22 Ocak 2014 Çarşamba

Marksizm ve Din (1) - Klasik Marksizm'de Din Kavramı

Türkiye’de tartışmalar, gerçeği aramanın değil, bir güç mücadelesinin aracıdırlar. Elbet sorunun gündeme gelmesinin ve tartışılmasının kaynağında, politik ve sosyal mücadeleler olabilir; ama o konular politik kaygılardan ve tartışmalardan bağımsız olarak ele alınmalı ve incelenmelidir.
Konuların doğrudan politik mücadelenin aracı olarak tartışılması, kavramların genel geçer; yaygın ama çoğu kez çok yanlış anlamlarıyla tartışılmasını da beraberinde getirmektedir. Bu durumda, herhangi bir tartışmaya birazcık girmek bile, öncelikle o yaygın ve yanlış kavramların eleştirisini gündeme getirmeyi gerekli kılmaktadır.
Örneğin Marksizm kavramını, yıkılmış bürokratik diktatörlükler ve ortadaki ruhsuz ve bürokratik örgütlerin görüşleri anlamında kullanmak başkadır; bunların fiilen baskı altına alıp sapkınlık olarak görüp dışladıkları, düşman gördükleri ve ezdikleri teorik görüşler anlamında kullanmak başkadır. Birinci anlam yaygın ve egemendir ama doğru değildir; ikinci anlam doğrudur ama bilinmez ve kullanılmaz.

Daha yazıya başlarken, muhtemelen “Marksizm” derken kastedilenin Marksizm olmadığını söyleyerek söze başlamak, daha baştan pişmiş aşa su katmak olmaktadır. Ama birazcık bilimsel kaygı bile bunu zorunlu kılmaktadır.
Buna ek olarak, anlamları yine yanlış ve yaygın olarak bilinen “Din” ve “Türkiye Solu” gibi iki konuyu daha “Marksizm”e ekleyince, okuyucunun birçok şeyi bildiği varsayımından hareket etmeyi gerekir.
Ama bilinir varsayılacaklar ile okuyucunun bildikleri muhtemelen tamamen farklı olduğundan, okuyucunun bildiğini düşündüğü anlamlara dayanan bir yazı yazmak olanaksızlaşır ve okuyucuya bildiklerinin yanlış olduğunu göstermek öncelik kazanır.
Bu yapılmazsa anlaşılmamak kesindir.
*
“Marksizm” deyince, neredeyse herkes bundan ortalığı doldurmuş sosyalist örgüt ve akımları veya şimdi yıkılmış bürokratik diktatörlüklerin egemenliklerini meşru göstermek için kullanılmış ideolojileri anlar. Bunların Marksizm’le ilgisi yoktur. Aksine Marksizm bu örgüt ve devletlerce dışlanır, yok sayılır ve kovuşturmaya uğrar ve uğramıştır. Ama bu devlet ve örgütler düşmanı olduklarının içini boşaltarak, bayrakları yaparlar. Sorun buradan çıkar. Öz ve görünüm aynı değildir.
Marksizm her şeyden önce, toplumu ve tarihi anlama çabasında olan bir bilimdir. Bu bilime kurucusunun adına izafeten kısa ve kolay bir ifade olsun diye Marksizm denir. Bilim olduğuna göre de var olan her şeyin acımasız bir eleştirisi, her şeyden şüphe ile başlar; hiçbir otoriteyi tanımaz; hazır reçetelerin düşmanıdır. Zaten böyle değilse bilim ya da Marksizm değildir.
Marksizm, Marks’tan önce İbni Haldun tarafından keşfedilmiştir, onu bilmeden ve birbirinden de bağımsızca Marks, Engels tarafından tekrar keşfedilmiştir. Onu bizzat kurucuları (İbni Haldun ve Marks) tarih ve toplum bilimi olarak tanımlarlar.  Ve daha sonra (Morgan gibi) birçok bilim adamı tarafından da tekrar tekrar, onlar tarafından keşfedildiği bilinmeden keşfedilmiştir. Hala da birçok arkeolog, antropolog, sosyolog vs. tarafından tekrar tekrar keşfedilmektedir.
Bu, tıpkı doğada evrimde çok farklı canlı türlerinin, aynı yasalar nedeniyle birbirinden bağımsızca aynı türden çözümler bulmaları ve organlar geliştirmeleri gibidir. Buna biyolojide konvergenz (yakınlaşma, benzeşme) denilmektedir. Örneğin görme organı olan gözü, canlılar birbirinden bağımsızca en az kırk kez keşfetmiştir. Örneğin, uçmak için kanatları böcekler dinozorlar, memeliler birbirinden bağımsızca yeniden ve yeniden keşfetmişlerdir.
Diğer bilimlerde de sık sık birbirinden bağımsızca aynı sonuca ulaşmalar olur. Ama bunlar genellikle ilk bulunuşlarındadır. Sonra bunlar hızla yayılıp bilindiğinden yeniden keşfedilmezler. Fizik ya da biyoloji birbirinden bağımsızca tekrar tekrar keşfedilmemiştir.
Ama Marksizm’in ne olduğu bilinmediğinden veya tamamen yanlış bilindiğinden, boşuna enerji ve güç kaybıyla Amerika’yı yeniden keşfedercesine Marksizm veya onun önceden bulduğu kimi daha özgül yasalar, tekrar tekrar keşfedilmekte ama keşfedilenin de Marksizm veya onun bulguları olduğu bilinmemektedir.
Öte yandan, Marksizm bilim olup sürekli geliştiğinden, “Marksizm şudur” denebilecek durgun, sonuçlar ve reçetelerden ibaret bir öğreti de yoktur ortada.
Ama yine de bu gelişimin kilometre taşlarından bazıları sıralanabilir. Lenin, Luxemburg, Troçki, Kıvılcımlı, Marcusa, Adorno, Benjamin, Gramsci, Lefewbre, Lukacs, Mandel, Michael Löwy, Perry Anderson gibi isimler zikredilebilir. Ama bunların katkılarının çoğunda da yanlışlar ve doğrular iç içedir. Hepsi temizlenip sistematize edilmeyi bekler durumdadır.
Özetle Marksizm dediğimiz bitmiş ve hazır bir yapı değil; temellerin yeni atıldığı bir inşaat yeridir.
Hemen görülecektir ki sayılan isimlerin çoğu, genel bilinen anlamıyla resmi Marksistlerce “zındık” veya “sapkın” olarak tanımlanmışlardır.
Biz bu “zındık”, “sapkın”, heteredoks, heretik Marksizm’i ele alacağız.
Tabii bu Marksizm’in Dinle ve Türkiye Solu ile ilişkisi başkadır, bilinen resmi Marksizmlerin başka.
*
Din’e gelince, kavramsal kesinlik bakımından durum Marksizm’den de daha kötüdür.
Din kavramındaki karışıklığın çapı hakkında birkaç örnek bir fikir verir.
Örneğin, Din deyince büyük bir çoğunluk bundan İslam’ı veya Semitik (ya da İbrahimi) dinleri veya bir tanrı düşüncesini anlar.
Hâlbuki Din’in ne tanrı fikriyle ne de tek tanrılıkla hiçbir zorunlu ilişkisi yoktur. Tanrısız dinler (Budizm, Tao, Konfüçyüs) olduğu gibi, binlerce tanrısı olan dinler de (Hinduizm veya Sümer’den Roma’ya eski uygarlık dinleri) vardır.
Din deyince bunu birçoğu öteki dünya fikriyle özdeşleştirir.
Hâlbuki örneğin ruhun tekrar tekrar farklı bedenlerle doğduğu anlayışına dayanan ve en azından bir milyar insanca benimsenen Hinduizm için böyle bir öte dünya tasavvurun dışındadır.
Din’i büyük bir çoğunluk inanç, iman anlamında kullanılır.
Ama Din sosyolojik bir olgu olduğu halde, inanç diye sosyolojik bir olgu, kavram veya kategori yoktur. Yani bu kavramın dinle ilişkili kullanılması baştan yanlıştır. İnanç sosyolojik bir kategori değildir. Din’i inanç olarak tanımlamak daha baştan kategorileri karıştırmaktır.
Evet, elbet inanç diye bir kavram vardır ama bu kavram, en azından birbirinden çok farklı iki anlama sahiptir. Bir anlamıyla epistemolojik veya diğer anlamıyla hukuki bir kavramdır, ama sosyolojik bir kavram değildir.
Epistemolojik bir kavram olarak inanç, olgulara ve akli argümanlara gerek görmeyen kabul anlamındadır.
Hukuki bir kavram olarak inanç ise, politik olmayan, özele ilişkin olan anlamına gelir; hukuken inanç sayılabilmenin koşullarını tanımlar. Normatif bir kavramdır, analitik bir kavram değildir.
Görüldüğü gibi din kavramının bütün yaygın kullanımları baştan aşağı yanlışlarla doludur.
Ama sorun burada bitmez, bütün bu yanlış kullanımlardan arındırıldığında bile Din kavramının birbirinden tamamen farklı üç anlamda; üç farklı olguyu tanımlamak için kullanıldığı görülür. Bu üç olgu tamamen farklı olmakla birlikte, belli bir yakınlık ve ilişki içinde olduklarından anlamlar birbirine karışır ve kördüğüm olur.
Kısaca bu üç farklı anlamı göstererek kör düğümü çözmeye çalışalım.
En yaygın ve yanlış birincisinden başlayalım.
Yukarıda kısaca değinildiği gibi, Din kavramının birinci ve günümüzde en yaygın kullanımı “inanç” anlamıdır.
Eğer “inanç” diye sosyolojik bir  kategori olsaydı, “inançsızlık” gibi bir “şey” mümkün olamazdı. Neden ve nasıl? Ahlak ve Ahlaki analojisi açıcı olabilir.
Örneğin Ahlak veya Ahlaki, sosyolojik bir kategori olarak, toplum olmanın olmazsa olmazı, organik bir bileşenidir. Nasıl beyinsiz veya kalpsiz bir insan olamazsa, ahlak veya ahlaki kategorisi olmayan bir toplum var olamaz. Ahlaksızlık bile ahlaki bir şeydir; ahlaksızlık da ahlaki bir kategoridir. Bir şeyleri ahlaksızlık olarak tanımlamak, ahlaki bir eylemin ta kendisidir.
Elbette burada ahlaki derken, ahlaka ilişkin ile ahlaka uygun gibi iki farklı anlamını ayırmak gerekir. Ahlaka ilişkin anlamında ahlaki, sosyolojik bir kavramdır. Ama ahlaka uygun anlamında ahlaki, ahlaki bir kavramdır, normatif bir kavramdır; Analitik ya da Sosyolojik bir kavram değildir; neyin ahlaki (ahlaka uygun) sayılıp sayılmayacağını belirler. Sosyolojik olarak ise, ahlaki (ahlaka uygun) olmayan davranışlar da ahlakidir (ahlaka ilişkindir).
Dolayısıyla sosyolojik olarak ahlaksızlık diye bir kategori mümkün değildir. Çünkü ahlaksızlığın kendisi de sosyolojik olarak ahlaka ilişkindir.

Ama inanç söz konusu olduğunda böyle bir durum yoktur. İnanca ilişkin diye bir sosyolojik kategori yoktur. Olsaydı inançsızlık dile bir şey olamazdı. Ya da olduğunda, tıpkı ahlaksızlığın da ahlaka ilişkin olması gibi, inançsızlık da bir inanç olmalıydı. Tkabii sosyolojik olarak, Ahlaki’de olduğu gibi.
Ama pek ala inançsız olunabilir, çünkü inanç, sosyolojik değil, hukuki veya epistemolojik bir kavramdır.
İnanç, hukuki bir kavram olarak, politik olmayan; özele ilişkin olan anlamına gelir, normatif bir kavramdır dendi. Bu hukuki ve normatif anlamıyla inanç (inanç) olmanın (sayılmanın), inanç (din) olmakla ilgisi yoktur.
Bu hukuki kavramın anlamını ve kavram karışıklığını, şöyle paradoksal bir formülasyon gayet çarpıcı biçimde ifade edebilir: inanç (sosyolojik anlamıyla din) olduğunda, inanç (hukuki anlamıyla din) olamaz; inançsızlık (epistemolojik anlamıyla din) inançtır (hukuki anlamıyla din).
Yani sosyolojik olarak “İnanç” (din) olmak, otomatikman hukuki anlamıyla inanç (din) olmayı veya sayılmayı sağlamaz. Hatta aksine ikisi bir arada bulunamaz.
Örneğin siz inancınız (dininiz) gereği askerlik yapmak, vergi vermek, nüfusa kaydolmak; anlaşmazlıklarda mahkemelere başvurmak ve onların kararını kabullenmek gibi görevleri reddederseniz, inancınıza (dininize) uygun davranmanıza rağmen, hukuki inanç kavramı, özel olanla sınırlı olduğundan, bütün bu reddettikleriniz de politik alana ilişkin olduğundan, inancınız (dininiz) hukuken bir inanç olarak kabul edilmez. Bu örnek bize dini inanç olarak tanımlamanın, aslında hukuki veya normatif bir tanımlama olduğunu; din sayılmanın koşullarını ifade ettiğini ve dinin sosyolojik olarak ne olduğuna ilişkin zerrece bir fikir vermediğini gösterir.
Ama öte yandan, inancı (Dini) bir hukuki kategori olarak tanımlamanın kendisi bir inançtır (dindir). Hukuki olarak inanç (Din) olarak tanımlananlar inanç değildir; inançlar (Bu hukuki tanımlamayı kabul etmeyen dinler) ise hukuki olarak inanç (Din) değildir.
Görüldüğü gibi korkunç bir kavramsal kaos vardır ortada. Kullanımlardaki anlam farklılıklarını gözettiğimizde bildiğimiz ve alıştıklarımızdan çok farklı sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Bunu şöyle bir örnekle daha iyi gösterebiliriz. Birisi çıkıp da benim inancım islamdır dediğinde, aslında Müslüman olduğunu değil; dini inanç olarak kabul eden dinden olduğunu söylemiş olur. Müslüman olmak, Allah’ın emirlerine uygun yaşamaktır. Allah ise Türkiye Cumhuriyetini ve onun kanunlarını tanımaz. Allah’ın kanunlarına uyan TC’nin kanunlarına uyamaz. Tersi de doğrdur. Yani hem sosyolojik olarak Müslüman, hem de hukuki olarak Müslüman olamazsınız. Yani dininiz hukuki olarak İslam ise, Müslüman olamazsınız. Müslüman iseniz, hukuki olarak Müslüman olamazsınız. Yani aslında bugün dünyada sosyolojik olarak müslüman yoktur.
*
Din için kullanılan İnanç kavramı, bir de delillere ihtiyaç duymayan anlamında da kullanılır. Bu kullanımda epistemolojik (bilgi teorisine ilişkin, felsefi) bir kavramdır. Epistemolojik kavramlar da sosyolojik olguları açıklamazlar. Aksine niye Dine aynı zamanda epistemolojik bir anlamda inanç dendiği sosyolojik olarak açıklanmayı bekleyen toplumsal bir olgudur.
Bu epistemolojik ve hukuki kavramlar sadece sosyolojik olarak din hakkında hiçbir şey açıklamamakla kalmazlar; hatta kafa karıştırmakla kalmazlar; aynı zamanda birbirlerine de karıştırılırlar.
Örneğin epistemolojik anlamıyla inançsızlık da Normatif ya da Hukuki olarak bir inançtır; inanç hep din anlamında kullanıldığından, bu şöyle de formüle edilebilir: dinsizlik de bir dindir. Ama dikkat, hukuki anlamıyla. (Yoksa sosyolojik anlamıyla, dinsizlik mümkün değildir ilerde görülebileceği gibi.)
Yani yukardaki önermede, inançsızlık, (hukuki olarak) din veya inanç kabul edilenlerle aynı kategoridendir; aynı muameleyi görür ya da görmelidir; politik olan, yani devlet, bunlar arasında bir ayrım yapmamalıdır; özel olana karışmamalıdır anlamına gelir.
Yani epistemolojik olarak dinsizler, hukuki olarak bir dindendirler. Dindarların nasıl toplanma yerleri, mezarlıkları vs. varsa inançsızların da aynı hakları olmalıdır. Yani bir din (inanç) muamelesi görmelidirler.
Elbette bu farklı ama sık sık birbirine geçen anlamların arasında, tarihsel diyebileceğimiz bir ilişki vardır ve günümüzde bu iki farklı anlamın birbirine karıştırılmasında bunun da önemli bir yeri vardır.
İleride daha geniş olarak ele alınacak ama burada bir çıtlatma olarak, tadımlık olarak, bir fikir verme babından,  kısaca şu söylenebilir:
Modern toplumun dini (çünkü dinsizlik sosyolojik olarak mümkün değlidir, üstyapısız toplum, beyinsiz insan gibi olanaksız bir şeydir), özel ve politik ayrımı yapmanın ta kendisi olarak tanımlanabilir. Bu modern toplumun dini (niye böyle uzun bir kavram kullanıldığı da ilerde ele alınacaktır), otantik biçimiyle Aydınlanma da denebilir buna,  önceki toplamların dinlerini, hukuki bir kavram olarak, özele ilişkin olarak tanımlayabilmek, yani politik olanın örgütlenmesinden dışlayabilmek için, dini önce epistemolojik bir kavram olarak ele almış; inançla özdeşleştirdiği dini, akıl dışı, delillere ihtiyaç duymayan olarak tanımlayarak, toplumsal örgütlemeden dışlamış ve bu yoldan onu hukuki olarak özele ilişkin olarak tanımlayarak kendisinin basit bir bileşenine dönüştürmüştür. Bu nedenle, tarihsel olarak da bu iki anlam birbirine iyice girmiştir. Ama bu ayrı bir konudur ve ayrıntılarıyla incelenmeyi de beklemektedir. Bu konuda şimdilik bu kadar.
*
İnanç’ın (Din’in) anlamlarına bu kısa açıklama getirildikten sonra şimdi Marksizm’e gelinebilir.
Klasik biçimiyle Marksizm, Aydınlanma’nın bir çocuğu olduğu ve tüm sonuçlarıyla tutarlı biçimde savunduğu için, inanç kavramının bu iki anlamında da Din konusunu ele alır ve tartışır.
Ama tam da sorun buradadır,  kendisi bir sosyoloji olmasına rağmen, ele aldığı ve tartıştığı sosyolojik bir olgu olarak din ve onun ne olduğu değildir. Tartıştığı hukuki ve epistemolojik anlamıyla dindir. Ama daha kötüsü, klasik Marksizm, bunu tartıştığının da farkında değildir. Çünkü yukarıda gösterilen kavramsal ayrım ve dakiklikten çok uzaktır. Zaten Modern Marksizm de tam bu ayrım çizgilerinde ifadesini bulur.
 Önce, ilk aşamada, Aydınlanma’nın bir çocuğu olarak klasik Marksizm'in, epistemolojik ve hukuki anlamlarda dini ele alır ve tartışırken bile Aydınlanma’nın sınırlarını nasıl zorladığını görülmeli.
Hukuki bir kavram olarak inanç anlamında din üzerine Marksizm'in tavrı kısaca şöyle özetlenebilir.
Marksizm tutarlı bir demokrasiyi savunduğu için, öncelikle politik alanın son derece dar olarak tanımlanmasından yanadır. Yani diller, dinler, etniler, soylar, cinsler, cinsel tercihler, teorik, estetik, politik görüşler, ideolojiler politik alanın dışında olmalı, devlet veya politik olan, hiçbir şekilde bunlarla tanımlanmamalıdır, bu demokrasinin asgari koşuludur der.
Ama bu dışlamanın kendisi bizzat bir politik duruşa tekabül eder. Yani örneğin dinin politik olmayan olarak tanımlanmasının ve politik alanın dini (inancı) dışta bırakacak biçimde tanımlanmasının kendisi bizzat politik bir tanımlamadır.
Diğer bir ifadeyle Marksistler, politik olarak dinin politik olmayan olarak tanımlanmasını veya devletin dine hiçbir şekilde karışmamasını savunurlar.
Ve eklerler: “bunların hiç biri kapitalizm ile çelişmez, aksine onun gelişmesi için en ideal olanakları sunar; çünkü insanların inancı ile ürettikleri artı değer arasında bir ilişki yoktur. Bu nedenle kapitalizmin ideal koşulları bunlar karşısında bir körlüğü gerektirir. Ama bunların politik bir anlamının olmadığı toplumsal ilişkiler, aynı zamanda ezilenlerin aralarındaki sınıfsal olmayan bölünmelerden kurtuluşunun; dolayısıyla birleşmesinin de en ideal olanaklarını ve koşullarını da sunar”.
Yani bugünkü Türkiye’nin tartışmaları içinde somutlarsak, Marksistler, örneğin ulusun Türklükle, Kürtlükle vs. tanımlanmasını; bir resmi dil olmasını reddederler veya reddetmelidirler; buna bağlı olarak otomatikman herkesin ana dilinde eğitim hakkını bütün dillerin eşitliğini savunurlar ve savunmalıdırlar; buna bağlı olarak okullarda Türk veya Kürt vs. tarihi okutulmasına karşı çıkarlar, örneğin bütün dil, din, kültürlerden bir heyetin yazacağı bir tarih okutulmasını savunurlar ve savunmalıdırlar. Yani yukarıda sıralananlardan dil veya tarih politik olanın dşında olması gerektiğinden, Türklük veya Kürtlük kişilein özel sorunu olur, olmalıdır derler Marksistler. Devlet ya da Politik olan, Kürt veya Türk olamaz, olmamalıdır klasik, otantik Marksizme göre.
Ama böyle bir demokratik cumhuriyette, kişisel bir tercih olarak kendini Türk veya Kürt olarak tanımlayanlar, bir Kürt veya Türk tarihi yazmak; araştırmalar yapmak, insanları Türklüğe veya Kürtlüğe kazanmak için dernekler, tarih ve dil kurumları vs. kurabilirler, yayınlar çıkarabilirler; dünya çapında festivaller düzenleyebilirler; kongreler yapabilirler. Tabii aynı şeyi kendini “ulussuz” olarak görenler de yapabilir. Ulussuzluk da bir ulustan olmak gibi bir haktır hukuken bir ulustan olmakla eşittir. Türklük, Kürtlük veya ulussuzluk kişilerin özel bir sorunu, yani inancı olur. Üç kişi bir araya gelip istediği “ulusu” kurabilir.
Aynı şekilde Din konusunda da bütün din dersleri, din okulları, dinsel göndermeler bütün devletten ve okullardan kaldırılır. Üç kişi bir araya gelip istediği dini veya tarikatı kurabilir. Nasıl dernekler, folklor kursları, toplu geziler, eğlenceler vs. düzenliyorsa, isteyen cemaat ya da dinden olanlar, kendi gönüllü bağışlarıyla dinini öğretecek, yayacak okullar, kurslar, ibadethaneler vs. açabilir. Aynı haklar elbet aynen dinsizler için de geçerli olur. Yani bir ulustan veya dinden olup olmamak, tıpkı farklı bir takımları tutmak veya hiçbir takımı tutmamak gibi yurttaşların özel sorunu olur ve olmalıdır.
Devlet sadece bunların arasındaki hak eşitliğini, birinin diğerini ezmemesini gözetir. Yani bir dinden olanların diyelim ki kendi mezarlıkları varsa, her dinden olanların ve dinsiz olanların da kendi mezarlıkları olma hakkı olur. Devlet, örneğin futbol takımı taraftarları arasında, nasıl bir takımın çoğunluktaki taraftarının diğer takımı ve taraftarlarını baskı altına almasını engellemekle yükümlüyse dinler ya da diller, kültürler vs. karşısında da öyle davramalıdır. Yani bir dinden, dilden, “ulustan” olmanın bir futbol takımı taraftarlığından farklı bir şey olmamasını savunur klasik Marksizm.
Somutlarsak, “devletin görevi en dindar semtte bile ramazanda yolda oruç yeme hakkı ve en ateist semtte bile isteyenin örneğin namaz kılma hakkını savunmaktır; isteyenin çarşafla isteyenin çıplak dolaşma hakkını savunmaktır; bu hakkın kullanılmasını engelleme girişimlerini engellemektir” der Marksizm.
Ama bu tutarlı, mantık sonuçlarına ulaşmış, radikal program “Marksizm'in” kendi programı değildir; tabiri caiz ise demokratizmin programıdır. Marksizm'in kendi amacı sınıfları (sosyal eşitsizlikleri) ortadan kaldırmaktır ama bu (biçimsel) eşitsizlikler ortadan kaldırılmadan sınıflar ortadan kaldırılamayacağından dolayı, öncelikle bunları da savunur. Hukuki olarak inanç anlamıyla Marksistlerin din konusundaki tavrı özetle budur.
En radikal Aydınlanmacılar bile bu kapsamda, genişlikte ve radikallikte bunları savunmamışlardır ve savunmazlar. Bugünün dünyasında neredeyse hiçbir ülke bu ölçüde radikal bir demokratizme sahip değildir. Kısmen Kuzey Avrupa ülkeleri ve Anglo Sakson ülkelerinde buna yakın bir durumdan söz edilebilir. O da yine İşçi Partilerinin çabalarıyla ve mücadeleleriyle bu noktalara gelebilmiştir: Bu çabalarda Marksistlerin hiç de küçümsenmeyecek bir yeri vardır büün diğer sosyalistler gibi.
Sadece Ekim Devrimi’nin ilk sıralarında yukarıdaki tedbirlerin neredeyse hepsi alındı ama sonra bürokratik karşı devrim süresince neredeyse tamamı yok oldu.
Türkiye ise henüz böyle bir duruma galaksiler kadar uzaktır. Türkiye’nin sosyalistleri de böyle bir programı savunmaktan uzaktırlar. Çünkü onlar klasik ya da otantik marksizme de uzaktırlar ve ideolojik ve politik olarak kökleri büyük ölçüde stalinizmdedir.
Türkiye’de bugün Kürt Hareketinin en radikal kanadı bile henüz bu programın kenarına varamayacak kadar, bir radikal demokrasiyi savunmaktan uzaktır.
Bu hedeflere, programatik olarak ifadesini bulmamakla birlikte, en yaklaşan, ruhsal bir yakınlık içinde bulunan hareketin Gezi olduğu söylenebilir.
Özetlersek, hukuki anlamıyla din (inanç) konusunda Marksizm, mantık sonuçlarına ulaşmış bir Aydınlanmadır. Ama henüz o sınırları zorlamaz. Fark esas olarak bir nicelik farkıdır.
Marksizm, kendisi bir sosyoloji olduğu halde, henüz bu hukuki olarak inanç anlamıyla dini değerlendirmenin sosyolojik bir değerlendirme olmadığının bile farkında değildir. Henüz bu ayrımı yapmamıştır.
*
Şimdi Epistemolojik anlamıyla Din (İnanç) ve Marksizme gelelim. Bunun için de yine paradoksal bir formülasyon yapalım: hukuki olarak inanç anlamındaki alanda, Marksistler dinin bir inanç (özele ilişkin) olduğunu, dolayısıyla inanma veya inanmama (Din) hakkını savunurlar; ama o özel olarak tanımlanmış alanda, yani devletin bütünüyle dışında, epistemolojik anlamıyla inanca (Dine) karşı mücadele etmeyi görevleri görürler ve reddetmezler.
Ancak burada çok önemli bir ayrım vardır. Marksistler bunu devletin görevi olarak değil, dine inanmayanların kendi özel sorunları ve hakları olarak görürler. Yani nasıl inananların inançsızları imana getirmek için görüşlerini yayma hakkı varsa, aynı hak çerçevesinde inançsızların da inançlıları inançsız yapmak gibi bir hak ve görevleri olduğunu kabul ederler.
Buraya kadar klasik aydınlanma alanındadır Marksizm, ama bu noktadan sonra Aydınlanmanın tam dışına çıkamasa da sınırlarını zorlamaya başlar. Burjuva maddecilerle (ya da Aydınlanmacılarla) Marksitlerin farkı burada metodolojik olarak ortaya çıkmaya başlar.
Marksistler, diğer inançsızlardan farklı olarak bu görevi, yani dine karşı (epistemolojik olarak inanca karşı) mücadele görevini mekanik olarak ele almazlar. Yani bu görevi hemen Allah var mı yok mu; akıl mı inanç mı tartışmasına girmek olarak anlamazlar ve bunu öne çıkarmayı ve temel bir problem yapmayı da çok yanlış görürler. Yani inanca karşı nasıl mücadele edileceğinde, Marksistler diğer inançsızlardan (Aydınlanmacılardan) stratejik ve taktik olarak farklı bir çizgiyi savunurlar.
Marksistler, gerçekten ezilenlerin birleşmesi ve örgütlenmesine bütün zaman ve enerjilerini ayırdıklarından veya ayırmaları gerektiğinden; ezilenlerin ve insanların gelişiminin esas olarak felsefi veya bilimsel argümanlar üzerinden değil, gerçek hayattaki tecrübeler ve mücadeleler üzerinden geçtiğini bildiklerinden, bu tartışmalara girmeyi gereksiz görürler.
Örneğin inançlı (dindar) bir insanla onun inancı üzerinden tartışma yapmaktan ise, onunla ortaklaşa bir grev örgütlemeye öncelik verirler ve bunun için de bu ikincil önemdeki konuların gündemi doldurmamasına ve mücadeleyi bölmemesine dikkat ederler. Bilirler ki greve giden işçi, bir haksızlığa direnen bir ezilen, bir süre sonra kendi mücadelesi içinde zaten bu konularda belli bir noktaya varacaktır.
Bir Marksist’i bir burjuva maddeciden ayıran önemli bir noktalardan biri budur.
Materyalizm Sosyalist ya da Marksist olmayı gerektirmez. Burjuva Materyalistler bu nedenle Allah var mı yok mu, insan Adem’den mi geliyor yaksa maymundan mı gibi tartışmalara girmeye çok teşnedirler ve bu gibi tartışmaları kendileri açarlar.
Ama Marksistler bunu yanlış bulurlar. Marksistler bir papazın veya imamın program ve tüzüğünü benimsedikten sonra Marksizm’e dayanarak programı belirlenmiş bir partiye üye olmasına karşı çıkmazlar ve bu hakkı savunurlar. Böyle bir partiye üyelik ile İmamlık veya Papazlık arasında bir çelişki varsa bile bunun o kişinin kendi çelişkisi olduğu, politik bir örgütü ilgilendirmeyeceğini savunurlar.
Bu, özellikle kendilerini Marksist olarak tanımlayan ulusalcıların (Aydınlık ya da TKP göz önüne getirilsin) Marksist değil de Pozitivist ya da kaba/burjuva materyalist olduklarını, bu gibi tartışmalara çok teşne olmalarında da kendini gösterir.
Marksistler bu tartışmalara girmektense insanları somut mücadeleler içinde birleştirmeye çalışırlar. Marksistler, sürekli böyle tartışmalar açarak ezilenleri bölen bir materyalistten ise inançlı ama ezilenleri birleştirmeye çalışan örneğin bir Müslüman veay Hırıstiyanı kendilerine daha yakın bulurlar ve onunla daha iyi ve birlikte çalışırlar.
İşte Marksizm bu noktada aydınlanmanın sınırlarını zorlamaya başlar. Çünkü Aydınlanma hiçbir zaman bir sosyoloji olamamıştır. Aydınlanma, Felsefe, Epistemoloji ve Hukuğun sınırlarını aşamamıştır. Ama Marksizm toplumu nasıl değiştireceğim, onun yasalarını bulmam lazım deyip sosyolojik olarak bakmaya başladığı an, Aydınlanma ile kopuşmaya, onun sınırlarını zorlamaya başlar. İnanca karşı mücadeleyi felsefi bir tartışma değil; sosyolojik bir sorun olarak el aldığından; felsefi bir tartışmada sosyolojik olarak nasıl bir yaklaşımda bulunmak gerektiğini sorduğundan, Aydınlanma’nın kaba ve mekanik materyalizmini zorlayıp, diyalektik bir yaklaşıma varmak zorunda kalır.
Ayrıca Marksizm, yine bir sosyolojik yasa olarak, son duruşmada insanların düşüncelerini varlıklarının belirlediği önermesinden hareket ettiği için; yine bunun bir mantıki sonucu olarak, eğer insan çıkarlarına aykırı ise, matematik aksiyomların bile tartışma konusu olabileceği gibi bir önermeye de vardığı için de rasyonel argümanlarla uğraşıp sonuçlarla mücadeleden ise, esas gücünü, enerjisini ve zamanını, nedenlerle mücadele edip o koşulları ortadan kaldırmaya yönelterek, Aydınlanma’nın sınırlarına sığmaz olur.
Bu öncüllere bağlı olarak,  insanların Allah’a veya bir yaratıcıya inanmaları veya başka dinlere yönelmeleri sorununun bilimsel argümanlarla ilgili olmadığını; modern toplumdaki yalnızlık ve yabancılaşmadan, ezilenlerdeki umutsuzluktan, modern kapitalizmin ve onun şehir hayatının insanı soktuğu gerginliklere (özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tanrısız dinlere ve ezoteriğe yönelme gibi olgular göz önüne getirilebilir) kadar birçok nedeni olduğunu da bilirler ve sonuçlarla mücadele değil, sebeplerle mücadele, yani kapitalizme karşı mücadelenin esas mücadele olduğunu düşündüklerinden dolayı da yine dine (inanca) karşı mücadeleyi bu konuları gündeme taşımak olarak anlamazlar.
Marksistler, kapitalizme, onun ortaya çıkardığı yabancılaşmaya, ezilenlerin umutsuzluğuna vs. karşı mücadele ettiklerinde esas olarak epistemolojik anlamıyla din veya inanca karşı mücadele yürüttüklerini düşünürler ve bütün bu özellikleriyle bütün burjuva maddecilerden ayrılırlar.
Tabii Marksistler ayrıca modern toplumdaki birçok sınıfsal eğilim ve çıkarın kendini dinsel (inanç, politika dışı) olarak tanımlamış ama aslında politik partilerde dışa vurduğunu bilirler. Bu partileri onların kendileri hakkındaki yargılarıyla değil nesnel sınıfsal anlamlarıyla değerlendirmeye çalışırlar. Bu da dini, bir felsefi veya epistemolojik bir ilke (akıl mı inanç mı) sorunu olmaktan çıkarır ve politik ve sosyal güçler arasında bir ilişki sorunu olarak ele almayı gerektirir.
Bu nedenle Marksistler kendileri “inançsız” hatta epistemolojik anlamıyla inanca karşı olmalarına rağmen, epistemolojik bir sorun olarak din (“inanç”) konusuna aslında neredeyse hemen hiç girmezler. Böyle bir mücadelenin sonuçlarla mücadele olduğu; esas mücadelenin “inanç”ı ortaya çıkaran sebeplerle mücadele olması gerektiğini savunurlar.
Bu açıklamalar ışığında şöyle basitleştirilmiş paradoksal bir formülasyon yapılabilir. Marksistler, Hukuki olarak inanç anlamında dinin inanç (yani özele ilişkin) olduğunu ve olması gerektiğini savunurlar; ama epistemolojik bir sorun olarak dine, yani inanca karşı (yani olgu ve akli argümanlara gerek duymayan kabullere karşı) mücadele ederler.
Yani inancın iki farklı anlamı görülmezse, “Marksizm, saçma ve kendiyle çelişen bir öğretidir,  hem inanı (dini) savunur; hem de yani inanca (dine) karşı mücadele eder” denebilir.
Tabii aynı yüzeysel görüşle, Marksistler hem inanca değil, akli argümanlara dayandıklarını söylüyorlar, hem de inanca karşı mücadele etmeyip bundan kaçıyorlar da denebilir
Türkiye’deki radikal sol ve Marksist gruplar, eğilimler ve hareketler esas olarak bu her iki inanç anlamıyla din konusunda prensip olarak klasik Marksizm’e uygun davranmışlardır denilebilir. Gerçi son yıllarda, özelikle kendini Marksist gören ulusalcılar arasında bütün bu bilenen ve yerleşmiş geleneklerin unutulduğu görülüyorsa da ana radikal gövdede geleneğin bir ölçüde hala yaşadığı söylenebilir.
Buraya kadar özetlenen durum Türkiye’deki politik tartışmalar bağlamında, Marksizm'in veya Marksistlerin bu tartışmalarda nasıl bir tavrı olduğu ve olması gerektiği konusuna bir açıklık getirir; ama Din’in ne olduğuna en küçük bir açıklık getirmiş olmaz.
Tekrardan bıkmayalım ki,  din ne hukuki ne de epistemolojik bir olgudur, toplumsal, sosyolojik bir olgudur. Sosyolojik olarak “din nedir?” sorusu hala sorulmuş değildir ve cevap verilmeyi beklemektedir.
Ama sadece bu değil; Din’in neden epistemolojik ve hukuki bir kavram olarak tanımlandığı ve öyle anlaşıldığı da, yani yukarıda kısaca özetlenen tavırlar da, yani Marksizm'in bu yanlışı da sosyolojik olarak (yani Marksist) bir açıklanmayı beklemektedir. Yani Marksizm'in din konusundaki bu belirsizliğinin de Marksist bir açılaması gerekir.
Bundan sonra aynı zamanda bu da yapılmış olacaktır.
*
Ama önce yaygın ve yanlış bir yargıyı düzeltmek gerekiyor.
Marks’ın henüz Marksist olmadan önce, (yani bir toplumbilimci olarak toplumbilimin kavramlarıyla düşünmeye başlamadan önce, Tarihsel Maddecilik teorisini formüle etmeden önce) din konusunda söyledikleri, Marksizm'in din konusundaki görüşleri olarak biline gelmiştir. (Yani şu meşhur, Marks’ın, din halkın afyonudur, protestodur, kalpsiz dünyanın kalbidir dediği satırları kast ediyoruz[1].)
Ne var ki, bu da yanlış olarak bilinmiştir.
Burada birkaç yanlış bir yerleşik kanaatler ordusu oluşturmaktadır. Önce bunları düzeltelim.
1)      Sanılanın aksine, bu tanım Marksist bir tanım değildir, Marks’ın, Marksist olmadan önce, (yani sosyolojiyi (Marksizm’i) kurmadan önce) toplumsal sorunlar üzerine henüz sosyolojik değil, felsefi kavramlarla düşündüğü dönemin bir metnidir.
2)      Metnin tamamı sadece afyondur demez, protestodur, isyandır, çığlıktır, kalpsiz dünyanın kalbidir gibi birçok çelişik gibi görünen olguyu din olarak tanımlar.
3)      O çok bilinen alıntıdaki Afyon kavramı, bugünkü bağımlılık yaratan, pasifleştiren uyuşturucu anlamında değil; ağrı kesici anlamında kullanılmıştı. O zamanlar afyonun bu anlamı vardı ve yaygın olarak kullanılıyordu ve zaten metnin tamamının içindeki anlamı da bunu doğrular.
Bu üç yanlış anlamadan temizlediğimizde şunu görürüz. Marks’ın henüz kavramlarla değil, imgelerle (istiarelerle, benzetmelerle, metaforlarla) dinin ne olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Din’i anlamak ve tanımlamak için, “kalp”, “ağrı” (“ızdırap”), “çığlık” (“protesto”), “afyon”, “ruh” gibi nesneleri imge olarak kullanmaktadır. Bunların hiç birisi sosyolojik kavram olmadığı gibi, sosyolojik olgular da değildirler. Ama sosyolojik bir olguyu anlamaya çalışan imgelerdir.
Burada Aydınlanma’ya göre yeni olan; Aydınlanma’nın akıl dışı (inanç) dediği dini, akıl dışı gibi görüneni, akli olarak anlama çabasıdırlar. Yani burada tipik aydınlanmacı materyalistlerinki gibi bir kaba epistemolojik din (inanç) karşıtlığı değil; dinin sosyolojik olarak ele alınması gerektiğine dair bir gizli varsayım, net ifadesini bulamamış derin ve devrimci denebilecek bir kavrayış vardır. Din epistemolojik ya da hukuki bir sorun olarak değil, sosyolojik bir sorun olarak ele alınmaktadır. Ama henüz bu imgelerle ve felsefi bir tartışma içinde yapılmaktadır. Yeni olan henüz yumurtanın kabuğunu kırmamıştır. Embriyon halindedir.
Marks’ın çok zikredilen sözlerinin esas devrimci niteliği buradadır. Neyi söylediğinde değildir, büyük harflerle ifade etmemiş olmasa da çözümü nerede aramak gerektiğine ilişkin gizli sorudadır. Cevabın yanlış veya doğru olmasının önemi yoktur. Ama bu henüz sosyolojik kavramlarla değil, felsefi düzeyde ve imgelerle yapılmaktadır.
Öte yandan, henüz sınıf kavramı da gelişmiş olmamasına rağmen, din, sınıflar ve sınıf mücadelesiyle bir ilişki içinde ele alınmaktadır. Ama sadece sınıflarla ilişki içinde değil; alt ve ezilen sınıflarla ilişki içinde ele alınmaktadır[2]. Somut olarak ifade edilmemesine rağmen, ezilen sınıfların dünyası ve sorunları satırların içine sızmıştır ve esas önemi buradadır.
Bu da bir bakıma sonraki sosyolojik (Klasik Marksist veya Otantik Marksist) çalışmalarının çizgisini belirleyecektir.
*
Marks ve Engels’in daha sonra, Alman İdeolojisi’nde (yani Tarih ve Toplum teorilerini formüle edip, kendilerini adınlatıp, farelerin kemirici eleştirisine terk ettikleri eserinde) dini bir “bilinç biçimi” olarak tanımladıkları da görülmektedir.
Tabii tarihi sınıf mücadelesi olarak (ki bu da burjuva aydınlanmacı bir fikirdir özünde) tanımlayıp da bu mücadelenin çeşitli açık veya gizli biçimler içinde göründüğünü de söylediklerine göre, bundan sonraki yaşamlarında büyük harflerle bir Din Teorisi veya Din Tanımı yapmamalarına rağmen, Din’i sınıf mücadelesinin bir görünümü olarak tanımladıkları, dolayısıyla sınıfsal eğilim ve çıkarları ifade eden bir “bilinç biçimi” olarak gördükleri varsayılabilir.
Geçekten de Marks-Engels’in Marksizm’i keşfettikten (Alman İdeolojisi) sonra din üzerine yazdıkları, Din’i hep sınıf mücadelesi bağlamında ele alır.
Marks-Engels’in aralarındaki iş bölümü bağlamında daha ziyade Din konusunda yazan hep Engels olmuştur. Marks’ın zaman zaman geçer ayak değinmeleri vardır.
Aydınlanmacıların Din’i genellikle eski egemen sınıfların (feodallerin) baskı ve ezilenleri uyutma aracı olarak algılamalarına karşılık; Engels’in, bu yanın varlığını reddetmemekle birlikte, ezilenlerin de Din’i bir araç ve mücadelelerinin ifadesi olarak kullandıkları üzerinde durduğu görülür. Özellikle, ilk Hıristiyanlar ve Sosyalist hareket arasındaki paralelliklere değinirken; Almanya’da Köylüler Savaşı adlı eserinde; Sudan’daki Mehdi’nin ayaklanmasını değerlendirirken vs. hep Dinin ezilenlerin de bayrağı ve örgütlenme biçimi, ezilenlerin partisi  olarak ele alındığı görülür.
Tabii bu sadece kapitalizm öncesi ile ilgili değildir. İngiltere’deki Selamet Ordusu’nu değerlendiren satırlarda, hem belli bir sınıfın eğilimlerinin ve tepkilerin ifadesi hem de egemen sınıfların bunu nasıl kullandığının bir örneği olarak da dini ele aldığı görülür.
Özetle, din sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi içinde anlaşılır demektedir klasik otantik Marksizm. Marks ve Engels, dinin sadece ezen sınıfların değil, esas olarak onlardan fazla ezilen sınıfların da bir mücadele aracı olduğunu söylerler.
Bu yaklaşım, bundan sonra Marksistlerin Din konusundaki katkılarının genel doğrultusunu belirlemiştir. Daha sonra gelen Marksistlerin neredeyse hepsi Din’in ezilen sınıfların mücadele aracı ve partisi olarak işlevi üzerinde durmuşlardır. Ernst Bloch, Kıvılcımlı, Michael Löwy bu alanda ilk verilebilecek örneklerdir.
Dikkat edilirse, bütün bu zikredilen kaynaklarda, din, sınıflı toplumlarda ve sınıf mücadelesi bağlamında ele alınmaktadır. Sınıf mücadelesi aracı da partiler veya tarikatlar olduğundan (Tarikatlar kapitalizm öncesinin partileriydi. Ya da tersinden partiler bugünkü modern, politik ve politik olmayan ayrımına dayanan toplumun (dinin) tarikatlarıdır.) din, parti veya hareket olarak ele alınmaktadır.
Klasik Marksizm'in din konusunda, dini sosyolojik bir olgu olarak ve sosyolojinin kavramlarıyla ele aldığında vardığı en ileri nokta, onu bir parti olarak, sınıf mücadelesinin bir biçimi ve aracı olarak ele almaktır.
*
Din’i sadece ezenlerin bir baskı aracı olarak değil; aynı zamanda ezilenlerin bir partisi ve mücadele aracı olarak görme yaklaşımı, Türkiye sosyalist hareketinde esas olarak güçlü bir damar olarak var olmuştur.
Bunda Kıvılcımlı’nın pek bilinmeyen ama derinden işleyen bir etkisi vardır. Bu dip akıntısı, bu damar, özellikle Gezi sürecinde, tekrar gün yüzüne çıkma olanağı da bulmuştur.
Kıvılcımlı’nın etkisi iki farklı kanaldan işlemiş ve ortaya çıkmıştır. Bir yandan anti-kapitalist Müslümanlar, kendi ulaştıkları sonuçların benzerlerine bir Marksist’in de yıllarca önce ulaştığını gördükleri, böyle bir damarın varlığını bildikleri için, o kanaldan[3]. Bir de Gezi’de yer alan, 68’in eski geleneklerini iyi kötü devam ettiren, Kıvılcımlı’nın bu mirasının bir şekilde tortusunun izleri olan radikal sol grupların Anti-Kapitalist Müslümanlara verdikleri teşvik, destek, koruma biçiminde sosyalistlerin içindeki kanaldan.
Kimsenin adını anmadığı ve belki de bilmediği Kıvılcımlı’nın ruhu, eleştirel ve devrimci Marksizm'in ruhu, Gezi’nin ruhuyla aynı telden çalıyor, onda rezonans buluyordu.



[1] Marks’ın meşhur sözlerinin birçok farklı ama birbirine yakın ve anlamdaş sayılabilecek çevirilerinden biri şöyle: "Dini ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur."
[2] Zaten afyon kavramının bugünkü anlayışında ve yorumlanışlarında da bu ilişki tersine çevrilerek ağrı kesicinin yerine uyuşturucu anlamı getirilmektedir. Marks’ın cümlelerinde söylenenler alt sınıflar açısındandır, cümlenin akışı içinde özne değişmediğinden, afyon da. Ama bugünkü Afyon yorumlarında, Afyon üst sınıfların alt sınıflara verdiği bir şey gibi algılanmakta ve yorumlanmaktadır, yani özne üst sınıflardır bugünkü algıda.  Afyon’a bugünkü yaygın anlamı verebilmek için özne değiştirilmektedir.
[3] Örneğin birçoklarının yanı sıra şu zikredilebilir: İhsan Eliaçık, birkaç ay önce yapılan Kıvılcımlı Sempozyumu’na bir Kuranı Kerim Müfessiri olarak Kıvılcımlı’yı ele alan bildirisiyle katılmıştı.

Hiç yorum yok: