29 Mart 2014 Cumartesi

Kısa Kısa

Gezi’nin Söz, Slogan ve İmgelerini Kullanmalar Üzerine Kısa Bir not

Gezi Direnişi günlerinin bütün isim ve sıfatları; bütün slogan ve imgeleri, Gezi’nin ruhunu iğdiş edenlerin elinde bu iğdiş edişin bayraklarına dönmüş durumda.
Bütün devrimlerden sonra böyle olur zaten. Muaviye askerlerinin mızraklarına Kuran yaprakları astırmıştı; Stalin ve Stalinizm, Leninizm bayrağıyla Lenin’i ve Leninizm’i tasfiye etmişti. Napolyon Fransız Devriminin bayrağıyla devrimi boğmuş ve imparatorluğunu ilan etmişti.
Gezi de bundan kendini kurtaramazdı ve kurtaramadı. Birisi kendisini Gezi’nin kavramları üzerinden mi tanımlıyor? Kuşkuyla yaklaşmalı. Onun prestiji üzerinden Gezi’nin devrimci özüyle ilgisiz hatta karşı görüşleri savunuyordur.
Bu nedenle örneğin artık „Çapulcu“; „bu daha başlangıç mücadeleye devam“ gibi isimler ve sloganları daha baştan kuşkuyla karşılamakta yarar var. Zaten hepsi şimdiden ulusalcıların ya da utangaç ulusalcıların dilinden düşmez oldu.
Bir devrimci kabarışın söz, slogan ve imgeleri şimdi artık, onun tasfiyesinin araçları olmuştur. Onları kullananları kuşkuyla karşılamak farzdır.

AKP Mitingindeki Bir „Çapulcu“ya İtiraz

Şarap ve Peynir bloğunun yazarı şunları yazıyordu:
„Onlar nasırlı eller...yorgun bacaklar...
Onlar talimatla bayrak kaldıranlar...itaat edenler...
Onlar beslenemedikleri için boyu benden kısa olanlar...en son Japonya'da metroda böyle hissetmiştim...ama onlarınki genetikti, bizimkisi yetersizlik...
Hepsi can, hepsi canan! Onlar biziz.
Otobüs ile geliyorlar çünkü arabaları yok çoğunun...
Olsa da benzine paraları yok...
Nerede ise tamamı geldikleri ilçe teşkilatı tarafından sağlanan anlık veya devamlı yardıma muhtaç,
Bizim "Makarnaya, bulgura oyunu satuyorlar!" diye kızdığımız, aşağıladığımız insanlar...
Ama o "Makarna" o kadar değerli ki onlar için...çoçuğu o makarna sayesinde doyuyor.
 Güne uygun kumanyam...simit, su, ayran...ben şanslıyım...
Bunu 1 liraya satılan simite, 50 kuruşa satılan suya yutkunarak bakan onlarcasını görünce anladım.“
Bu satırları okuduğumda Kazlıçeşme yerine yanlışlıkla Yenikapı mı yazmış diye düşünmekten kendimi alamadım?
O gün bir arkadaşımla Kazlıçeşme’deki Newroz’a gittik. İkimiz de hastaydık ama Newroz‘u kısaca da olsa görmek evde kapanıp kalmaktan iyidir, biraz moral verir, moral de vücudun direncini arttırıp ilaç yerine geçer diye düşünüp, Marmaray ile Kazlıçeşme’ye gittik.
Kazlıçeşme istasyonu yüksekçe bir yerde ve hemen miting alanının yanında olduğundan,  insan daha trenden iner inmez alana akın akan gelen ve daha o saate tıklım tıklım alanı doldurmuş rengârenk kalabalığı görünce zaten dopinglenmiş gibi oluyor.
O dopingle iki saat kadar orada kaldık. Sonra yine Marmaray ile dönerken trende AKP mitingine gidenleri görünce bir de buraya bakalım, ortam nasıl bir bakalım fikir edinelim diye düşünüp Yenikapı’da indik. Miting alanına girmedik. Girmeye kalksak sadece girmek bile yarım saat sürerdi. Ama kapıların ötesine kadar gidip bir fikir edinmeye çalıştık. Otobüs konvoylarıyla gelenler, müthiş kalabalık bütün bunlar gerçekti.
Ama bizim değerlendirmemiz „Çapulcu“dan çok daha farklıydı.
AKP mitingine gelenler Türk ve Sünni Müslümanlardı. Yani dili ve diniyle, bu ulusun imtiyazlıları olanlar, dili ve dininden dolayı baskıya uğramayanlardı; çoğunluktan olanlardı. Fizyonomileriyle Karadenizli ve iç Anadoluluların ağırlığı hissediliyordu.
Belli ki ezici bir çoğunluk, rızkını çalışarak kazanan insanlardı.
Ama Kazlıçeşme ile burası arasında çok temel bir fark vardı. Bu insanların gelir düzeyinin Kazlıçeşme ile kıyaslanmayacak kadar yüksek olduğu hissediliyordu. Açıktı ki, Kürtler emekçilerin en alt kesimini oluşturuyordu. Yenikapı’dakilerin ciltleri daha parlaktı; iyi beslendikleri belliydi. Kazlıçeşme'deki insanların ise daha yoksul oldukları yüzlerindeki daha derin çizgilere, çökük avurtlara yansımıştı.
Aynı şekilde giyimlerinin de gerek biçim ve kesim, gerek kumaşın kalitesi bakımından daha iyi olduğu görülüyordu.
Yenikapı’ya gelenler belli ki son on iki yılda hayat seviyesinde belli bir yükselme sağlamış emekçi kesimlerden insanlardılar. Neredeyse bir „orta sınıf“ gibiydiler. Ne dilleriyle ne dinleriyle ezilmedikleri için, sınıf olarak alt sınıflara dahil olsalar da, son yıllarda hayat seviyelerindeki gözle görünür iyileşmeyi savunmak için oraya gelmişlerdi.
Elbet gerek Gezi’cilerin, gerek Kazlıçeşme’dekilerin de hayat seviyelerinde belli bir iyileşme olmuştu son yıllarda. Ama onları sokağa çıkaran dillerine ve dinlerine („Yaşam tarzlarına“) yönelik eşitsizlik ve baskılardı.
Çapulcu’nun tasvirleri Yenikapı’dan çok Kazlıçeşme’ye denk düşüyordu. Onun Kazlıçeşme‘yi Yenikapı’da görmesi ise, baktığı yerin yansımasıydı.

Birkaç Gözlem

Birkaç gözlemi aktarmadan geçmeyelim.
Kazlıçeşme’de geçirdiğimiz o iki saatte, arkadaşım da ben de, neredeyse yarım yüzyıldır sosyalist ve devrimci politik mücadele içinde olan insanlar olmamıza rağmen, bir tek tanıdığa bile rastlayamadık. Yani Kazlıçeşme’de Türkler ve sosyalistler neredeyse yok mertebesindeydi. Olanlar da her zamankiler sen, ben, bizim oğlan. Ya da oraya bayrak göstermeye gelmiş bir örgütün birkaç militanı ya da bürokratı.
*
Alanın ezici çoğunluğu kadın ve gençti. Kürdistan’daki devrimci yükselişin ve Kürtlerin geçindiği derin dönüşümün havası solunuyordu.
*
Kitleye HDP’nin hareketin yeni partisi olduğu mesajını vermek; iyice benimsetmek ve seçimlerde bir yanlış anlamaya yer vermemek için neredeyse herkesin elinde bir HDP flaması vardı.
*
Kürt özgürlük hareketi aslında bir kadın hareketi olduğundan Kazlıçeşme’de kadın katılımı elbette çok yüksekti. Ama o kadar olmasa da Yenikapı’da da kadın katılımı hiç de küçümsenmeyecek boyuttaydı ve üçte birine yakındı. Küçümsenmeyecek bir kesim aile olarak mitinge gelmişti. Eskiden kadınlar evde otururdu.
Kürt Hareketinin yanı sıra Gezi’de de kadın katılımının yüksekliği ve neredeyse yarı yarıya olduğu genel bir kabul olduğuna göre, sanırım son yıllarda Türkiye’de en derin ve köklü dönüşüm, kadınların bu görünürlüğü, sokağa ve meydanlara çıkışı.
Keza Ulusalcı ve CHP’li kesimde de bunlar gelir bizi çarşafa sokar eve tıkar korkusuyla kadın katılımı ve militanlığı epey yüksek olduğuna göre, bugün Türkiye’deki bütün büyük dinamiklerin arkasında bir „kadın eli“ var. Başta Kürt hareketi.
Türkiye’de gerçekleşen „sessiz ve derinden“ devrim bu.
Bu en önemli ve kalıcı devrim.

Mitinglere Katılan İnsan Sayısı

Kazlıçeşme için yarım milyon, AKP mitingi için bir, bir buçuk veya iki milyon deniyor.
Bu rakamları her zaman kuşkuyla karşılamalı. Her şeyden önce fizik sınırlara bakmalı.
Bir alanda bir metrekareye ortalama bir kişi olarak düşündüğümüz takdirde. 1 Milyon kişi bir Milyon metrekarelik bir alan demektir. Yani eni ve boyu birer kilometre olan bir alan.
Yenikapı’daki alanın büyüklüğü 680.000 metrekare imiş. Yani ortalama yoğunlukla tamamen dolu olduğunda orası 680.000, haydi geleni gideni katalım; sahneleri, tuvaletleri, aradaki boşlukları vs. hesaplamayalım ortalama yoğunlukla azami 700.000 kişi alır.
O halde AKP mitingine azami katılan 700.000 civarındadır.
Kazlıçeşme’ye gelince. Kazlıçeşme alanı 170.000 metrekare imiş. Haydi 200.000 diyelim. Orada da metrekareye ortalama bir kişi hesabıyla 200.000 kişi gelmişti diyebiliriz. Elbet gelen giden oluyor ama aradaki boşluklar, köfteciler, sahne, tuvaletler vs. göz önüne alındığında metrekareye bir kişi en gerçekçi ortalama görünmektedir. Yani Kazlıçeşme’de de en fazla 200.000 katılım vardı.
Hamburg’ta Akdeniz’deki Lampedusa’da ölen Afrikalılar için yapılan mitinge 50.000 kişi katılmıştı. Hamburg‘un nüfusu  1,5 milyon. Haydi, yuvarlak hesap İstanbul 15 milyon diyelim. İstanbul ölçüsüyle yarım milyon insan, Hamburg’ta Avrupa’nın öbür ucunda ölen Afrikalılar için sokağa çıkabilmiş.
Suriyeli Mülteciler her köşe başında açlık içinde çoluk çocuk dileniyorlar.
Yanı başında ve gözlerinin içine bakan Suriyeliler için İstanbul’da 500.000 kişinin sokağa çıktığını düşünebiliyor musunuz?
İstanbul‘da 500.000 kişi mitinge ancak kendi imtiyazlarını korumak için gider. Yenikapı’daki AKP mitinginde olduğu gibi, Türk ve Sünni Müslüman olarak ve son on yıldaki kazanımlarını savunmak için.
Türklerin ve Müslümanların bencilliğinin ve ırkçılığının çapı hakkında bu kıyaslama bir fikir verir herhalde.

Seçimlerde Kime Oy Vereceğim?

Herkes soruyor seçimlerde kime oy vereceksin?
Bu sorunun bize sorulması bile bir hafıza kaybını gösterir.
Biz en zor zamanlarında da Kürt Özgürlük Hareketinin yanında olduk. Bizler kötü gün dostuyuz.
Seçimleri boykot ettiğinde boykot ettik. Hangi partiyle girdiyse onu destekledik.
Bizler hareketin büyümesi ve başarılarının parlaklığıyla yanına gelenlerden değiliz.
Elbette HDP’ye vereceğim.
Bir parça demokratik karakteri olan tek ciddi hareket o koskoca Ortadoğu’da.
Onu güçlendiren her şey demokrasi mücadelesine güç verir.

CHP’ye Oy Verelim Diyenler

İnternet ve basın tartışmalarla dolu. „Gönlümüz HDP’den yana ama bu seçimde AKP’ye dur demek gerekir o nedenle oylar CHP’ye veya Sarıgül’e.“
Buna karşı bin bir argüman getiriliyor. Bu argümanlarda bir temelden yanlışlık var.
Aynı amaçta, aynı programda ve stratejide anlaşanlar arasında kime oy verileceği tartışması anlamlı olabilir. O ortak amaç için hangi taktiğin doğru olacağı tartışması olur bu.
Ama farklı amaçları olan insanlar veya güçler arasında sanki ayna amaçta anlaşılıyormuş ta sanki bir taktik sorunda ayrılığa düşülmüş gibi bir tartışma yürütülmesi baştan yanlıştır.
Burada devrimcinin veya demokratın görevi amacın farklılığını vurgulamak, taktik bir tartışma gibi görünenin aslında programatik ve stratejik bir ayrılık olduğunu göstermek olmalıdır.
Yani şunları demektir:
Türkiye ve Ortadoğu’nun en acil sorunu demokrasidir. Demokrasi ise Türkiye dahil orta doğudaki bütün ülkelerde var olan, Firavun ve Nemrutlar çağından kalma merkezi, bürokratik, militer devlet cihazının parçalanmasını ve ulusun herhangi bir dil, din etniyle tanımlanmasına son verilmesini gerektirir.
Bu devlet mekanizmasını parçalamadan bir şey olmayacağını söyleyen, bunu stratejik hedef olarak almış bir demokratın, bu devlet mekanizması var iken demokratik en küçük bir iyileşme sağlanabilirmiş hayalini yayan liberal veya ulusalcılarla amaç ortaklığı olamaz.
Dolayısıyla onlarla kime oy verileceği tartışmasına girmek saçmadır. Onların bu tartışmayı açmasının var olan devletle demokrasi yolunda bir iyileşme sağlanabileceği hayalini yaydıkları söylenmelidir. Gerçek seçim çalışması da bu olabilir.
Bizler kime oy verileceği tartışmasını, hangi taktiğin bu merkezi, bürokratik, militer devlet cihazının parçalanması amacına hizmet edebileceği sorusu olarak tartışabiliriz.
Yani bu ancak demokratlar arası bir tartışma olabilir.
Bu nedenle İnternetteki tartışmalar, baştan yitirilmiş tartışmalardır.
Çünkü Türkiye’de Demokrat neredeyse yoktur.
Sözüm ona bütün demokratlar, son kaset işinde „devlet çöktü“ „iflas etti“  diye yazılar yazmıyorlar mı?
Böyle yazı yazanlar demokrat olabilir mi?
İyi bir demokrat devletin çökmesine, iflasına üzülmez sevinir.
Türkiye‘de demokrat diye bilinenlerin hepsi liberallerdir.
Liberaller de son duruşmada yığınlardan ve ezilenlerden, sokaklardan korkan burjuvalardır.
Onlar Avrupa Birliği’nden veya başka ikincil çelişkilerden bir medet uman korkaklardır.
Korkaklıkları onları „Vesayet rejimi“ karşısında AKP’yi desteklemeye götürdüğü gibi; gün gelecek örneğin bugünkü çaresizlik mantıklarıyla („Bu diktatörlük gidişine son vermek için CHP’ye oy verelim“) çaresiz kaldıklarında tıpkı Mısır’ın Mursi’yi ve darbesini desteklemek zorunda kalan Mısır liberalleri gibi, Türkiye’de bu gidişe son vermek için bir askeri Darbeyi de destekleyeceklerdir.
Eğer Erdoğan başta kalır ve bu çizgisini sürdürürse, liberallerin bugün CHP’ye oy verdikleri gibi bir darbeyi de „içleri yana yana“ desteklediklerini, hatta darbe için çağrı yaptıklarını göreceksiniz.

İflas ve İhanet

En liberal bilenen yazarlar dahi bağırıyor „Devlet İflas etti“ diye. Örneğin Cengiz Çandar: „Devletin İflas Hali!“ başlığını koymuş yazısına.
 Keşke iflas etse.
Bir kere bir parça demokrat olan, bu baskıcı, bürokratik, merkezi mekanizma parçalanmadan en küçük bir demokrasi gelemeyeceği alfabetik gerçeğinden hareketle böyle bir iflasa üzülmez.
Ama işin kötüsü, onların iflas dediği olay, devletin tüm haşmetiyle sapasağlam ayakta durduğunu göstermektedir.
Askeri bürokratik oligarşi, bir yapıdır. Kimilerinin sandığı gibi „Kemalizm“ adlı bir ideoloji veya „Askeri vesayet rejimi“ gibi bir politik biçim değildir.
Bu yapı ta Firavunlar, Nemrutlar çağından beri vardır ve modernleşerek ama ve bu sayede aynı özünü koruyarak varlığını sürdürmektedir.
Devletin modernleşmesi demokratikleşme değildir. Bu modernleşme bu yapının ne kadar esnek olabildiğini gösterir.
Bu yapı içinde elbette o yapıyı korumak ve varlığını sürdürmek için farklı stratejiler vardır ve bunlar arasında bir mücadele, hatta zaman zaman savaş bile olur. Ama bütün bu mücadele ve savaşlarda amaç, o yapının genel ve uzun vadeli çıkarları ve varlığıdır.
Bu devletin uzun yıllara dayanan gelenekleri ve hafızası vardır.
Bu devlet, maceracı girişimlere kolay kolay girmez. Öte yandan sabırla beklemeyi de bilir. Çünkü Türkiye’nin stratejik konumu diye muazzam bir silahı da vardır. Dünyadaki dengeler içinde elbet bir an birilerinin kendisinin dikte ettiği koşullarla uzlaşacak bir konumda bulunacağını bilir.
Bu devlet geleneği, örneğin Özal, Irak’a girip bir koyup üç almayı planladığında, Torumtay gibi generaller istifasında kendini dışa vurmuş ve bu macerayı engellemişti.
Susurluktaki kaza da bu devlet geleneğinin dışa vuruşuydu.
Bu son devletin iflası denen kasetlerin sızdırılması da aynı çizginin bir devamı olarak görülebilir.
Yani bu dinlemeyi sızdıran Cemaat değil, Devlet’in böyle bir maceraya sürüklenerek yıkılmasını engellemek isteyen güçleridir.
Bu nedenle kasetlerin dışarı sızdırılması aslında devletin çöktüğünü değil; sapasağlam ayakta durduğunu göstermektedir.
Niçin başka yol izlemediler?
Muhtemelen AKP Türkiye‘yi bir emrivakiiyle bir şekilde savaşa sokacaktı. Bunu engellemek için başka çare kalmayınca, bizzat „devlet aklı“ bu dinlemeyi sızdırarak bu komployu engellemiş gibi görünüyor.
AKP’li politikacılar ve basının ihanet, casusluk diye bas bas bağırmalarının asıl nedeni muhtemelen budur.
Kendi ihanetleri bir şekilde engellenmiştir. Binlerce insanın ölümüne ve yıkımına yol açacak bir emrivaki, başka bir emrivaki ile engellenmiştir.
Büyük bir ihtimalle bu kasetler Türkiye’nin savaşa girmesini engelledi.
Bunun en önemli kanıtı Kılıçdaroğlu’nun sözleridir.
Ayrıca bizzat o yayınlanan konuşmaların kendisi de aynı yönde ipuçları vermektedir.
Konuşma dikkatlice incelenirse şu görülüyor: „Devlet’in aklını“ temsil eden Dışişleri ve Ordu temsilcisi bir takım itirazlar yapmaktadırlar.
Buna Murat Yetkin‘ de dikkati çekiyor:
Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun „Toprağımız ve ulusal güvenliğimizle ilgili yaptığımız konuşmalar son derece pespaye, ucuz iç politika malzemesi haline geldi“ ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in „Yapacağımız iş direk savaş sebebi. Dışişleri hiçbir zaman diğerine bir gerekçe bulamaz“ sözlerini aktardıktan sonra „Konuşanlar hala nefesi kesilmemiş devlet refleksinin sesidir“ yorumunu yapıyor. Öte yandan zaten bu yorumun kendisi de „sesi kesilmemiş devlet refleksi“nin bir başka ifadesidir.
Bu toplantı 13 Mart’ta yapılmış.
Kılıçdaroğlu 19 Mart’ta Hükümetin seçimlerden önce Ordu’yu Suriye’ye sokabileceğini söylüyor ve Necdet Özel’i uyarıyor.
27 Mart’ta kendisine bu bilgiyi veren kaynakları „devlet vicdanına“ sahip kişiler olarak tanımlıyor.
Aynı „devlet vicdanı“ engelleyemeyeceği ve emri vaki karşısında kalacağı bir durum olduğunda emrivakiyi bozacak öldürücü bir darbeden başka bir şey yapamama durumunda kaldığında ne yapabilir?
Karşı tarafa öldürücü bir darbe vurur.
Kanımızca, „devlet vicdanı“ ya da „devlet aklı“ Erdoğan’ın emrivakisini, yani bir savaşı bu kasetle engelledi.
Bunu yapanlar muhtemelen bulunamayacaktır.
Ama bu bize, devletin iflas ettiğini değil. Bütün „aklı“, „vicdanı“ ve gücüyle sapasağlam ayakta durduğunu gösteriyor.

Seçim Tahmini

Bu seçimlerden bütün partilerin karlı çakacağı şimdiden bellidir. Zaten bütün seçimlerde bütün partiler karlı çıkarlar. Bundan sonraki tahminler tutmasa da bu tahmin garanti tutacaktır.
Muhtemelen AKP en büyük parti olmayı sürdürecek ve % 40-45 arası bir oy toplayacak.
Çünkü henüz artan dış ticaret açığı; düşen büyüme kendisini destekleyen ve son on yılda durumlarında belli bir iyileşme olan geniş emekçi kesimlerin hayatlarına yansımadı. Esas ekonomik sıkıntılar ve zorluklar bundan sonraki dönemde görülecek ve bu da Erdoğan’ın desteğinin azalmasına yol açacaktır.
MHP büyük bir olasılıkla oyunu arttıracak % 15-20 aralığında oy alacaktır.
CHP’nin oyunda büyük bir değişim beklenmemeli.
BDP-HDP’ye gelince % 7 alırsa başarıdır. Öyle görülüyor ki, BDP Kürdistan’da belli bir başarı elde edilecektir. İstanbul’da Gezi ve Sırrı’nın İstanbul için yüzde 1 veya 2 bir artış sağlayabileceği varsayılabilir. Saldırıların HDP’nin görünürlüğünü arttırması; kadınların öne çıkarılması vs. de katılırsa % 7 sınırının aşılabileceği iyimser bir tahmin olarak öne sürülebilir.
Öte yandan normal koşullarda HDP veya BDP’ye verecek birçok kişinin CHP veya Sarıgül’e oy vermesi; Kürtlerin önemli bir bölümünün HDP’ye ısınamaması; bilmemesi ve sınıfsal olarak Kürt Burjuvazisinin Türkiyelileşme perspektifine karşı olması. Kürdistan’da İslamcı partilerin seçimlere katılması vs. oyu düşüren faktörler.

HDP’ye Eleştiri

HDP’ye oy vereceğiz ama onu eleştirmeden oy verirsek ayıp olur.
HDP baştan aşağı imaj çağına ayak uydurmuş durumda. Diğer partilerden hiç bir farkı yok.
HDP daha kuruluş kongresinde protokolüyle; gündem dediği kongre akışıyla; örgütsel temsiller üzerinden her şeyi belirlemesiyle anti demokratik ve dinamizmden yoksun bürokratik özelliklerini dışa vurmuştu.
Seçimlerde de diğer partilerden hiç bir farklı olmayan aynı yöntemler ve sloganlarla çalışıyor.
 „Şehir Senin“ gibi muz niyetine herkesin kullanabileceği somut hiç bir şey ifade etmeyen bir slogan örneğin.
Bir tek farkı var. Diğer partilerde aday bir tek erkek (veya kadın) iken HDP’ de resimlerde iki kişi ve bunun birinin kadın olması.
Bari insanların aklına kalacak bir tek somut yıkıcı bir sloganı yayabilseydi bu bütün seçim boyunca. Bu bile yok.
Bu yoklar ve varlar listesi çok uzatılabilir.
Bu eleştirileri ifade etmenin bir faydası olabileceğine dair en küçük bir umut bile yok.

Seçimlerden Sonra Sürpriz

Eğer Erdoğan aklını yitirmediyse bu kadar gücü karşıya alarak iktidarı sürdüremeyeceğini görür. Bugünkü çizgisinde ısrar ederse kendisi için çok trajik sonuçlar ortaya çıkacaktır.
Erdoğan’ın seçimlere kadar böyle bir gerilim çizgisi izlemesi ve oyu sabitlemesi onun seçimlerden sonra ani bir dönüş yapabileceği ihtimalini olası kılmaktadır.
Ama öte yandan öylesine açılmış durumda ki durduğu takdirde batar, olaylar onu giderek daha sert ve gerilimli davranışa da itecektir.
Bu nedenle bir öngörüde bulunmak zor ama seçimlerde sonra Erdoğan’ın ani bir dönüşle bir yumuşama politikasına geçmesi ve adım adım yıktıklarını onarması da sürpriz olmayabilir.
Erdoğan’ın seçimlerden sonra İsrail ile anlaşma yapıp ilişkileri düzeltmesi bu yöndeki bir değişikliğin başlangıcı olabilir. Ve bu yönde bir ipucu olarak görülebilir.
Bu da zaten Kıbrıs’la da ilişkili.
Bu hay huy içinde gözlerden kaçan Kıbrıs’taki gelişmeler var.
Kıbrıs’ta bulunan gaz yatakları bunların işlenmesi ve Avrupa’ya nakli; bu arada Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Rus gazına bağlılıktan kurtulmanın giderek acil bir ihtiyaç olarak Avrupa’da ortaya çıkması...
Zaten önceden Amerika ve Avrupa, Avrupa’nın İran ve Rusya’ya bağımlı olmaktan çıkması için Kıbrıs’taki gaz yataklarının Avrupa’ya bağlanmasına ve bunun hem ekonomik bakımdan en ucuz hem de Politik bakımdan en akıllıca yol olduğuna dair stratejik bir karar vermişlerdi.
Bunun sonucu olarak ortaya çıkan gelişmeler Kıbrıs’ta görülüyor.
Muhtemelen Maraş tekrar turizme açılacak. Kıbrıs’ın ortası Türkiye’den borularla gelen suyla Avrupa ve Dünya’ya sebze ve meyve yollayan dev bir seraya dönüştürülecek. Çıkan gazlar Türkiye üzerinden Avrupa’ya yollanacak. Türkiye hem gaz alacak, hem de nakliye kirası. Kıbrıs’ın Türk kesimi de bir formül bulunarak Kıbrıs'ın federal ama bağımsız bir bileşeni gibi Avrupa Birliğine alınacak. Türkiye’de böylece bir şekilde bir amip gibi bir köşeden Avrupa birliğine bir uzantısını sokmuş olacak. Ayrıca büyük ölçüde Kıbrıs engelinden ve engellemesinden kurtulacak.
Kıbrıs bir Avrupa Birliği ülkesi olarak Doğu Akdeniz’in Norveç’i gibi olacak.
İsrail’de hem gaz hem de seracılık alanında tekniği ve sermayesiyle bu işe ortak olacak. Böylece Türkiye, Kıbrıs, İsrail ve Yunanistan ve Avrupa gaz ve su borularıyla kaderlerini birbirlerine bağlamış olacaklar.
Bu muazzam projeye evet diyerek ve yoğunlaşarak; diğer alanlarda da belli düzenlemeler yaparak Erdoğan tekrar Amerika ve Avrupa’nın desteğini veya an azından hayırhah bir tavrını alabilir. İç politikayı da bun paralel olarak yumuşatabilir.
Ve daha epey bir süre iktidarda kalabilir.
Zayıf ama böyle bir olasılık da hala var.
29 Mart 2014 Cumartesi
Demir Küçükaydın


Hiç yorum yok: