştirmenleri ile bizim görüşlerimiz arasındaki ilişki, tıpkı “yönelimciler” ve “Devrimci İşçiciler” veya “Tanerciler” ve “Ali Dayıcılar” bölünmesi karşısındaki ilişki gibidir.
O zamanların Taner Akçam’ı veya Yönelimcileri’nin bu günkü dünyadaki karşılığı Negri veya Post Modern görüşlerdir. O zamanki Ali Dayıcıların veya Devrimci İşçici’lerin bu günkü dünyadaki karşılığı Negri’ye karşı çıkan marksistlerdir. Bu James Petras veya Sungur savran veya Callinicos da olabilir. Biz yine bunların ikisinin de dışında ve ikisine de karşı konumdayız.
*
Kitaplarının Türkçe basımına Önsöz’de Negri şöyle yazıyor:
“Bu kitap çağdaş, küreselleşmiş bir dünyada genel bir iktidar teorisi kaleme almayı amaçlıyor. Son derece iddialı bir işe kalkıştığımızı ve en başta bilgimizin, deneyimlerimizin ve yetilerimizin sınırlılığı yüzünden, tam bir başarı sağlamamızın imkânsız olduğunu gayet iyi biliyoruz. Dolayısıyla bu birçok kişi tarafından ve birçok açıdan eleştirilecek, değiştirilecek ve tamamlanacak bir kitaptır.”
Bu kitap 2000 yılında yayınlandı.
Biz de aşağı yukarı duvarın yıkılışından beri, yani aşağı yukarı 1990’ların başından beri, yani Negri’nin kitabının çıkışından on yıl öncesinden beri dünyada durumun değiştiği ve dünya çapında yeni bir stratejinin gerektiği üzerine yazılar yazıyoruz. Biz bunu “küreselleşmiş bir dünya” kavramıyla değil; o küreselleşmiş dünyanın devrimci strateji açısından çok önemli özgül bir eğilimine vurgu yaparak, “gezegen çapında Apartheit” kavramıyla ifade ediyoruz. Yani ilgi alanımız ve sorunlarımız ortaktır.
Elbette bu yazılar “bilgimizin, deneyimlerimizin ve yetilerimizin sınırlılığı yüzünden” tam bir başarı ve çözüm değildir, bir ilk adımdır; tartışma için bir temeldir.
Negri’nin kitabı, bütün dünyada ve Türkiye’de hemen hemen herkes tarafından eleştirildi ve tartışıldı. Bizim yazdıklarımız ise bu güne kadar hemen hemen hiçbir şekilde eleştirilmiş ve tartışılmış değil?
Neden böyle?
Biraz bu sorunun cevabını arayalım.
Birincisi, biz bu görüşlerimizi, Negri gibi, sistematik ve büyük bir kitapla sunmadık. İstemediğimizden değil, buna olanak bulamadık. Daha ziyade, gazete makaleleri ve küçük denemeler biçiminde, İnternet sayfalarında ya da marjinal dergilerin sayfalarında; aktüel gelişmelerin içinde o gelişmeleri yorumlayan açıklamaların arasında yer aldılar.
Bu yanıyla bir bakıma, Marks-Engels’in Tarihsel maddecilik teorisini açıklamaları ve uygulamalarına benzer konumları. Onların teorisinin de sistemli, kalın bir kitap halinde bir açıklaması yoktu. Teorinin açıklamaları ya Alman İdeolojisi gibi, hiç yayınlanmamış ve “farelerin kemirici eleştirisine” bırakılmıştır ya da kişisel mektuplara dağılmıştır. Tek doğru dürüst bir açıklama, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın “Önsöz”ündedir ve birkaç sayfayı geçmez. Bizimkiler de öyledir. Bu elbette onun anlaşılmasının ve sitemli bir şekilde tartışılmasının önünde bir engel oluşturmaktadır. Politik yazıların içeriğine yedirilmiş olarak sunulduğundan, politik bağlamlarda değerlendirildiklerinden hemen hemen olanaksızdır da.
Yanı Negri’nin koca bir kitapta sistematize olarak ele aldığı teori bizde Marks-Engels’in teorisi gibi sistematik bir açıklamadan yoksundur ve uygulamalar biçiminde dağınık olarak bulunmaktadır. Bu tartışılmamasının önemli nedenlerinden biridir.
İkincisi, biz bu teoriyi, tam da en dibe vurulduğu noktada ortaya koymaya başladık. Yani duvarın yıkılışının hemen ardından. Yani Teorik sorunlara ilginin en aza indiği; insanların genelleme yeteneklerini en çok yitirdiği bir dönemde. Negri’nin kitabı ise, iyi kötü tekrar belli bir kitle hareketlenmesinin olduğu bir dönemde yayınlandı. Bizzat kendisinin yayınlanışı ve okunuşu, teorik sorunlara duyulan ilginin yeniden bir yükselişinin ifadesidir. Yani biz teoriyi yanlış zamanda ifade ediyorduk.
Ama bu “yanlış zamanlılık” sadece Dünya çapındaki geri çekilişle ilgili bir yanlışlık değildi. Bu görüşler Türkiye ve Kürdistan’da da yanlış zamandaydı.
Bu teorinin en önemli bileşenlerinden biri, dünya çapında apartheid kadar modern ulus teorisiydi ve bu iki sorunu birbirine bağlıyordu. Ne var ki, dünyadaki gerileyiş sürerken, Kürt ulusal hareketinin yükselişi sürüyordu. Daha sonra da Türk milliyetçiliğinin yükselişi ortaya çıktı. Halbuki milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar. Yani Türkiye ve Kürdistan’daki gelişmeler teorinin içeriğinin kavranması ve tartışılması bakımından yanlış zamanlılığı katmerlendiriyordu. Milliyetçiliğin ezen ve ezilen ulus arasında muazzam bir yükseliş yaşadığı bir zamanda, kim milliyetçilik teorisiyle ilgilenirdi ki?
Ama sadece yanlış zamanda değil, yanlış yerde de. Türkiye’de değildik. Yazılarımız esas olarak Avrupa’da ama Türkçe yayınlanıyordu. Türkçe olduğu için Avrupa’nın düşünce ve toplumsal hareket dünyasının dışında; Avrupa’da olduğu için de Türkiye ve Kürdistan’daki düşünce ve toplumsal hareket dünyasının dışındaydı. Dolayısıyla ne Avrupa’da ne de Türkçede tartışılması mümkün değildi.
Tartışılmasının önündeki bir diğer engel de onun içeriğinden gelir. Sosyalistler arasında her zaman şu iki eğilim vardır. Bir yanda, eski formülleri tekrarlayan inancı sağlam, hatta radikal dogmatik kanat. Diğer yanda yeni olana dikkati çeken ve unun için eski teorik veya siyasi çerçevenin yeterli olmadığını söyleyen eleştirel veya revizyonist denebilecek kanat.
Bu iki kanatın birbirilerinin varlığına ihtiyaçları vardır. Kendi gerekçelerini diğerinde bulurlar. Ama ortada, hem yeni olgulara dikkati çeken, hem eski teorik ve politik sistemlerin var olan sorunları karşılayamayacağını söyleyen hem de bu değişikliği eski teorik ve politik sistemi reddederek değil; içinde taşıyarak ve aşarak bir çözüm arayan bakış karşısında ikisinin de suç ortaklığı ile sustukları görülür. Biz şahsen bütün hayatımız boyunca bunu yaşadık. Görüşlerimizin tartışılmamasında bunun da çok önemli bir payı vardır.
Bizim bir açmazımız da şurada. Görüşlerimizin uluslar arası sosyalist ortamda tartışılması gerekir ama onlar Türkçededirler ve bir üçüncü dünyalı tarafından ifade edilmişlerdir. Bu da onun tartışılmasının önünde çok ciddi bir engel oluşturur.
Birinci engel, üçüncü dünyalı olmaktan gelen engeldir. Yani biz görüşlerimizi, Batı dillerinden birinde ifade edebilseydik bile, batılı aydın ve sosyalistin latent ırkçılığının duvarına çarpması kaçınılmazdır. Elbette bir üçüncü dünyalı olarak ciddi bir teorik katkıda bulunma şansımız hemen hemen yok gibidir. Batılı aydın ve sosyalistlerin üçüncü dünyalılar karşısındaki latent ırkçılığı, olgusal düzeyde temelsiz değildir. Gerçekten Üçüncü Dünya’dan bir teorik sentez çıkabilmesi olasılığı çok zayıftır. Kültürel gerilik muazzam engeller yaratır.
Bu nedenle batılı zaten, ırkçı olmamak için ve nezaket gereği aksini söylese ve öyle davranmaya çalışsa da, bir üçüncü dünyalıdan gelen bir görüşü ciddiye almaz. Dolayısıyla ne kadar doğru ve yeni bir şeyler de söylerseniz söyleyin, onların kurunun arasında yaş olacakları kesin gibidir.
Ama buna ek olarak, bir de zaten bir taşra dili olan Türkçede ifade edildiğinden bilinmez ve bu nedenle Avrupa’da tartışılması söz konusu değildir. Türkiye’de ise, nasıl firmalar ürettikleri tekstil ürünlerine batı damgası vurarak satabilirlerse, bir fikir ancak Batı’da tanınmışsa Türkiye’nin düşünce veya sosyalistler ortamında tartışılmaya değer bulunabilir. Dolayısıyla Batı’da tartışılmadığı için de Türkiye’de tartışılmaz.
Ama bütün bunlar, 1990’ların başında formüle ettiğimiz ve bu arada sürekli geliştirdiğimiz günümüz dünyasına ilişkin bir teori ve stratejiye ilişkin görüşlerimizin tartışılmaya değmeyecek sıradan şeyler olduğu anlamına gelmiyor.
Bütün zaaflarına, kültürel arka planımızın yetmezliğine; dağınıklığına vs.ye rağmen bu görüşler bir çok tesadüfün bir araya gelmesi sonucu çok sağlam bir teorik geleneğe dayanmaktadır. Bu onun gerek dilden, gerek ifade edenin kültürel ve birey olarak sınırlılıklarından gelen eksikliklerine rağmen diğerlerinde hiç bulunmayan çok gelişkin bir teorik ve kavramsal temele dayanmasından kaynaklanmaktadır.
Klasik Marksizmin, Marks, Engels, Lenin geleneğinin yanı sıra Troçki-Mandel; Frankfurt Okulu ve Batı Marksizmi ve nihayet Kıvılcımlı; bunlara ek olarak Yeni Sosyal Hareketler denen hareketlerin katkıları; ve nihayet seksenli yıllarda ortaya koyulmuş modern ulus ve ulusçuluk teorisi. Ve bütün bunların bir tek tutarlı bir teorik sistem içinde birleştirilmesi ona diğerlerinin hiç birinde bulunmayan bir üstünlük kazandırmaktadır.
Bu somut üstünlüğü, Negri’nin kitabı bağlamında ele alalım.
*
Şimdi birkaç örnekle Negri gibi sorular sorduğumuzu, hem de ondan önce ve bağımsızca sorduğumuzu yani alanlarımızın ortak olduğunu göstermeye çalışalım.
Örneğin biz, sürekli olarak ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini yok etmekten; “yeryüzü ölçüsünde bir apartheid”ten; Ulusçuluğun artık zıddına dönüp ırkçılığın bir aracı olduğundan söz ediyoruz.
Negri de bugünkü politikaların çıkışsızlığını görüyor ve bunları bambaşka bir konsept ve teori bağlamında şöyle ifade ediyor:
“Sol iki yanlışa saplanmış durumda. Birincisi, küreselleşmenin totaliter, statükocu ve tıkanmış olarak görülmesidir. Bu bakış açısına göre, kapitalizm tamamen sermayenin baskıcı egemenliğinin bir çeşididir. Ve yine bu bakışa göre, kapitalizmin konseptine öncülük eden tüm ideolojik düşünce ekolleri devinimsiz ve dogmatiktir. İkinci büyük yanlış ise; kapitalizm, bir hukuk olarak her şeye hükmederken, solun küreselleşmeyi sadece totaliter bir fenomen biçiminde değerlendirerek ve ulusalcılığı esas alarak küreselleşmeye karşı direnmesidir. Sol ulusal sınırları tek zemin olarak kabul ediyor. Sermaye karşısında ulus-devleti güçlendiren her türlü politika yanlıştır. Bunun yerine küresel zemini direnişin maddi temeli olarak kabul etmeye ihtiyaç vardır.”
Şimdi buyrun en son yazdığımız yazıdan bir bölüm:
“Böyle bir strateji ve program değişikliği için, kafalarda tam anlamıyla bir devrim yapmak gerekiyor. Artık geçen yüzyılın sömürgecilikten ya da emperyalizmden bağımsızlık kazanma ve bir siyasi bakımdan bağımsız ulusal devlet kurma hedefi ve stratejisinin bu günkü dünyada, zengin Emperyalist ülkelere karşı mücadelede anlamı ve işlevi yoktur. Hatta bu strateji bizzat var olan sistemin onaylanması ve pekiştirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal devletlere dayanan sistem artık dünya çapında ırkçılığın bir aracıdır. Ulusal sınırlar sayesinde insanlığın büyük çoğunluğu bir rezervata kapatılmaktadır. Bu ulusal sınırları savunmak, aslında insanlığın içine hapsedildiği hapishanenin duvarlarını savunmak demektir artık. Eskiden emperyalist baskı ve sömürüden kurtulmak için her ülke bu duvarları örmeye çalıyordu. Bu anlamda belli bir işlevleri de oldu. Ama diyalektik olarak dün olumlu olan bu gün olumsuz hale gelmiş bulunuyor. Eskiden sömürü ve baskıya karşı olan bu duvarlar artık sömürü ve baskının araçlarına; bir hapishanenin duvarlarına dönüşmüş bulunuyor. Bunu anlamak gerekiyor. Solun bütün çaresizliği bunu anlamayışında ve anlamak istemeyişinde.”
Görüldüğü gibi çok farklı kavram sistemleri içinde de olsa, Negri ile aynı telden çalıyoruz.
Sadece bu değil. Örneğin Negri’den bizim dünyanın siyahları dediğimiz ile ilgili bazı alıntılar yapalım:
“Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Marks bu hayaletin komünizm olduğunu söylemişti. Bugün ise dünya üzerindeki hayalet, göçlerdir ve bence göçmenler, İmparatorluğu istila eden 21’nci yüzyılın yeni ‘barbarlardır’. Ancak bu olumlu bir ‘barbarlıktır’. Ben göç hareketini sonuna kadar destekliyorum.
İtalya’dan biliyoruz, Kürtler, diğer göçmenler o yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet biçimi, sömürüye karşı yeni özgürlük alanları yaratıyorlar. Nitekim insan cemaati de dolaşım yollarında kurulmuştur. Hareketlilik her zaman önemlidir. Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Tarihin hiçbir döneminde şimdiki gibi bir göç hareketi oluşmadı. Evet felakettir, çünkü emek gücünün hareket kabiliyeti ve göç hareketlerinin denetime alınamaması sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Ulusal egemenlik sınırlarını delen göç akımına karşı devletler, katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon yürütüyorlar. Ancak hareketi durduramayacaklar. Oturup bu yeni istilacı ‘barbarların’ sonsuz yollarından yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz.”
Şimdi aynı konuda bizim yazdıklarımıza bakın:
“Uygulanması gereken yeni stratejiyi dünyanın işçileri, yoksulları kendiliğinden uygulamaya başlamış bulunuyorlar. Ne var ki, sosyalistler hala eski kavramlarla ve modellerle düşünmeye devam ediyorlar ve gözlerinin önündeki bu yeni strateji ve programı görmüyorlar. Marks-Engels, Manifesto’da komünistlerin var olan gerçek harekete dayandıklarını, ondan yola çıktıklarını söylüyorlardı. Bu gün bu bağ yok ve yeniden yaratılması gerekiyor.
Dünyanın dört bir yanındaki ekmekçiler denizlerde gemilerle, dağların ıssız ve soğuk doruklarında; çöllerde her Allah’ın günü bu stratejiye göre bireysel düzeyde bir mücadele veriyor. Bunların onlarcası soğuk, sıcak, açlık susuzluktan ölüyor. Çok küçük bir bölümü ancak Batı’nın zengin ülkelerine kapağı atabiliyor ve bunların büyük bir bölümü yine o hapishaneye geri gönderiliyor.
Bu var olan hareket muazzam bir siyasi program ve mücadele stratejisi haline geldiği an, sosyalizm tekrar ezilenlerin bir hedefi olarak eski itibarını kazanabilir ve emperyalist ve kapitalist sistemin bütün ikiyüzlülüğü ve ırkçı karakteri açığa çıkar.”
Bizim yazdıklarımızda on yıldır böyle onlarca alıntı bulunabilir. Burada sadece son yazıdan bir tane aldık.
Yani Negri, yeni olanı görüyor ve onu anlamaya çalışıyor. Biz de aşağı yukarı doksanların başından beri bu yeni olanı görüp anlamaya çalıştık. Ne var ki, Negri, ne bu yeni olanı açıklayacak bir teorik donanıma sahip ne de ondan tutarlı stratejik, programatik ve politik sonuçlar çıkarabiliyor. Çünkü ne Marks’ın temellerini attığı teoriye dayanıyor ne de onun gelişmiş biçimlerine, sadece son derece eklektik, Spinoza’dan tutun Focault’a kadar başka teorik geleneklere dayanıyor. Bu onun en büyük zaafını oluşturuyor.  (Onun bu en zaaflı yanı aynı zamanda çok tutulmasının da bir nedeni tabii. Moda ve zamanın ruhuna uygun bir söylemi var. Merkezsizlik ve çokluk gibi örneğin.) Ama onun bu zaafı, diğer, ister Sungur Savran ister James Petras, hatta nispeten daha kaliteli olan Callinicos olsun, dogmatik Marksistler karşısında onu ne kadar zor durumlara düşürürse düşürsün, yeni olana, baştan aşağı bir değişiklik gerektiğine dair görüşlerinin doğruluğuna zarar vermiyor.
Diğerleri korkak korkak sahilden gitmeye çalışıyorlar. Bildikleri toprakları gözlerden yitirmeye cesaret edemiyorlar. Negri ise, sahilden gitmekle bir yere gidilemeyeceğini, tıkanmış ticaret yollarının açılamayacağını görüyor; denize açılıyor; açılmak gerektiğini söylüyor. Ama elindeki aletler ve gemi (yani dayandığı teorik arka plan ve kavramlar) onun yeni yollar bulmasına el vermiyor. Korsanların (Ezilenlerin düşmanlarının) eline geçiyorlar. Öbürküler bağırıyorlar. “Bak o yollar bir yere çıkmıyor, bu emin sahil yollarını terk edenin başına bunlar gelir işte”. Adamı post modernizm öcüleri yiyiverir falan diyerek kendi korkaklıklarını gizlemenin zaaflarını fazilet gibi göstermenin yollarını arıyorlar.
Şimdi Negri’nin nasıl bir sürü parlak formüllere rağmen pek bir şey söylemediğini ve teorik ve kavramsal arka planının ne kadar zayıf olduğunu göstermeye çalışalım.
*
Birincisi, Negri, Modern Ulus teorisini bilmiyor ya da hiç kavramamış. Bu çok açık. Bu onun siyasi strateji önermelerinde açıkça görülüyor.
Birkaç örnek verelim:
Şu soru ve cevabına bakalım:
“Peki siz nasıl bir küreselleşme öneriyorsunuz?
“Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok demokrasi ve adalet. Alternatif küreselleşmeden kastettiğimiz de zaten budur. Söz konusu mevcut küreselleşmenin biçimi ve uygulanması eleştiri konusudur, küreselleşmenin kendisi değil. Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır.”
Dikkat edin, elbette bunlar doğrudur ama bütün bunlar da eni sonu sosyalistlerin “vatan millet Sakarya”sı gibi sözlerdir. Daha çok adalet, daha çok demokrasi. Bu demokrasi ve adalet nasıl olabilir.? Bu konuda hiçbir şey söyleyemiyor. Bir şeylerin yanlışlığının farkında ama doğrusunun ne olduğunu söyleyemiyor.
Örneğin Fransa’ya ilişkin şöyle diyor:
“Bugün Avrupa’da çok karakteristik bir fenomen olarak Fransa’nın cumhuriyetçi devletinin korunumu var. Mesela Fransa’da yapılacak seçimlerde aday olan Chevenement, küreselleşmeye karşı ulus devleti savunan bir programla hem soldan hem ve sağdan oyları topluyor. Bugün yapılabilecek en büyük hata budur”
Ama bu ulus devleti savunacak programa karşı ne savunulması gerektiğini söylemiyor.
Söyleyemiyor çünkü bütün zengin ülkelerin sosyalistleri gibi, gerçek sorunları koyduğu an kendini çok kötü bir durumda bulacaktır.
Bütün söyleşide somut olarak önerebildiği bir tek şey var:
“Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.”
Şimdi Negri’nin neleri anlamadığını ve kaçtığı soruları görelim.
Bu en son somut önerisinden başlayalım. “Batı’dan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir.”
Dikkat edilsin, bunları Kürtler vesilesiyle söylüyorsa da, aslında bütün dünyanın siyahları için Batı’da önerebileceği tek somut eylem ve örgütlenme biçimidir.
Ama bu birçok soruyu da beraberinde getirir. Bunlarla yüzleşmemektedir.
Birincisi, Negri’nin “biz”i sol aktivistleri kapsamaktadır. Hâlbuki İtalya’nın veya Batılıların büyük çoğunluğu, bu göçe yardım etmek bir yana karşıdır. Bizzat İtalya’da Liga Nord gibi örnekler var. Bunlar bizzat ülkenin kuzeyinin güneyinden bile ayrılmasını savunan bir refah şovenizmi içinde.
Bu gün her hangi bir batılı veya zengin ülkeye giden şunu görür, bu ülkelerdeki nüfusun ezici çoğunluğu ve özellikle de yabancı işgücüyle rekabet içinde bulunma durumunda olan işçilerin en alt tabakaları ve işsizler, yabancıların gelmesine karşı en militan takımı oluşturmaktadırlar. Bu sorunu nasıl çözecek? Bu çelişkinin varlığı ve çözümü konusunda tamamen susuyor.
Hâlbuki şunu bilmesi gerek, eğer bir sol hareket, zengin bir ülkede, sınırların kardırılmasını, dünyada iş gücünün serbest dolaşımını isterse, hiçbir şekilde destek bulma şansı yoktur. Bu Avrupa’da da, Japonya’da da Amerika veya Avustralya’da da böyledir.
Ama öte yandan, bu ülkelerden birinde, ama özellikle de Amerika’da nüfusun büyük çoğunluğu buna kazanılmazsa, yani kapitalizme karşı yönelmezse, insanlığın bir şansı yoktur.
Negri bunun farkında, örneğin ABD’nin tayin önemini açıkça belirtiyor. Diyor ki:
İnanıyorum ki, eğer sol canlanacaksa, Amerika’da da canlanmak zorundadır.”
Doğru ama biz istemlerden değil de gerçek durumdan yola çıkarsak, ABD’de solun canlanmasının nasıl olabileceği üzerine kafa yormak zorundayız. Hâlbuki burada Negri, yukarıda sözü edilen soruna gözlerini kapıyor. Yani ABD’deki ücretlilerin ezici çoğunluğunun iş gücünün serbest dolaşımına karşı olduğu ve olacağı; sorunun bir ikna sorunu olmadığı, bütünüyle iktisadi konumla ilgili olduğu konusunda susuyor. Yani Dünya proletaryasının fiili bölünmüşlüğünde susuyor.
Bu sefer kendini zengin ülkelerdeki yoksullukla ve yoksul ülkelerdeki zenginlikle şöyle avutuyor:
“Üçüncü dünyacılığın sona ermesinin başka bir sebebi daha var: Çünkü fakir ve zengin sadece coğrafik çizgilerle ayrılmamışlardır. Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya bugün aynı karışıklığı yaşamaktadır.
Üçüncü Dünya’dan parçaları Los Angeles’ta, Birinci Dünya’dan parçaları Güney Afrika’da bulabilirsiniz. Üçüncü Dünya ya da coğrafi sınırlar içerisinde ulusal kriterlerin ön plana çıkarılması sorunların bir bütün olarak yanlış tahlil edilmesini beraberinde getiriyor.”
Evet, dünyanın en büyük fakirliğini NewYork’ta ve en büyük zenginliğini yine o “Üçüncü Dünya”da görebilirsiniz. Ama Üçüncü dünyanın zengini nüfusun yüzde onuysa zengin ülkenin yoksulu da yüzde onudur. Bu yüzde onla ABD’de bir değişiklik mümkün değildir.
İşin daha kötüsü, bu yüzde on, göçmen ile en çok rekabet içinde bulunacağından, en çok milliyetçi veya ırkçıdır da. Bu çıkmaz konusunda da hiç konuşmamaktadır.
Yani Negri’nin kavrayışında ekonomi politik, sınıfların nesnel durumları kavrayışı pek yoktur. Sadece bu yok değildir, buna bağlı olarak dünya proletaryasının bölünmüşlüğü konusunda susmakta ve onu görmezden gelmektedir. Dolayısıyla bu bölünmüşlüğün nasıl aşılacağı gibi bir sorun da bulunmamaktadır.
Ama tam da bunu görmediği için, bu zengin ülkelerin işçilerinin veya hadi çokluğunun nasıl kazanılabileceği sorusunu sormamaktadır.
Negri de olmayan bir diğer sorun, kapitalizme karşı mücadeleyi hala bir klasik sosyalist geleneğe bağlı olarak bir üretim ve siyasi ilişkileri değiştirme olarak kavramasındadır.
Negri’nin gündeminde, burjuva uygarlığına karşı başka bir uygarlığın programlaştırılması gereği; sadece devlet gibi siyasi araçların değil, maddi ve manevi araçların da tarafsız olmadığı ve olamayacağı, dolayısıyla tıpkı burjuva devletinin sınıfsiz bir topluma gidişte bir araç olarak kullanılamayacağı gibi, bu uygarlığın maddi ve manevi araçlarının da kullanılamayacağı gibi sorunların en küçük bir izi bile bulunmamaktadır.
Aslında, Negri’nin daha demokratik ve eşitlikçi ve ulusal sınırları kaldırmış dünyada tüm iş gücünün serbestçe dolaştığı sistem teorik olarak Kapitalizm ile çelişmez. Bu kapitalizm için ideal koşullar sağlar. Yani, meta üretiminin tasfiyesinden hiçbir söz bulunmamaktadır.
Yani sadece sosyalist bir uygarlıktan söz etmemekle ve bunu problematize etmemekle kalmamaktadır; en temel koşul bile, meta üretiminin tasfiyesi bile bir hedef olarak ortada bulunmamaktadır. Dolayısıyla, programı ideal bir burjuva programıdır.
Yani bu gün, burjuvazinin küçümsenmeyecek bir kesimi, iş gücünün serbest dolaşımı; ulusal sınırların kaldırılması; zenginlik farklarının azaltılmasına hiç de hayır demez. Bundan nesnel olarak çıkarlıdır.
Bu şöyle bir duruma benzer: soyut olarak burjuvazinin toprağın kamusallaştırılmasıyla bir sorunu yoktur. Ama somut tarihte bunu istemez. Ama kendine sosyalist diyen demokratların önemli bir kısmı bu burjuva karakterdeki talebi savunur. Savunduğu aslında burjuvazinin bu nesnel eğilimidir. Negri’nin durumu biraz böyledir.
Negri Modern ulus teorisini bilmediği için, bu günkü sistemin ırkçı karakterini kavramamakta ve ulus devlet ile burjuva uygarlığı buna karşılık ulusun bir inanç sorunu yapılması ile sosyalist bir uygarlık tasarımı arasındaki ilişkiyi de kavramamaktadır. Ulusçuluğun bir ırkçılığın aracı olduğunu görmemekte ve bunu kavramsal bir açıklamaya kavuşturamamaktadır.
Örneğin şöyle şeyler diyor:
“Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır.”
Biz ise bunu şöyle formüle ediyoruz: ulusal olanla politik olanın bağının koparılması; ulusun kişinin bir seçim ve inanç sorunu olarak; kişisel bir sorun olarak alınması. Bizim önerimiz Ulusçuluğu, her biçimiyle reddeder. Negri’nin önerisi ise, oldukça muğlaktır. Sorunu sanki küresel bir ulusun yurttaşlığı gibi kavramaktadır. Burjuva uygarlığının dayandığı var oluş biçimini sorgulamamakta, ama bu ulusu, küresel bir ulus olarak düşünmektedir. Küresel dahi olsa o bir tek soyut küresel ulusla politik olanın çakışması ilkesini sorgulamamaktadır. Yani başka bur uygarlık nosyonundan yoksundur.
Ama Ulus ve Ulusçuluk konusundaki teorik eksiklik sadece burjuva uygarlığına karşı bir uygarlık ve dünyayı bir apartheit olarak kavrama yeteneği göstermeme konusunda ortaya çıkmamaktadır. Yani sadece ulusçuluğun bu günkü globalleşmede aslında aparthaitın, ırk ayrımcılığının bir aracı olduğunu kavramıyor; aynı zamanda; hala belli ülkelerde ulusal baskıya karşı mücadele konusunda kesin bir anlayışsızlık ve körlük olarak da ortaya çıkıyor.
Örneğin Kürt ulusuna ilişkin söylediklerini bir hatırlayalım:
“Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.”
Burada, Kürdistan’daki ulusal mücadeleye ilişkin bir tek söz yok ve kesin bir kavrayışsızlık var. Hâlbuki ciddi bir devrimci stratejinin orta doğu gibi, dünyanın en kritik bölgesinde, Araplar Farslar ve Türkler arasında bölünmüş bu ulusal hareketin potansiyelleri konusunda kafa yorması; bu mücadelenin nasıl dünya çapındaki mücadeleye bağlanacağını sorması gerekir.
Tabii bunları sormadığı için, bu demokratik karakterli hareketin başarısının ister istemez ne gibi sorunlarla karşılaşacağı gibi sorunlara da hiç değinmemektedir. Nasıl olacaktır da bu ezilen ulusun hareketi, şu dünya vatandaşlığı projesiyle birleştirilebilecektir. Böyle bir sorun da yoktur problem de.
Ama sadece bu kadar değil, ulusçuluğun karmaşık nitelikleri konusunda da son derece suskunluk ve anlayışsızlık içindedir. Uluslar arası göçün nasıl ve hangi mekanizmalarla bir diyaspora ulusçuluğu yarattığı; bunun uzaktan kumandalı ve çoğu kez anavatandakinden daha şoven ve fosilleşmiş karakteri gibi sorunlar ve bunların politik mücadele bakımından yarattığı sorunlar konusunda da hiçbir şey söylememektedir. Yani göç olgusunun kendisi aynı zamanda cemaatlerin içe kapanması gibi sonuçlar da doğurmaktadır. Bu sorun nasıl çözülecektir mücadele bakımından.
Farklı ulusçuluklar konusunda da hiçbir şey söylememektedir. Örneğin Kürt hareketi içinde, bir yanda PKK’nın ifade ettiği, etniye dile dayanmayan, coğrafyayla sınırlı, etni, dil vs.’yi ulus tanımının dışına iten, burjuvazinin devrimci dönemine has bir demokratik ve cumhuriyetçi ulusçuluk ile Barzani ve Talabani’de ifadsini bulan etni ve dile dayalı ulusçuluklar ve bunlar arasındaki mücadelenin ortaya çıkardığı sorunlar vs. konusunda da bir tek söz yok. Bütün bu sorunlar onun ufkunun dışında kalıyor.
Elbet bu eleştiriler uzatılabilir. Negri’yi eleştirenler, onu edata fazla açılmakla, fazla ileri gitmekle eleştiriyorlar. Biz ise onu, yeterince açılmamakla; sonuçlarından korkup tekrar gizlice sahile dönmekle eleştiriyoruz.
Bu bölüne son verirken Negri’nin iki kavramına ilişkin birkaç söz edelim.
Negri’nin Roma’sız imparatorluk kavramının hiçbir karşılığı olmadığını düşünüyoruz. Aksine, dünya ticareti ve globalleşme imparatorluğu zorunlu kılar. Bütün imparatorlukların esas işlevi ticaret yollarının emniyetinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, globalleşme, Romalı bir imparatorluk eğiliminin nesnel temelidir.
Bu imparatorluğun iki biçimi olabilir. Biri batı ortaçağında görülen, uygarlığın batıya yeterince yerleşmemişliğiyle ilgili olan; eşitler arasında birinci, aslında tepedeki imparatorun fazla bir gücünün olmadığı bir vasal ve süzerenler hiyerarşisi biçimindeki daha barbar ama tarihsel olarak kapitalizme geçişe olanak sağlamış imparatorluk biçimi. Diğeri, doğu imparatorlukları gibi, bir tek egemen sultanın mutlak merkezi biçimi altındaki imparatorluk.
Şimdilik gelişmeler birinci türden bir imparatorluğu zorluyor. Ama bu imparatorluk yerleştikçe ikincisine giden yola girer. Bütün imparatorluklar bu yolu izlemişlerdir. Bu anlamda, Üstte ABD, onun altında Avrupa ve Japonya, Onun altında Çin, Rusya gibi bir imparatorluk sistemi ilk elde gerçekleşebilir.
Ama bu başka bir tartışmadır ve Negri’nin dediğiyle ilgisi yoktur. Ne var ki, Negri bu biçiminin gevşekliğini Romasız Romanın kanıtı gibi kavrama eğilimi taşıyabilir. Bu yanlıştır.
Çokluğa gelince, bu tartışma başından yanlıştır. Biz, yeni sosyal hareketlerin çıktığından beri “çokluğu” savunuyoruz. Ama çokluk aynı zamanda birliktir de. Bu bir yanda işçi sınıfı bir yanda çokluk saçmalığı değildir.
İşçi sınıfı çokluk olduğunda işçi sınıfı olur. Çokluk ta ancak işçi sınıfı olduğunda Çokluk olur.
Bu saçma ikilemin dışındayız.
Bu çok farklı öznelerin varlığı ve bunların programatik, stratejik ve örgütsel olarak ortaya çıkardığı sorunlar da sosyalistler için bilinmez kalmaktadır. Negri ile bu bağlamda da buraya kadar eleştirdiğimiz bir pozisyondayız.
Bir “çokluk”tan söz ederken haklıdır Negri. Ama bunu tanımlama, sorunları vs.de son derece belirsiz ve yüzeysel kalmaktadır.

(Bu yazı burada yarım kalmış. Yarım kalan yazının altında Negri’den alıntılar ve bizim yazdığımız kısa hotlar var. Bunlar aşağıda yer alıyor. Dokurmaya gönlüm elvermedi. Bir belgedirler artık.)

“Bu kitap, karşılıklı olarak birbirini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: İmparatorluk ve çokluk.

Sol iki yanlışa saplanmış durumda. Birincisi, küreselleşmenin totaliter, statükocu ve tıkanmış olarak görülmesidir. Bu bakış açısına göre, kapitalizm tamamen sermayenin baskıcı egemenliğinin bir çeşididir. Ve yine bu bakışa göre, kapitalizmin konseptine öncülük eden tüm ideolojik düşünce ekolleri devinimsiz ve dogmatiktir. İkinci büyük yanlış ise; kapitalizm, bir hukuk olarak her şeye hükmederken, solun küreselleşmeyi sadece totaliter bir fenomen biçiminde değerlendirerek ve ulusalcılığı esas alarak küreselleşmeye karşı direnmesidir. Sol ulusal sınırları tek zemin olarak kabul ediyor. Sermaye karşısında ulus-devleti güçlendiren her türlü politika yanlıştır. Bunun yerine küresel zemini direnişin maddi temeli olarak kabul etmeye ihtiyaç vardır. Bugün Avrupa’da çok karakteristik bir fenomen olarak Fransa’nın cumhuriyetçi devletinin korunumu var. Mesela Fransa’da yapılacak seçimlerde aday olan Chevenement, küreselleşmeye karşı ulus devleti savunan bir programla hem soldan hem ve sağdan oyları topluyor. Bugün yapılabilecek en büyük hata budur.
Peki siz nasıl bir küreselleşme öneriyorsunuz?
Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok demokrasi ve adalet. Alternatif küreselleşmeden kastettiğimiz de zaten budur. Sözkonusu mevcut küreselleşmenin biçimi ve uygulanması eleştiri konusudur, küreselleşmenin kendisi değil. Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır.
*
İnanıyorum ki, eğer sol canlanacaksa, Amerika’da da canlanmak zorundadır. Şimdiye kadar sol kendini hep emperyalizme karşı savaş ile ifade etti. Ama bence en önemli problem, sermayeye karşı örgütlenmektir. Günümüzün proletaryasını, yani göçmenleri, kadınları, işçileri, işsizleri, entelektüelleri örgütleyebilmek. Bunların ihtiyaçlarını, istemlerini organize edebilmek asıl problem. Bu aynı zamanda sosyal bir sorundur da. Bence bugün solun en temel problemi, göç hareketini takip etmemektir.
Bugün sol bununla kurulmalı, sol, sınırları ortadan kaldırabilme yeteneğiyle ölçülmelidir. Eğer ürünlerin dünya çapında bir pazarı varsa, emek gücünün de ürünler gibi dolaşım serbestisine sahip olmaması anlaşılmazdır. İşte, sol bunun üzerinde yükselmelidir. Sol sözkonusu işgücünün dünyada yayılması için daha fazla göç hareketini örgütleme yeteneği üzerinden doğacaktır. Ve o zaman bu hareketliliğin, bu hareketlerin teminatı olma gerçeğinden doğmalıdır.
*
Halkların mücadelesi devam ediyor. Bir defa yaşadığımız koşullardan sıyrılmalıyız ve Üçüncü Dünya Teorisi’ni de artık terk etmemiz gerekiyor. Çünkü dünya düzeni sınırları buraya getirdi ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de bazı sınırlar koydu. Bu mücadeleler tek tek insanların, ulusların, etnik grupların özgür olabilecekleri boşluklar yarattılar. Ama inanıyorum ki, bu eski bir teoridir, eski bir yöntemdir. Bugün kendini özgürleştirmeden, kendisini efendisinden kurtaran etnik gruplar bu kürenin içerisindedirler, dolayısıyla küreselleşmenin içerisindedirler. Üçüncü dünyacılığın sona ermesinin başka bir sebebi daha var: Çünkü fakir ve zengin sadece coğrafik çizgilerle ayrılmamışlardır. Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya bugün aynı karışıklığı yaşamaktadır.
Üçüncü Dünya’dan parçaları Los Angeles’ta, Birinci Dünya’dan parçaları Güney Afrika’da bulabilirsiniz. Üçüncü Dünya ya da coğrafi sınırlar içerisinde ulusal kriterlerin ön plana çıkarılması sorunların bir bütün olarak yanlış tahlil edilmesini beraberinde getiriyor. Sorunlarımız bazı kapitalistlerin bakış açısını önplana çıkarmak ya da Üçüncü Dünya’ya yardım etmek değil. Sorunumuz sınırları açmak ve çokluklar arasında haberleşme ağını sonuna kadar geliştirmektir.
*
Peki örgütlenemeyen, düşünce özgürlüğünden yararlanamayan kitleler nasıl haklarını savunacaklar?
Kaçarak...
Nasıl yani?
Gemileri, göçmenlerle doldurup doldurup Türkiye’yi boşaltmak gerekir. Bütün Batılı ülkeleri de bunu kabul etmeye zorlamak lazım. Şu anda devletler çok fazla güçlüler. Asalak halini almışlar. Tümüyle saf ve kuru şiddetçiler. Ulus-devletler basılmak üzere yaratılmış birer böcektirler. Ancak halkların reel ve aktif bir küreselleşme perspektifiyle modern olanı öldürüp yeni bir döneme girebiliriz. Modern olandan bahsettiğimiz zaman, elbette ki ulus-devletten bahsetmiş oluyoruz. Bugün ulus-devlet Ariel Sharon’dur. Filistin’de yaşananlar, çağımızın en korkunç olaylarıdır. Biz bunu saf hassasiyet ve dayanışmadan dolayı reddediyoruz. Yapılanlar vahşiliğin izleridir ve geçmişe aittir.
*
Kitabınızda ve konuşmalarınızda göç hareketinden sıkça bahsediyorsunuz. Mesela İtalya’da ve diğer birçok ülkede göçler, neredeyse yüzyılın felaketi olarak görülüyor. Neden felaket? Göç neyi tehdit ediyor?
Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Marks bu hayaletin komünizm olduğunu söylemişti. Bugün ise dünya üzerindeki hayalet, göçlerdir ve bence göçmenler, İmparatorluğu istila eden 21’nci yüzyılın yeni ‘barbarlardır’. Ancak bu olumlu bir ‘barbarlıktır’. Ben göç hareketini sonuna kadar destekliyorum. (Negri “Doktorcu” olmuş!)
İtalya’dan biliyoruz, Kürtler, diğer göçmenler o yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet biçimi, sömürüye karşı yeni özgürlük alanları yaratıyorlar. Nitekim insan cemaati de dolaşım yollarında kurulmuştur. Hareketlilik her zaman önemlidir. Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Tarihin hiçbir döneminde şimdiki gibi bir göç hareketi oluşmadı. Evet felakettir, çünkü emek gücünün hareket kabiliyeti ve göç hareketlerinin denetime alınamaması sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Ulusal egemenlik sınırlarını delen göç akımına karşı devletler, katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon yürütüyorlar. Ancak hareketi durduramayacaklar. Oturup bu yeni istilacı ‘barbarların’ sonsuz yollarından yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz.
*
Kürt hareketine ilişkin neler söyleyebileceksiniz?
Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.
*
Negri: İmparatorlugun emperyalizmi uluslararası sistemin  örgütlenmesi açısından aştığı tezi bir eğilime dair bir tezdir.  Bazılarının "Irak'ta Amerikan emperyalizmi" olarak adlandırdıkları  şey İmparatorluk'un ilerlemekte olduğunun belki de en ikna edici  testidir. Amerikalılar Irak'ta kendi başına ayakta durabilecek bir  yönetim kurmada başarısız oldular. Birleşmiş Milletler "önleyici  savaş" üzerine bir karar almayı reddettikten sonra bile, yine bu  kuruma başvurmak zorunda kaldıkları görüldü. Uluslararası düzeyde  küçük düştüler. Bu savaş için gerekli parayı bile tahsil edemiyorlar.  Ortaçağda İngiliz kralının aristokratlarından krallık savaşlarını  finanse etmelerini istediğinde düştüğü duruma düştüler. O dönemdeki  gibi bugün de aristokratlar, "temsiliyet yoksa vergi de yok" ilkesine  göre, tam da Amerikalıların vermek istemediği bir şey istiyorlar:  Irak hükümetine katılım. Bakın, ben Amerikalıları savunmuyorum. Söylediğim olan bitenin Amerikalı, tek taraflı bir tepki, iflas etmiş emperyal modelleri  yeniden kullanma girişiminden ibaret olduğu. İmparatorluk'un oluşumu  eğilimi (açımlanırken - emrah) Amerikalılar askeri güçleri sayesinden  süreçten mükemmel bir şekilde fayda sağlayabilirlerdi. Ancak onları  durduran şey tam da bu eğilim oldu. İşaret ettiğiniz noktaları tekrar  ederken çok dikkat etmek gerekir. O noktaları teker teker bir daha  sayarsanız, size hepsini teker teker yanlışlayabilirim
*********************************************************************
Negri’nin sorunu şu, onun sisteminde ulusal egemenlik ve ulus ilkesi yaşamak zorunda, çünkü, o bizzat dediği sınırları yıkalım talebinin arında da bunun yaşatılması yatmaktadır.
Antik İmparatorlukların temelinde ticaret ve ticaret yolları vardır. Ticaretin emniyetli bir şekilde yürüyebilmesi tüm imparatorlukların asli işidir. İmparatorluklar ticaret yolları boyunca oluşur ve yayılırlar. Sadece ticaretten doğmazlar aynı zamanda onu gelişimi ve yaygınlaşmasına da belli bir itilim verirler. Roma imparatorluğunun yaptığı yollar bu güne kadar gelmiştir. Osmanlı Ordusu’nun sefere giderken aynı zamanda yollar yaptığı anlatılır.
Modern Kapitalizm için de durum farklı değildir. Britanya İmparatorluğu, her şeyden önce dünya ticaretinin gerçekleştiği deniz yolları üzerinde Britanya’nın egemenliği demekti. Hem ticaret yolları bir Britanya İmparatorluğunu gerekli ve olanaklı kılmıştı hem de bu imparatorluk dünya ticaretinin gelişmesini.
Yirminci yüzyıl, bu gidişte bir duraklama ve gerileme olarak görülebilir. Şimdi Globalizm ile birlikte kapitalizm tekrar eski yörüngesine girmiş demektir. Komünist Manifesto’nun son yıllarda en çok aktarılan satırlarının bu globalleşme eğiliminin anlatıldığı satırlar olması bir rastlantı değildir.
Ama Globalleşme demek her şeyden önce mal ve para ticaretinin dünya çapında büyümesi ve gelişmesi demektir. Bu bakımdan, globalleşme, bu ticaretin emniyeti ve düzenli işlemesi ve bunun için maddi ve manevi koşulların oluşturulmasını zorlar. Bu ise, farklı çıkarların ve güçlerin olduğu bir dünyada, dünya çapında bir imparatorluğu zorunlu kılar. Yani kimilerinin sandığının aksine imparatorluk globalleşme ile çelişmez, aksine onun gelişmesinin koşuludur.













Hiç yorum yok: