5 Şubat 2014 Çarşamba

Muhammet ve Marks – Donkişot’ta İhsan Eliaçık’ın “İslam ve Mülkiyet” Söyleşisinin Düşündürdükleri

Dün akşam, Kadıköy, Yeldeğirmeni’ndeki “İşgal Evi” Don Kişot’ta, İhsan Eliaçık’ın “İslam ve Mülkiyet” konulu söyleşisi vardı. Buz gibi havaya rağmen küçük salon tıklım tıklım doluydu. Toplantıyı tertipleyen arkadaşlar konuyu seçerlerken muhtemelen, Don Kişot’taki “işgal Evi”nin, mülkiyet hakkına bir tecavüz olarak değerlendirilebileceği gibi bir kaygıyla davranmış olmalıydılar. Gerekçesi ne olursa olsun, isabetliydi ve güzel bir toplantı oldu. “Roket soba” henüz hala verimli çalışamadığı; salonun deliklerinden buz gibi hava girdiği için buz gibi salonda; geçen yazın Gezi Günlerini aratmayan sıcak bir atmosfer vardı ve “Gezi Ruhu”nun, henüz ölmediği ve yaşadığı, hissediliyordu.
Toplantıda konuşulanların yol açtığı kimi düşüncelere geçmeden önce, Don Kişot “işgal evi” hakkında kısa bir açıklama yararlı olabilir.
*
Don Kişot “işgal evi”, aslında bir işgal evi değildir. Müteahhidin biri, 15 kadar önce, oraya bir apartman dikmeye kalkmış ve aynı binayı birbirinden farklı beş kişiye satmış. Yani dolandırıcılık yapmış. Sonra da inşaat öyle yarım kalmış. Bina yıllardır yarım kalmış bir inşaat olarak öylece duruyormuş ve adeta bir çöplüğe dönüşmüş.

Gezi hareketi Taksim’den sürülüp Parklara sığındıktan sonra; daha somut bir şeyler yapmak; nüfusun daha geniş ve Gezi’ye uzak durmuş kesimleriyle bağ kurabilmek için mahallelere doğru yönelmişti. İşte Kadıköy’ün Yoğurtçu Parkı’nda toplananlardan Yeldeğirmeni ve civarında yaşayanlar da kendi semtlerindeki küçük boş alanlarda toplanıyorlardı. Ancak havaların soğuyacağı, kışın nerede toplanılabileceği bir sorundu ve mahallede yıllardır boş duran adeta bir çöplüğe dönüşmüş inşaat adeta “gelin beni değerlendirin” der gibi bekliyordu.
İşte Don Kişot, bu boş çöplüğe dönüşmüş inşaatın; mahallenin ortak kullanımına açılması; şenlendirilmesinden başka bir şey değildir.
Dokunulmaz özel mülkiyet tanrısına tapan bugünün kapitalist toplumu ve T. C.’nin yasaları ne der bilemiyoruz. Muhtemelen bu güzel ve masum girişimi ezmek için her yolu deneyeceklerdir.  Ama İslam hukukuna dayanan Osmanlı’nın bile, Kanuni devrindeki yozlaşmadan önceki dönemlerde, “mülk Allahın’dır” diyerek, toprakları işleyecek ve üzerinde çalışarak rızkını çıkaracak olanlara dağıttığını, yani özel kişi mülkiyetini zerrece takmayıp; bu günün deyimiyle “toprak reformu” yaptığını; bir araziyi boş bırakıp, işlemeyenin elinden alınıp işleyecek olana verdiğini; kullanılmayan boş arazileri dağıtıp “şenlendirdiğini” biliyoruz.
Don Kişot “işgal evi” işgal bile değil; Osmanlı’nın “Şenlendirme” dediğidir. “Şenlendirme” sözcüğü bile “değerlendirme”den daha güzel ve anlamlıdır. “Değerlendirme” bir değişim değerine, paraya, fiyata çağrışım yapar. “Şenlendirme” ise, kullanım değerine, yararlılığa. Hükümet’in Kentsel dönüşüm projeleri “değerlendiriyor”; Gezi’nin mahallelere sığınmış ruhu ise “şenlendiriyor”. Biri parayla ölçüyor ve kara açıyor; diğeri insanların ihtiyaçlarıyla ölçüyor ve kullanıma açıyor. Bu ihtiyaçlar içinde de manevi olanlar; toplu olarak karşılanabilenler öncelikli.
“Gezi Ruhu”, bir zamanların dayanışmacı mahalle hayatında; şenlendirilmiş bir mezbelelikte yaşamaya çalışıyor.
Konuşmasının sonunda bir soru üzerine İhsan Eliaçık da, bireysel bir zenginliğin aracı olmadıkça, yapılanın doğru ve yerinde olduğunu söyledi. Gelelim İhsan Eliaçığın konuşmasının yol açtığı düşüncelere.
*
İhsan Eliaçık konuşmasına “dinin en iyi ve doğru tanımını Karl Marks yapmıştır” diye başladı ve Marks’ın ünlü ve çok farklı sözlerle ama genellikle aynı anlamda çevrilmiş, "Dini ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur"[1] sözlerini yorumlayarak bunların hepsinin dinin özellikleri olduğunu göstermeye çalıştı.
Bundan sonra İslam ve Kuran’ın egemen yorumu ile gerçekte Kuran’da söylenenler arasındaki farklar üzerinden giderek konuşmasını sürdürdü. Çeşitli söyleşilerde ve kitaplarında söylediklerinin kolay anlaşılır, derli toplu bir özeti gibiydi konuşması.
Bir dinleyicinin nasıl bir evrim geçirdiği sorusu üzerine gençliğinde Milli Türk Talebe Birliği’ni gittiğinden; Akıncı olduğu zamanlardan; bir antikomünist olarak yetiştirildiklerinden; sonra 12 Eylül dönemindeki hapishane hayatından; oradaki gözlemleri ve devrimcileri tanıyışından; çıktıktan sonra Devrimci İslam adıyla yazdığı ilk kitaptan; AKP’nin iktidara gelişinden sonraki ilk yıllardan ve sonra kesin tavır alışından; kendisinin de bu arada öğrendiğinden ve öğrenmeye devam ettiğinden söz etti.
Daha birçok soru ve eleştiriler geldi. Bunları tekrarlamaktansa en önemli gördüğüm birkaç nokta hakkında düşünce ve izlenimlerimi yazmak isterim.
Toplantı’da ben de kısaca bir söz aldım ve “Sayın Eliaçık bir Müslüman olarak “Marks’ın Din tanımının en doğru din tanımı olduğunu” söyledi; kanımca bu tam doğru değil; ben de bir Marksist olarak Hazreti Muhammet’in din kavrayışının; sosyolojik olarak Marks’ın din tanımından ya da kavrayışından daha doğru ve derin olduğunu düşünüyorum. Marks’ın Din tanımı, aydınlanma’nın Din’i inanç olarak tanımlamasının sınırları içinde kalır; buna bir eleştiri ve bir karşı çıkıştır ama bu sınırları aşamaz. Marks, Din’in toplumun aynı zamanda sınırlarını belirlediğini ve tüm ilişkilerini düzenlediğini göremez; Hazreti Muhammet’in din kavrayışı bu bakımdan çok daha derin ve doğrudur” anlamında bir şeyler söyledim.[2]
Eliaçık böyle bir eleştiri karşısında şaşırdı ve memnuniyetle “bu eleştiriyi aldık kabul ettik” dedi.
Elbette bir Müslüman’ın “Marks din hakkında en doğru tanımları yapmış” diye söze başladığı bir yerde, bir Marksist’in de çıkıp, “hayır, Muhammet din konusunda Marks’tan daha doğru ve derin bir kavrayıştadır” diye Müslüman’a itiraz etmesi pek görülen ve görülmüş bir durum değildir ve insanları şaşırtır. Ancak konu üzerine yazılarımızı biraz okuyanlar, ortada şaşıracak bir durum olmadığını görür[3].
Yıllar önce şunları yazıyorduk örneğin:
“Din’in ne olduğu konusunda, İslam çok daha açık ve doğru görüşe sahipti. Dinin bir inanç veya özele ilişkin olmadığını bildiği, bu gerçekten hareket ettiği için, İslam’ın Din kavramı, Aydınlanmanın Din kavramından çok daha sosyolojik gerçekliği yansıtıyordu.”
Yani toplantıda, birçok yazımızda ifade ettiğimiz bu görüşü, değişik biçimde ifade etmiş oluyorduk.
Ancak burada anlaşılmayan çok önemli bir nokta bulunmaktadır. Bizim İslam’ın veya Muhammet’in sosyolojik olarak daha derin ve doğru  bir din kavrayışına sahip olduğunu söylememiz; Marksizm’i aydınlanmanın din kavrayışından arındırmak; yani Marksizm'i geliştirmek ve Muhammet’in veya İslam’ın sosyolojik olarak daha derin ve doğru İslam kavrayışıyla buluşturmak anlamına gelirken; Sayın Eliaçığın, Marks’ın din tanımını Dinin en doğru kavrayışı olarak tanımlaması; İslam’ın ve Muhammet’in veya aynı zamandı bugün Marksizm'in vardığı din kavrayışının gerisine gitmek; belli bir anlamda gerilemek anlamına gelmektedir.
Çünkü Eliaçığın ele aldığı ve Marks’ın din tanımı olarak ifade ettiği din tanımı; henüz Marksist bir din tanımı olmadığı gibi, bazı bakımlardan da yanlış yorumlanmış bir din tanımıdır. Ayrıca bu din tanımı bugün çok gelişmiştir ve Muhammet’in din tanımıyla aşağı yukarı aynı yerdedir. Bu nedenle, Eliaçığın Marks’ın Din tanımını benimsemesi aslında belli bir gerileme anlamına da gelir.
Ama Eliaçığın bu din tanımına dayanan İslam yorumu, aynı zamanda, Emevi İslam’ına göre devrimci bir karşı çıkıştır ve İslam içindeki karşı devrime karşı bir mücadeledir. Bu İslam, aynı zamanda otantik İslam’a, Muhammet’in İslam’ına bir dönüştür.
Yani Eliaçığın Marks’ın din tanımına sahip çıkması; Marksizm’in bugün ulaştığı din tanımına ve otantik olarak Muhammet veya İslam’ın din kavrayışına göre bir gerilemeyi ifade ederken; aynı zamanda karşı devrime uğramış İslam’a göre daha derin ve devrimci bir din tanımlamasına denk düşmektedir.
Ne demek istiyoruz?
Karşı Devrime uğrayan İslam, İslam’ın aynı zamanda zenginlere (Mekke Eşrafına) karşı bir isyan olduğu gerçeğini gizler. Allah’ın sosyal olarak eşitleyici niteliğini unutturmaya çalışır. İslam’ın aslında merkezi ve bürokratik devletlerle uyuşamayacağı gerçeğini unutturur. Cami adı üstünde meclistir, toplanma yeridir. Karşı devrime uğramış İslam ise, onu merkezi devletin basit bir eklentisi ve süsü haline getirir. O tıpkı Marks’ın Prusya meclisini tanımlarken kullandığı gibi ve bugünkü TBMM’yi de tanımlamakta kullanılabilecek olan, “mutlakıyetin ayıbını gizleyen asma yaprağı” dediği türden, bir süs haline getirir.
Ancak otantik İslam, Din’i inanç olarak tanımlayan Aydınlanma’nın aksine, sosyolojik olarak dinin bir inanç olmadığını; tüm toplumsal hayatı düzenlediğini bilir.
Ama din, inançtır; toplumsal ilişkileri düzenlememelidir; din kişilerin özel sorunudur denildiğinde, sosyolojik olarak din tanımı yapılmış olmaz; bir hukuk sisteminde din sayılmak için bir tanım yapılmış olur. Ama bu tanımın kendisi; bizzat yeni bir dindir, yani toplumsal ilişkileri düzenlemenin bir yoludur.
Sorun şuradadır; dinin inanç olduğu önermesini, bir dinin önermesi olarak değil de; dinin sosyolojik tanımı olarak kabul ettiğiniz an, sosyolojik olarak dinin ne olduğunu anlama olanağınız ortadan kalkar.
İşte Marksizm'in başına gelen, Aydınlanma’nın bir çocuğu olarak başına gelen, tamı tamına budur.
Marks, Din’i bir sınıf mücadelesi aracı olarak ele aldığı ve tanımladığı sürece dine sosyolojik olarak bakmak gerektiğini söylemiş olur ama onu sadece sınıf mücadelesi boyutuyla tanımlamış olur; dinin tüm toplumsal ilişkileri belirlediği gerçeğini atlamış olur.
İşte İhsan Eliaçığın Marks’ın bu sözüne sahip çıkması; Emevi İslamı'na göre bir devrimci çıkış olmakla birlikte; sosyolojik olarak Marksizm'in din kavramının bugün ulaştığı yere veya İslam’ın veya Muhammet’in din kavrayışına göre bir gerilemeye karşılık düşer.
Ancak teorik ve kavramsal olarak İhsan Eliaçık, Marks’ın din tanımını benimseyerek, sınıfları ve sınıf mücadelesini İslam’ın yorumlamasında öne çıkarırken, sınıfların ve sınıf mücadelesinin Marksizm’in ayırıcı bir özelliği olmadığını da es geçmekte; Marks’ın diyerek aslında Aydınlanma’nın din kavramını savunmaktadır.
Sanılanın aksine sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını bulmak veya kabul etmek Marksizm'in ayrıcı bir özelliği değildir, Bunu Marks’tan önce burjuva tarihçileri de bulmuşlardır. Sınıfları ve Sınıf Mücadelesini kabul etmek; bunuz tarihin ve toplumun açıklamasında kullanmak henüz Marksizm değildir; tabiri caiz ise ön Marksizm’dir, Marksizm öncesidir.
*
Ancak Eliaçık gerçekte, politik ve programatik olarak, henüz teorik olarak formüle etmemiş olmakla birlikte, bu ifade ettiğinden çok daha ileri bir noktada bulunmaktadır.
Sayın İhsan Eliaçığı 2008’de tanıştığımız ve birkaç gün sonra beraber televizyona çıktığımız[4] günden beri izliyorum.
Başlangıçta Eliaçık, İslam içinde sınıf mücadelesine ve eşitliğe vurgu yaparak bir tür küçük devrim yaparken aynı zamanda o zamanın Türkiye’sinin, politik güçlerinin çatışmaları içinde tıpkı ulusalcılarınki gibi bir durumda bulunuyordu.
Bilindiği gibi ulusalcılar, ulusun Türklükle tanımlanmış olmasını; merkezi ve bürokratik devleti hiç sorun etmezler; buna karşılık kapitalizmi, emperyalizmi, sınıfsal eşitsizlikleri söylem düzeyinde çok sorun ederler.
Fiili hukuki bir eşitsizliğin olduğu bir yerde, yani örneğin ulusun Türklükle ve Sünni Müslümanlıkla tanımlandığı bir yerde, Kürtlerin veya Alevilerin, Hıristiyanların eşitliğini değil de, Kapitalizmi sorun etmek, sınıf mücadelesinden söz etmek; görünüşte çok keskin bir tavır ve eleştiri gibi görünse de, fiilen, var olan eşitsizliği savunmanın aracına dönüşür.
Yani kendi başına sınıf ve kapitalizm vurguları aslında devlet sınıflarını savunmanın bu gerici cumhuriyeti savunmanın bir aracı olur. Ulusalcıların temel karakteristiği budur.
İşte, İslam içinde devrimci ve alt üst edici görüşleri ile İhsan Eliaçık, o günün konjonktürü içinde Türk ulusalcılarınınki gibi bir konumdaydı. Sosyal eşitsizliğe vurgusuyla, AKP ile mücadelesinde, Askeri bürokratik oligarşi tarafından, düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi çerçevesinde, özellikle ulusalcılara yakın medyada bol bol öne çıkarılıyordu.
Elbette Anti Kapitalist Müslümanların ve Eliaçığın bu olanağı kullanması doğru ve yerindeydi. Onlar da kendilerini kullanmak isteyenleri kullanıyorlardı. Kullananlar her zaman aynı zamanda kullanılırlar.
Ancak Eliaçığın ve antikapitalist Müslümanların evrimi bu noktada kalmamıştır. Eğer sadece bu noktada kalıp, demokratik özlemlere cevap konusunda sessiz ve ilgisiz kalsaydılar, birden bire ulusalcıların pozisyonuna düşebilirlerdi. Ancak çok güzel bir gelişmeyle, hukuki ve biçimsel eşitsizliklere, demokratik özlemlere doğru da yöneldi eleştirileri.
Kürtlerin haklarını, Ermeni ve Hıristiyanların uğradığı zulmü vs. giderek daha fazla öne çıkarmalarıyla birlikte; antikapitalist Müslümanlar ve Eliaçık bu tehlikeli tuzağı aştı.
Anti Kapitalist Müslümanlar ve İhsan Eliaçığın ön önemli ve kritik değişimi kanımca bu oldu.
Birçok Müslüman, tıpkı birçok Stalinist sosyalist gibi, sosyal eşitsizliği, bir Emevi İslam’ı alında bile savunabilir. Ama bir Hıristiyan veya bir Ateistin de bir Müslüman’la eşit olacağını; aynı haklardan yararlanması gerektiğini söylemek ve bunun için mücadele etmek, fiilen insanların dini, dili ne olursa olsun eşittirler demektir. Yani Aydınlanma’nın idealini savunmaktır. Öyle denilip denmemesinden bağımsız olarak, bu Aydınlanma’nın insanların, dili, dini, etnisi, soya, sopu, inancı, fikri ne olursa olsunlar eşittirler ilkesinin fiili bir kabulü anlamına gelir. Yani İhsan Eliaçık ve Antikapitalist Müslümanlar böylece aynı zamanda birer demokrata dönütüler. Bu noktadan sonra, bugünkü Türklük ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış merkezi bürokratik Cumhuriyet’in karşısında konumlandılar.
Ancak burada da kalmadılar; çok daha zor ve önemli bir adımı daha attılar. Özelikle kadınlardan ve LGBT’lerden gelen eleştiriler karşısında bir şeyin öznel olarak karşısında olma, benimsememe ile haklardan mahrum edilmemenin ayrımından ve bu ayrımın İslami kavramlarla ifadesinden hareketle, insanların cinsleri ve cinsel tercihleri ne olursa olsun, kendileri bu konuda farklı düşünseler bile, toplumsal olarak onların tam bir eşitliğinden ve eşit haklarından yana olduklarını açıkça ifade ettiler.
Ancak, ekonomi politiği ve Marksizm’i bilmedikleri; kapitalizmi bir ölçüde ahlaki bir kavram olarak kullandıkları için, aslında bunu savunmanın, kapitalizm için ideal koşulları savunmak anlamına geleceğinin de farkında değildiler.
Çünkü artı değeri yaratan işgücünün dili, dini, cinsi, ırkı, inancı, fikri, kültürü, cinsel tercihi vs., onun üreteceği artı değer üzerinde; yani işgücünün kullanım değeri üzerinde hiçbir etkide bulunmadığından, bu alanlarda devletin körlüğü ve gerçek bir eşitlik kapitalizm için ideal şartları savunmaktan başka bir anlama gelmez. Ama kapitalizm için ideal şartlar, yani gerçek bir demokratizm aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele için de ideal koşulları sağlayacağından sosyalistlerce de savunulabilir ve savunulmalıdır. Bu bakımdan elbet bir sorun yoktur.
Burada da kalmadılar, teori alanında, dayanılan gizli varsayımlar bakımından da çok cesur bir adım daha attılar.
Bu adımı da yine özellikle kadınların eşitliği konusu üzerinden attılar.
Hazreti Muhammet döneminde söylenerek mutlaklaştırılmış ve kadınların ezilmesinin aracı yapılmış kimi uygulamaların o zamanın koşulları içinde; o koşullara göre ilerlemeyi ve eşitliği temsil ettiği yorumunu yaptılar.
Bu yorum, çok köklü bir paradigma değişimi anlamına geliyordu. Kuran’ın toplumsal koşullara bağlı olarak anlaşılması gerektiği gibi bir sonuca ulaşmış bulunuluyordu. Ama eğer böyle ise, sadece kadınlara ilişkin söylenenler değil, bütün Kuran ve İslam da toplumsal koşullara bağlı olarak anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır. O halde Kuran’ı ve İslam’ı anlamak, tarih ve toplumu anlamaktan geçer. Tarih’i ve toplumu açıklayan yasaları bilmeden Kuran’ı ve İslam’ı anlayamayız.
Bu ise Marksizm’in kendisinden başka bir şey değildir
Bu sonuçların henüz çıkarılıp çıkarılmaması önemli değildir. Ama varılan noktadan sonra bu noktalara varmak kaçınılmazdır. Bu geri dönüşü olmayan bir yoldur. Elbet dökülenler olur, ama mantık çizgisini sonuna kadar götürenler de çıkar.
Yani Marks’ın 1845-1848 yılları arasında Aydınlanma paradigması içinde yaşadıklarını; şimdi İslam içinden Antikapitalist Müslümanlar yaşamaktadır. Elbet yolda dökülenler olur. Genç Hegelcilerin çok azı bu yolu kat edebilmişti.
Anti Kapitalist Müslümanlar bugün tutarlı demokratlar ve ütopik sosyalistlerdir. Yukarıdaki adımı mantık sonuçlarına götürdüklerinde ise ister istemez Bilimsel Sosyalist (Marksist) olacaklardır.
Sosyal Eşitliği, tüketim ve bölüşümdeki eşitlik ile sağlama bütün dinlerin ve ütopik sosyalistlerin ortak özelliğidir.
Olayları tarihsel ve toplumsal bağlamı içinde anlama, ister istemez, sosyal eşitlik projelerinin neden başarısızlığa uğradığı ve yozlaştığı sorununa da bir cevap aramak zorunda kalacaktır.
Cevabı ararken bir noktada, bunun ancak üretim ve mülkiyet ilişkilerinin üzerinden sağlanabileceği sonucuna ulaşmak da kaçınılmazdır.
Böylece İslam ve Marksizm, İslam’dan yola çıkarak yine buluşmuş; İslam, Aydınlanma’dan bağımsız, kendi yolunu izleyerek Marksizm’i yeniden bulmuş veya keşfetmiş olur.
Marksizm bu yolu, tersinden, kendi din tanımının aydınlanmanın din tanımı olduğunu söyleyerek ve bu tanımı eleştirerek kat etmişti.
Şimdi Marksizm varmaları gereken yerde anti-kapitalist Müslümanları bekliyor. Bir kısmı yolda dökülse de elbette Marksizm’in onları beklediği yere varabilenler de olacaktır.
Toparlarsak, antikapitalist Müslümanlar, politik bakımdan tam bir demokrata dönüşmüştürler; hem merkezi ve bürokratik devlet düşmanı nitelikleriyle; hem insanların dini, dili, cinse, ırkı, soyu, sopu, inancı, kültürü, cinsel tercihi vs. nedeniyle hiçbir ayrımcılığa uğramaması gerektiği; tem eşit bir yurttaşın haklarından yararlanması gerektiği şeklideki program ve özlemleriyle bugün en radikal demokrat bir pozisyonu savunmaktadırlar.
Sosyal eşitlikçi özlemleri ve hedefleriyle aynı zamanda birer sosyalisttirler.
Ama bu eşitliğe hala ahlaki araçlarla; tüketim ve bölüşüm alanındaki tedbirlerle ulaşmak sınırında kaldıkları için, henüz ütopik sosyalistlerdir.
Üretimin düzenlenmesiyle bunun olabileceğini gördükleri; bugüne kadarki başarısızlıkların nedenlerini araştırıp tartıştıkları an Marksistler haline geleceklerdir.
Muhammet ve Marks buluşacaktır.
Demir Küçükaydın
05 Şubat 2014 Çarşamba



[1] Bizim Marks’ın bu sözüne ilişkin değerlendirme ve eleştirilerimiz “Marksizm ve Din” başlıklı şu yazımızda okunabilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/01/marksizm-ve-din-1-klasik-marksizmde-din.html  Orada açıkladığımız gibi, bu tanım henüz Marksist bir tanım değildir ve Afyon’un yorumlanmasında yanlışlık yapılmaktadır. Aslında Sayın Eliaçık da Afyonu yorumlarken benzer yanlışı tekrarlıyor. O zamanlar afyon bugünkü gibi kriminal ve uyuşturucu türünden bir anlama sahip değildi; ağrı kesici, ilaç anlamında kullanılıyordu.
[2] Marks’ın Din kavrayışının daha derin ve ayrıntılı eleştirilerimiz birçoklarının yanı sıra şu yazıda da var: http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/01/marksizm-ve-din-2-modern-marksizmde-din.html
[3] Biz Marksist bir din teorisi olmadığını; var olan din kavramının aydınlanmanın din kavramı olduğunu aşağı yukarı 2004’te keşfettik. Eliaçık da AKP iktidara gelince iki yıl kadar beklediğini ve ondan sonra esas eleştirilerine başladığını ifade ediyor. Yani aşağı yukarı aynı tarihte, biz Marksizm'in Marksist Eleştirisi’ni yaparken, Eliaçık da İslam’ın içinden eleştirilere başlamış.
[4] Sosyalizm ve İslam adlı programa çıkmıştık. Şuradan  izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=zWO3R7EUoKQ

Hiç yorum yok: