28 Aralık 2013 Cumartesi

Doğan Tarkan’ın Ardından

İnternette Doğan’ın metroda fenalaşıp vefat ettiğini okuyorum. Şaşkınım. İnanamıyorum.
Doğan’ı uğurlamaya gitmeli. Cenazesi nereden ne zaman kalkacak acaba? Bizim kuşaktan arkadaşlar duymuşlar mıdır? Kimlere haber verilebilir?
Ergun Aydınoğlu’nu arıyorum. O da az önce duymuş. “Ekşi Sözlüğü baktım, Doğan hakkında yazılanları görünce üzüldüm, hak etmediği şeyler yazıyorlar” diyor. Cenaze ile ilgili bir şey duyarsak birbirimizi bilgilendirelim diyoruz.
Ekşi sözlüğe bakıyorum. Evet, çok haksız, berbat şeyler yazılı. Arada tek tük hakgüder olanlar da var gerçi. Yazanlar belli ki ulusalcılar. Birkaç örnek:
“bana "akp'ye nasil yaranabiliriz" dersi verebilir belki; kendisi bu isin nasil yapilacagini gayet iyi biliyor. hos, ben ne yaparsam yapayim akp'ye yaranamam, zaten yaranmak da istemem. midem kaldirmaz. akp'lilere yaranmaya calisirken ustlerine kusabilirim.”
ama, bu sahis, bana "demokrasi" dersi verebilecek son sahistir. "demokrasi" dersini onder sav'dan bile alirim, dogan tarkan'dan almam. en azindan onder sav akp yalakasi degil. sirf bu yonuyle bile dogan tarkan'dan daha demokratik kaliyor.”

*
“majestelerinin solcusu.
düzenin ideal "solcu"sudur. keşke bütün sosyalistler doğan tarkan gibi olsaydı başbakan buna pek mutlu olurdu.”
*
“bir kısım marksist solcunun katıldığı programa hükümeti temsilen katılan parti başkanı, geleceğin akp istanbul mv adayı.”
*
“hakkında her şeyi iddia edebilir ama kesinlikle ne komünisttir, ne de sosyalist. devrimci hiç değildir.”
Bu bayların anlamadığı ve anlayamayacağı şudur: Politik olarak ne kadar yanlış olursa olsun Doğan Tarkan bir devrimciydi. Hayatını ezilenlerin kurtuluşuna vakfetmiş bir insandı. Hiçbir zaman bu düzenin içinde bir yer edinmek, bir yerlere ulaşmak gibi bir amacı yoktu.
İnsanları niyetleriyle yargılamaktan başka bir şey bilmeyen; bir devrimci yükselişin havasını solumamış; devrimci geleneklerden bihaber bugünkü kuşakların ve hele ulusalcıların anlayamayacağı bir dünyadır bu.
Kaldı ki, Doğan Tarkan’ın politik çizgisi ulusalcı sosyalistlerinkinden bin kat daha doğru ve ezilenlerden yanaydı. Bir tek kaygısı vardı: Türkiye’ye demokrasinin gelmesi. Bu amaç kendi başına bir amaç haline gelmiş olabilirdi belki fiilen. Ama buna rağmen ezilenlerin yanında ve doğru bir amaçtı. Bu amaca ulaşmak için yanlış taktikler izlemiş olamaz mı? Olabilir. Ama bu taktik bir eleştiri olarak kalır. Politikaya, güçlere, onların karakterlerine, eğilim ve çıkarlarına ilişkin bir analizi ve tartışmayı gerektirir.
Ulusalcılar ise ahlaki eleştirilerden ve komplo teorilerinden öteye bir kavrayış gücünden yoksunlar yukarıda aktarılmış örneklerde görülebileceği gibi.
Bu bayların hiçbir zaman anlayamayacağı, insanların hiçbir menfaat kaygısı ve ikbal hırsı olmadan da varsayımları; ideolojileri, metodolojik yanlışları nedeniyle, yani tamamen nesnel olarak kendi öznel niyet ve özlemlerine karşı görüşleri tüm içtenlikleriyle savunabilecekleridir.
Aslında, nasıl hakkında tarafsız bir mahkemenin kesinleşmiş hükmü olmadıkça herkes masumsa; her hangi bir eleşetiride de insanları prensip olarak tamamen iyi niyetli, ama mantıki ve metodolojik hataları veya olgulara ilişkin bilgi yanlışları nedeniyle nesnel olarak niyet ve amaçlarına karşı sonuçlar veren düşünce ve davranışlar içinde olarak kabul etmek ve öyle eleştirmek gerekir.
Eleştireni de eleştirileni de geliştirecek doğru yöntem budur.
Türkiye’de ise eleştiri, insanların kötü niyetli ve ahlaksız oldukları; şu veya bu politik pozisyonu çıkarları veya menfaatleri nedeniyle savundukları varsayımı üzerinden yapılır. Buna eleştiri denemez. Bu ahlaki suçlamalardan başka bir anlama gelmez. Doğan’a karşı yazılmış bütün yazıların ve söylenen sözlerin hepsinin ortak noktası budur.
*
Sonra Gün’ü (Zileli) arıyorum. Yeni haberi olmuş, cenazenin ne zaman, nereden ve nasıl kalkacağını bilmiyormuş.
Acaba yeni bir haber var mı diye Google’ye Doğan’ın adını veriyorum. Gün bir veda yazısı yazmış bile.
“Doğan Tarkan’ı 1960’lı gençlik mücadelesi yıllarından tanırım. Sol içinde hep ayrı yerlerde olduk. 1990’larda, Stalin sorununda birbirimize yakındık. İngiltere’de görüşmelerimiz oldu. SWP’nin kimi toplantılarında ve Sosyalist İşçi Grubunun haftalık tartışma toplantılarında zaman zaman bir araya geldiğimiz oldu. 2000’lerin başlarında, Kadıköy’de bir sahafta bir kere karşılaştık ve ayak üstü görüştük. Referandum sürecinde karşı karşıya geldik. Hakkında sert yazılar yazdım. Ama şunu söylemek isterim: Son beş yıldaki hatalı çizgisine rağmen, ömrünü bir devrimci olarak sürdürdü ve hayatı boyunca egemen düzenden hiçbir ikbal talebi olmadı, her zaman devrimci tevazuyla yaşadı. Bir yoldaşı kaybetmenin üzüntüsü içindeyim. Siyasi ve ideolojik zemin kaygandır. Bu kaygan ortamda insan çeşitli hatalar yapabilir ama önemli olan, ayağımız kaysa da düşmemek, düşsek bile ikbal için karşı tarafa geçmemektir. Doğan Tarkan, hatalarından çok, sağlam karakterli bir sosyalist, bir devrimci olarak hatırlanacaktır. Başımız sağolsun.”
Söylemek istediklerimi söylemiş Gün. Bu satırlar özellikle, Gün’ün “Yettin Ama Doğan Tarkan…[1] başlıklı bir yıl kadar önce yazılmış yazısıyla birlikte ve yazısından sonra önemli. Politik olarak en sert biçimde eleştirmek ama bir devrimci olarak saygıda kusur etmemek.
Sonra 1968’lerin Dev-Genç İzmir Bölge Yürütmesinden Muzaffer Doyum arıyor. Seksenli yılların ikinci yarısında Avrupa’daki Sosyalist Forumlardan ve orada 68’liler olarak çektirdiğimiz bir resimden söz ediyoruz. Kimde vardır? Nerededir?
Epey bir süre resmi arıyorum. Evet, dijitalize edilmiş. Tam nerede ne zaman çektirmiştik? Hatırlayamıyorum. Resmi Facebook’a koyuyorum Doğan’ı anmak için. Resimdekilerden Seyfi Cengiz yerini ve tarihini biliyormuş meğer. Not düşmüş: “17-19 Nisan 1987 tarihlerinde Almanya Bingen'de yapılan "Sosyalist Forum".
Tarihöncesi kadar uzak.
Başka bir çağa ait o fotoğraf. Hayır, arada geçen zamandan dolayı değil; o dönemin konuları ve dünyası başkaydı. Topu topu çeyrek yüzyıllık bir zaman var. Ama o dünya en azından bir asır kadar uzak şimdi yaşadığımız dünyaya.
Gün telefon ediyor. Yarın iki buçukta Karacaahmet Şakirin Camii’nden kalkacakmış diyor. Haberi iletiyorum.
*
Yazı burada kalmıştı. Cenazeden önce tamamlayıp, sonuna daha önce Doğan’la ilgili yazdığım yazıları da ekleyip öyle yayınlayayım diye düşünmüştüm. O yazıları arayıp bulmak epey bir zamanımı aldığından, yetiştiremedim.
Ertesi gün Cami’ye gittik. Sezai Sarıoğlu da Doğan hakkında söylenen ve yazılan seviyesizliklere tepkisini ifade ediyordu.
Bu durumda, ne yapıp edip, bir yazı yazmak ve Doğan’a sahip çıkmak şart oldu diye düşündüm.
Aslında Dev Gençliler ve Devrimciler, Doğan’ın cenazesine gelerek, politik olarak ne gibi eleştirileri olursa olsun, onu bir devrimci, bir yoldaş olarak gördüklerini ifade etmiş oldular. Bu, o çapsızlara ve ulusalcılara karşı en iyi cevaptır. Binlerce sözden daha etkilidir.
*
Doğan’ın cenazesinde, farklı çağların tortularının bir fay hattında, kat kat yığılmaları gibi, onun hayatının farklı dönemlerinin ilişkileri aynı yerde yığılmış bulunuyorlardı.
Türkiye’ye döndükten sonraki partisinden genellikle genç arkadaşları, daha ziyade liberal veya demokrat denebilecek çevrelerden son yıllarda benzer ve yakın pozisyonlarda bulunanlar; genellikle Doğan’la Türkiye’ye dönüşünden önce yolu kesişmiş veya birlikte çalışmış, eskiler (68’li ve 78’liler) küçük yoğunlaşmalar halinde farklı çağların tortuları gibiydiler. Bunların da önemli bir bölümü bir zamanlar aynı örgütte yer aldığı Kurtuluş’tan olanlardı.
Doğan’ın hayatı belli dönemlere ayrılır.
Herkesin hayatı böyle değildir. 
Kimileri benim gibi, her yerde ve hiçbir yerde; sürekli bir gurbet ve yabancılık duygusu içinde; uzun yıllar içinde yaşadıkları veya yaşayacakları hiçbir çevre olmadan yaşarlar. Hiçbir yere ait değildirler. Hiçbir yerde kendilerini evde hissetmezler. Bunu insan çoğu kez kendisi bile seçmez. Hapiste veya Sürgünde insan birlikte olacağı, yıllarını geçireceği insanları kendisi seçemez. Bu hayatlar, tatsız, zor ve yalnız hayatlardır. Ama aynı zamanda, hep aynı çevrenin içinde yaşayanların zamanla oluşan dar görüşlülüğünden de insanı belli ölçüde korurlar. Tarih gibi hayat da hiçbir şeyi karşılıksız vermez.
Kimi hayatlar, hep aynı vadide akarlar. Aynı çevre çok uzun yıllar o kişinin yaşadığı esas ortam olur. Örneğin Kurtuluş’tan Mahir, İlhami veya Kaçar. Dev-Yol veya Halkın Kurtuluşu’nun yöneticileri. Onlarca yıldır hep aynı örgüt ve çevre içindeler. Bölünmeler ve ayrılıklar olsa da hep DNA’sı aynı olanların, aynı politik kültürün ve stilin içinde yetişmiş ve var olmuş insanlarla oldular. Bu onlara belli bir evinde olma hissi, bir emniyet duygusu veriyor olmalı.
Doğan’ın hayatı bu iki ucun arasında sayılabilir. Onun hayatında birbirini izleyen oldukça farklı dönemler ve çevreler var. Doğan 12 Mart Dönemi’ne kadar TİP paralelindeki Sosyalist gençlerdendi. Hiçbir zaman Dev Genç’li olmadı. Bambaşka bir dünyaya aitti. 12 Mart sonrası dönemde Dev-Genç’ten gelen Kurtuluş’la birleşti, Bu bambaşka bir politik kültür, başka kotlar demekti. Ama bu birleşme hiçbir zaman bir amalgam olma veya kaynaşmaya dönüşememiş ki, daha sonra 12 Eylül sonrasında Kurtuluş’tan koptu. Seksenlerin ikinci yarısında bir arayış dönemi yaşadı. O dönemde kendileri gibi arayışa düşmüş bambaşka çevrelerle karşılaştı, henüz Troçkist değildi[2]. Sonra Duvar yıkıldı ve aşağı yukarı o zamanlarda hem Troçki adına bağlı Tony Cliff’in örgütüne girdi hem de Türkiye’ye döndü.
Ondan sonra çok yakından izlemedim. Ama bu dönemi de sanırım ikiye ayrılabilir. Hala klasik “sınıfçı” olduğu dönem, yani politik olarak, örneğin seçimlerde, “ne de olsa sosyal demokrat ve işçiler ona o veriyorlar” diyerek CHP’ye oy verilmesini istediği; teorik olarak ta Ekim Devrimi’nden öteye gidemediği dönemler ile, bir bakıma “sınıfçılığı” terk ettiği, ilişkileri ve politik faaliyetinde genellikle diğer baskı biçimlerine yönelik veya onlardan ortaya çıkmış öznelerin, yani bir zamanlar beni tartışmak istediğim için eleştirdikleri konu ve öznelerin daha ağırlıkta olduğu son dönemi. Artık kendisi ve partisiyle özdeşleşmiş ifadeyle “yetmez ama evet”çi dönemi.
Bu dönemlerin dolayısıyla cenazesinde uğurlamaya gelen farklı çevrelerin her biri önemli bir değişiklikle bağlantılı. 12 Mart, 12 Eylül ve Duvar’ın yıkılışı. Yuvarlak hesap, 1970, 1980, 1990. 12 Mart’tan önce TİP’li, 12 Mart sonrası Kurtuluşçu, 12 Eylül sonrası arayışçı, Duvar’dan sonra Troçkist…
İlk bakışta bir uçtan diğer uca savrulmalardan ibaret dönemler.
Bir Stalinist ve TİP’li olarak başlayan politik hayat bir Troçkist olarak bitiyor. Bir zamanlar İşçi Sınıfı’ndan başka bir şeyden söz etmeye bile tahammül edemezken; birden “azınlıklar”, eşcinseller,  çevrecilerden oluşan özenelerin dünyasının dışına bile çıkmaz oluyor. Bir zamanlar Marksizm diye Ekim Devrimi’nden başka bir şey tartışmazken; şimdi Marksizm adı altında yaptıkları toplantılarda Marksizmle ilgisi olmayan liberal veya demokratlarla Marksizin değil, Türkiye’nin sorunlarını tartışıyor. Bir zamanlar şehir merkezlerinden, işçilerin yaşadığı varoşlara giderken, şimdi Beyoğlu ve Kadıköy’e sıkışmış bir dünyaya geri dönüş.
Kimileri bu tabloya bakıp, hele son yıllardaki çizgisine bakıp, onun eski görüşlerine ihanet ettiğini, devrimciliği bıraktığını söylüyorlar. Görünümlerle uğraşıp, bu değişimlerin ardında aynı kalanı görmüyor ve görmek istemiyorlar. Daha doğrusu böyle bir dertleri de yok.
Doğan’ın, savunduğu görüşlerin temeline, dayandığı varsayımlara, metodolojiye bakılırsa, aslında bütün bu savrulma gibi görünenlerin ardında bir özdeşlik olduğu görülür. Değişen ve görünen, biçimler, sonuçlardır. Metodolojik yanlışlar aynen sürmektedir.
Herhalde kendisi ya da örgütünün resmi tarihi, bütün bu savrulmalarda, işçi sınıfı ve örgüt’ün her zaman esas çizgiyi oluşturduğunu; bu savrulma gibi görünenlerin aslında bu ilkeler çerçevesinde sürekli bir ilerleme ve gelişimin farklı aşamaları söylerdi.
Bence de Doğan hep aynı Doğan’dı. Ama bu aynılık bir metodolojik aynılıktı. O savrulma ve zıtlık gibi görünen dönemler, bir ilerleme değil; hep aynı mekanik tarih ve toplum anlayışının farklı dönemler ve problematiklerde kendini dışa vurmasıydı.
Doğan’ın temel metodolojik yanılgısı, Marksizmi, tarihsel süreçlerin ardındaki derin meden ve mekanizmeleri anlayan bir sosyoloji olarak değil; bir politika ve örgüt öğretisi olarak kavramasıydı. Halbuki bu Marksizm olmadığı gibi, onun görünen dış yüzüdür. Bu nedenle Marksist teorinin temel sorunlarına hiçbir zaman ilgi duymadı. Bu nedenle de gelişmiş kavramsal araçlardan yoksun kaldı. Buna bağlı olarak da gerçekliğin dış yüzüne; görünümüne takıldı.
Aslında metodoloji ve teoriyle fazla bir ilişkisi yoktu Doğan’ın, Teori değil, politika ve örgüt sorunlarıydı onun gündeminde olanlar.
Bu ise gücü temel amaç ve kriter almayla sonuçlanıyordu.
Bir sorun ya da görüş ancak bir güce dayanıyorsa ona değer verir veya tartışırda. Saf, bilim dışı kaygılardan azade, teorinin ve kavramların kendi içi dinamiğinden gelen sorunlara ilgi duymazdı.
Bu yaklaşımın sonucu olarak da, kendisini ve pozisyonunu, geri olana göre tanımlardı. Tabii böyle yapınca da, ileri olana karşı geri olanla bir susuş komplosu ve suç ortaklığı içinde bulunurdu. Tam da bu mekanizmayla, ulusalcılarla mücadele ederken aslında onlara hizmet ederdi nesnel olarak.
Evet, bunu söylemek kimilerine garip gelebilir ama kaba ulusalcılığa bunca saldırarak, onlardan kendine haklılık çıkararak devrimci politikaları susuşa boğmakta ulusalcı ve liberallerle suç ortaklığı yapıyordu.
Açın bu satırların yazarının yıllardır yazdıklarına bakın. Örneğin bu satırların yazarı yıllardır, askeri bürokratik oligarşinin esas vuruş yönü olması gerektiğini savunur bütün Türk solu karşısında neredeyse. Ama Askeri bürokratik oligarşiye savaşacağım diye AKP’yi desteklemez. Aksine, bütün eleştirisini, Askeri Bürokratik Oligarşiyle mücadele etmediği; en büyük destekçisi olduğu için AKP’ye yöneltir. Yani kendisininkinden daha doğru, kökleri Marks-Engels’lerin Alman burjuvazisi (=AKP) ve Bismark (=Askeri Bürokratik Oligarşi) karşısındaki tavırlarına kadar giden çizgidir. Ancak böyle bir tavrın, Askeri bürokratik oligarşiyi ve AKP’yi yedeklerine aldığı güçlerden tecrit edebileceğini savunur.
Ama Doğan Tarkan, bu tavır bu çizgi sanki yokmuş gibi davranır. Onunla ne ittifak arar ne tartışır. Susarak, ciddiye almayarak, yokmuş gibi yaparak, ona karşı liberal ve ulusalcılarla fiili ittifak yapar. Liberalleri Marksizmi tartışmaya çağırır, onlarla birlikte ulusalcıları hedefe koyup, gerçek Marksizme karşı susuş komplosu yapar.
Kendisine sorulsa, gücü olmayanı eleştirip niye ona güç sağlayayım derdi muhtemelen.
Ama tam da teoriye teori dışı kaygılarla yaklaşmak en temel yanlış değil midir?
Bunda bir sorun görmemenin kendisi en büyük sorun değil midir?
Bu eleştirilerimin çoğunu Doğan hayattayken yapmıştım yazılı olarak makaleler biçiminde.
Bir tekini bile ciddiye alıp cevap vermedi. Bu tartışmayı geliştirerek insanların siyasi ve teorik eğitimine daha çok katkı yapılabilir diye düşünmedi.
Geri ve yüzeysel olanı hedefe koyup eleştirmek, fikirler savaşına fiziksel savaşın ilkeleriyle yaklaşmak olur. İnsanı ve etkilediklerini geriliğe mahkum eder.
Anlamadığı buydu.
Fiziki ya da askeri savaşta düşmanın en yaralanabilir yerine güçlerin en irisini yığmak savaş sanatının ilk kuralı iken; fikirler savaşında, karşı tarafın en iyi, en güçlü yanlarını hedef alıp güçleri oraya yığmak gerekir.
Gramsci’nin dediği gibi, ezilenlerin gelişmesini ve siyasi eğitimini öne alan bir devrimci bu ilkeyle hareket eder.
Doğan’ın anlamadığı buydu. Fikirlerin güçlü yanlarından onların fiziki olarak güçlü olmasını anlıyor, dolayısıyla fiziki savaşın kurallarıyla savaşılacak fikirleri seçiyordu.
O değişen içinde değişmeyen buydu.
Bu nedenle bu stırların yazarına zerrece değer vermedi, hor gördü ve yukarıdan baktı. Bu onun kötülüğünden değildi. İpuçlarını vermeye çalıştığımız temel metodolojik yanılgılarının pratik sonuçlarıydı.
Bu satırların yazarı ise, herkes gibi Doğan’a her zaman değer verdi, ona yaptığı eleştiriler bu değer verişin bir ifadesiydi.
İmkan buldukça, istenmediğini ve varlığından rahatsız olunduğunu bile bile gidip, bir dinleyici olarak söz alıp, önce bir türlü söz verinin kafasını o yöne döndürüp da göremediği, sonunda başka çare olmadığı için görüp de söz verildiğinde kendini beğenmiş yukarıdan bakışları görmezden gelerek, hep değer verdiği için, Doğan’ın ve arkadaşlarının kafasına birkaç soru işareti olsun takmaya çalışıyordu.
Şimdi bu satırları da yine aynı kaygıyla yazıyor.
*
Doğan yaşarken kendisini eleştiren, burada değinilen temel metodolojik hatalarına yönelik eleştirilerin yer aldığı üç yazı yazmışız. Bu yazılar aşağıda yer alıyor.
Okuyan görecektir. Tazelikleri ve geçerlilikleri bakidir..
Doğan’ın da ömrünü verdiği amaca böyle daha fazla katkı yapabileceğimizi düşündüğümüz için, Doğan’ın anısına tekrar yayınlıyoruz.

Kadıköy Mitingi Olayları Üzerine Tartışmaların Düşündürdükleri(25.08.2000)

Önce konunun yabancısı veya duymamış olanlar için kısaca olaylar.
17 Ağustosta, yani depremin birinci yıl dönümünde Kadıköy’de bir gösteri düzenlenir. Bu gösteriye bir DSİP (Devrimci Sosyalist İşçi Partisi) de katılır ve gösteride  “Afet değil cinayet”, “Hükümet istifa” ve “Susma sustukça sıra sana gelecek” gibi sloganlar atarlar. Yine bu gösteride bulunan “Dayanışma Gönüllüleri” adlı grup, bu sloganlardan rahatsız olur ve susturmak için engelleme yoluna gider ve DSİP ‘lilere saldırırlar.
Olay kabaca böyle. Kabaca böyle diyoruz, çünkü olay hakkındaki bilgilerimiz “Anti-Kapitalist” adlı “e-groups”ta (Maillerle oluşturulan bir tartışma ortamı) okuduklarımıza dayanıyor.
DSİP’lilere karşı şiddet kullanıldığı, bizzat “Dayanışma Gönüllüleri” denilen gruba sempatiyle bakan ve olaylarda orada olduğu anlaşılan Serkan Öngel adlı bir tartışmacının, “Örgütsüz kendiliğinden ortaya çıkan şiddet” ifadesiyle doğrulanmakta bir şekilde. DSİP’lilere karşı şiddet uygulandığını ama bunun planlı değil kendiliğinden ortaya çıktığını ifade etmekte. Yine bu tartışmacı, DSİP’lilerin “Dayanışma Gönüllüleri”nin düzenlediği bir etkinliğe gelerek, orada kendi sloganlarını attığını, bunun ise “Dayanışma Gönüllüleri”nin faaliyetlerine zarar verdiğini; kendi emekleriyle oluşmamış zeminleri kullanma olduğunu; olaylara yol açan tepkinin ardında bunlar bulunduğunu ifade etmektedir.
Dayanışma Gönüllüleri” DSİP’lileri, kendilerinin emekleriyle hazırladıkları bir toplantıya gelip, orayı kendi sloganlarını atarak devrimcileştirmeye kalkmak ve böylece provokasyon yapmakla, bu nedenle de, bazılarının anlaşılabilir tepkisine yol açmakla suçluyor.
DSİP ise, “Dayanışma Gönüllüleri”ni kendilerine slogan atmayı yasaklamakla ve sonunda saldırmakla hatta polisle iş birliği yapmakla suçluyor.
Şimdi böyle bir durumda, “altın orta”yı bulan bilgelerin edasıyla, “iki taraf da haksızdır; başka solcuların uzun emekle hazırladığı platformları, hazıra konup kullanmak da; ama bunu yaptılar diye bu arkadaşlara karşı şiddet kullanmak da yanlıştır” demek mümkün. Ya da taraflardan birine yakın bir pozisyondan diğerini mahkum etmek. Bu takdirde, eğer “Dayanışma Gönüllüleri”ne yakın iseniz, başkalarının zeminlerini kullanmanın dürüst ve sol içi ilişkilere yakışmayan bir tarz olduğuna vurguyu yapıp, bizzat bunun bir provokasyon olduğunu ve sonunda bazılarının bu provokasyona gelip şiddet kullandığına; yok, DSİP’ye yakınsanız, yasakçılığı, fikir özgürlüğüne, kitle içinde elbette farklı görüşlerin kendilerini ifade edeceğine, yapılanın bunun engellenmesi ve şiddet olduğuna yapabilirsiniz. Zaten tartışmalarda da aşağı yukarı böyle olmakta.
Fakat bu tavırların hiç biri, bize bu çatışmanın, bu tartışmanın aslında neyin çatışması olduğu hakkında bir fikir vermez. Sadece sol içinde değil, her hangi bir ülke çapında veya dünya çapındaki; hatta küçük grupların içindeki mücadelelerde, belli bir somut durumdaki tavırlar ve bunun için yürütülen mantıklar, bizle gerçek çatışmanın ne olduğu hakkında hiç bir fikir vermez. İnsanlar veya partiler, hemen daima başka bir çatışmadaki konumlarını güçlendirmek için belli bir konudaki haklı görünümleri öne çıkarmaya çalışırlar. Ama belli bir durumdaki haklılık, aslında kendisi için güç kazanılmaya çalışılan o gerçek çatışmada haklı olunduğu anlamına gelmez.
Ne var ki, tartışan taraflar tamamen bunun aksi mantıkla hareket etmektedirler. Gizli varsayım şudur: Eğer hedefleriniz, politik yönelimleriniz yanlış ise, bu yanlış hedefleriniz sizin başka yanlışlar yapmanıza da yol açar. Dolayısıyla verili somut olaydaki yanlışlığınız bir rastlantı değildir. Buradan otomatikman da şu sonuca geçilmektedir: o halde belli bir olaydaki yanlış tavırlar kanıtlanırsa o tavrı gösterenlerin politik yönelişlerinin ve hedeflerinin de yanlışlığı kanıtlanmış olur.
Eğer herkes böyle bir yaklaşım içindeyse, böylece siz belli bir olayda bir tarafın yanlışlığını kanıtladığınızda ya da insanlar buna inandığında, o tarafın etkisi azalır, dolayısıyla güç kaybeder. Politikaya bir bakıma güç elde etme sanatı olarak bakıldığından, siz belli bir güç elde etmiş ve dolayısıyla politik olarak küçük de olsa bir zafer kazanmış olursunuz.
Örneğin son olayda, DSİP’nin durumu aşağı yukarı böyle sayılabilir. Çok kişinin adını bile duymadığı küçük bir parti birden bire sol kamu oyunun tartıştığı ve kendisine pek sempatiyle bakmayanların bile dayanışmalarını ifade ettiği bir duruma geldi. Bu küçümsenmeyecek bir başarıdır. Küçük bir politik zaferdir.
Ama sosyalist politika bu mudur? Hayır. Bu yıllardır Türkiye’de ortalığı kaplamış politika anlayışının sol içinde de aynen yansımasıdır. Solun görevi, bizzat bu anlayışa karşı mücadele etmektir; bu anlayışı içselleştirerek onun araçlarıyla değil. Sosyalist politika, tam da yukarıda ifade edilen anlayışların yanlışlığına ve gerçek çatışma noktasının ne olduğuna yönelmek zorundadır.
Dayanılan mantığın kendisi yanlıştır. Yanlış olan şudur: Diyelim ki, “Dayanışma Gönüllüleri” bu meselede son derece haksızdır, bu onların haksız ve yanlış bir politikanın savunucuları olduğu anlamına gelmez. Aynı ilke tersi durum için de geçerlidir; “Dayanışma Gönüllüleri” kimseye saldırmamış olsalar; onların iddia ettiği gibi DSİP’liler provokatif davranışlarda bulunsalar ve bunlara karşı hiç bir girişimde bulunmasaydı; hatta DSİP’liler “Dayanışma Gönüllüleri”ne şiddet uygulamış olsalardı, bu da DSİP’lilerin yanlış ve haksız; “Dayanışma Gönüllü”lerinin doğru ve haklı bir politika uyguladıkları anlamına gelmez ve o politikaların doğruluğunun veya yanlışlığının bir kanıtını oluşturmaz.
Elbette belli bir durumdaki politikalar ile, genel politik yönelişler arasında belirli bir ilişki vardır ama bu ilişki sanıldığından çok daha dolaylı ve karmaşık mekanizmalar aracılığıyla gerçekleşir. Sosyalist bir politikacının görevi, bu ilişkiyi ilkel ve mekanik biçimiyle kabul edip ondan çıkarsamalar yapmak değil; aksine bu ilişkinin karmaşıklığını göstermektir; insanların geri yanlarını okşayanlar ancak bu genel kabulleri kendi davranışlarının hareket noktası yapar. Dolayısıyla bizzat bunu yapmamanın kendisi bize bir ip ucu da verir davranışlarla politik hedefler arasındaki ilişki üzerine.
Son yıllarda bütün politik çatışmalarda yukarıda yanlış olarak tanımlanan mantığa dayanılmaktadır. Ve bu adeta toplumun içine işlemiştir. Örneğin Kürt ulusunun mücadelesine karşı, onun kullandığı mücadele ve örgüt biçimlerinden hareketle, onun haksız ve yanlış bir iş yaptığı çıkarsaması yapılmaktadır. Mantık, “böyle yanlış eylem biçimlerini kullanan doğru ve haklı bir hareket olamaz” şeklindedir.
Ama bu bayların anlamadığı ve görmek istemediği şudur: pek ala doğru, haklı bir hareket aptalca, kendi hedeflerine zarar verici işler yapabilir; tersinden, en aşağılık politik hedefler için, en zekice, onların aşağılıklığını en örtücü biçimlerde de gerçekleştirilebilir.
Hatta ezenler ve ezilenler arasındaki savaşta, işler hep böyle yürür: ezilenler haklı ve doğru hedeflerine rağmen, hep aptalca işler yaparlar, kendilerini adeta haksızmış gibi gösteren; buna karşılık ezenler, en aşağılık hedefler için en zekice; kendilerini hep zeytinyağı gibi üste çıkaran işleri yaparlar. Hani ne derler? “Fakir düz yolda şaşırır, zengin dağdan aşırır.”
Sosyalistin görevi, temeldeki haklılığa ya da haksızlığa yönelik olmalıdır. Bu ise her şeyden önce, her derde deva, her durum için geçerli kalıplar ve reçeteler yerine; gerçek tarihsel sürecin; bu süreç içinde toplumsal ilişkilerin ve güçlerin ele alınmasını gerektirir.
Şimdi, söz konusu olay ve bunun tartışmalarında böyle bir yaklaşımın izini bulmak zordur. Birincisi, her iki taraf ta, bütün zıt görünüşlerine rağmen aynı ortak gizli varsayımı paylaşmakta ve davranışlarına bu gizli var sayım yol göstermektedir: “olayda haksızlık veya yanlışlık kanıtlanırsa, bu karşı tarafın çizgisinin yanlışlığının kanıtı olur”. Yanlış olanın ve insanların bilincini karartanın kendisi, bizzat bütün tartışmaların ardındaki bu gizli varsayımdır.
Şöyle de düşünülebilir. Ama burada çizgiler değil, somut bir olay tartışılmaktadır. İlk bakışta görünüş öyle gibidir. Ancak, olay konusundaki tartışmalarda alınan tavırlara bakıldığında, ortada çok daha başka bir ayırım çizgisinin bulunduğu görülmektedir. Bu çizgi ÖDP’nin bu günkü politikasını savunanlar ve eleştirenler şeklinde çizilebilir. Bu somut olaydaki tartışmalarda istisnai olarak, bir çok başka nedenle, örneğin sempati duyduğu tarafın haksız olduğunu düşünmek gibi, tarafsız bir durumda olanlar hatta karşı tarafa düşenler bulunabilir, ama bütün bunlar genel eğilimi ve ayrım çizgisini ortadan kaldırmamaktadır. Bunun yanı sıra gerçek ayrım çizgisine önem vermeyen ve eğilim duymayan, bu anlamda tarafsız bölgede bulunan birçok kişi de, bizzat bu tartışma vesilesiyle kendini birden bire başka bir bölünmenin tarafları arasında bulabilir. Bütün bunlar sonucu değiştirmez. Zaten, esasa ilişkin bir tartışmanın bütünüyle bu usul üzerinden yürütülmesinin nedeni de, tarafsızlardan veya karşı taraftan olabildiğince adam kazanmaktır, kazanılamayanları ise en azından sessiz durmaya zorlamaktır.
İşte tam da yanlış olan budur. Gerçek bir sosyalist politika esas üzerine bir ayrılığı biçimsel sorunlar üzerine yürütmekten kaçınmak zorunda olduğu gibi; biçimsel sorunlar üzerine yürütülen tartışmaların da hangi gerçek sorunlar üzerine yürütüldüğünü göstermek, tartışmayı oraya çekmek zorundadır. Yapılmayan da tam budur.
Biz de şimdi bunu yapmaya çalışalım, şu ana kadar yaptığımız gibi.
Önce şu adlandırmalar ne anlama geliyor? Taraflar kimlerdir? Ne gibi politikaları savunmaktadırlar? Tartışmayı dışından izleyen veya daha yeni kuşaklardan olanların anlayacağı dile çevirelim.
Kendilerine “Dayanışma Gönüllüleri” diyenler, ÖDP’ye egemen olan ve damgasını vuran çizginin taraftarlarıdırlar. Bu çizgi eski Dev-Yol’cular, şimdi Yeniden dergisinde ifadesini bulan çizginin savunucularıdır. Ancak bu çizgi bütün eski Dev-Yol’cuları kapsamamaktadır. Dev-Yolcuların küçümsenmeyecek bir bölümü de ÖDP’ye girmemiş veya ÖDP’de olmakla birlikte, merkeze egemen olan çizgiyi de benimsememiştir. Bu ayrım çizgisinin ise, özellikle, “Kürt sorunu” bağlamında olduğu görülür. Dev-Yol gibi geniş bir kitlesel harekette, çok miktarda Kürt de bulunuyordu. Kürt Ulusal hareketinin yükselişi ve Dev-Yol’un çöküşü aynı döneme geldi. Ama aynı zamanda, dünyada gerici ideolojik rüzgarların esişi de aynı zamana geldi. Dolayısıyla Dev-Yol gibi zaten teoriye ilgisiz ve daha ziyade, şehir orta sınıflarının özelliklerine sahip bir hareket, kolaylıkla bu rüzgarların etki alanına girdi. Özellikle, Kürt kökenli olanlar veya Kürtlerle daha doğrudan ilişki içinde olup onların baskısını üzerinde hissedenler bu gün ÖDP’ye damgasını vuran politikayla aralarına bir mesafe koymaktadırlar. Diğer yandan bir kısım Dev-Yol’cu da, Kürtlüğünü keşfederken, kimi sınıfsal eğilimleri kimi, PKK ve Dev-Yol arasındaki rekabet, kimisi de dünyadaki gerici ideolojik atmosferin etkisiyle, PKK’ya muhalif Kürt milliyetçileri haline dönüşmüştür.
Genellikle Türk, şehirli ve orta sınıf kökenli Dev-Yol’cular ise, ÖDP’ye damgasını vurmaktadır ve içinde çoğunluktur. ÖDP kuruluşundan beri bu çizginin damgasını taşımaktadır. Hatta kuruluşundaki “Aşkın ve devrimin partisi” veya “parti gibi olmayan bir parti” veya “çok renkli parti” gibi parolalar bile bu toplumsal tabakaların eğilimlerini yansıttığı gibi, bu tabakalara yönelik bir sinyal özelliği taşıyordu.
Küçük burjuva sosyalizminin temel özelliği, geleceğin toplumunun nüvelerini bu günün toplumunda kuracağı ve bunun olabileceği gizli varsayımdadır. Aslında bu da, özünde, orta çağda, ana karnındaki ceninin veya çocuğun küçük bir yetişkin insan olduğu şeklindeki çocuksu anlayışının bir tekrarından başka bir şey değildir. Yine buna bağlı olarak, küçük burjuvazi, tarihi ve takvimi kendisiyle birlikte başlatmaya, kendinden önceki birikimleri yok saymaya ve hor görmeye eğilimlidir. Bu nedenle sosyalist hareketlerin tarihlerinde yüzlerce, binlerce kere denediklerini, bu sefer yeni baştan ve hiç olmamışçasına, yeni ambalajlar ve söylemlerle denerler ve sadece o yok sayıp hor gördüklerinden daha da geriye düşerler. Geçmişin mirası öğrenilip özümlenmedikçe, aşılamaz; bunu yapmaya çalışan geçmişin problemlerine takılır ve yok olur. Geçmişin mirasını öğrenmek ve özümlemek ise, uzun bir çıraklık ve hazırlık dönemi gerektirir, bu ise tarihi kendisiyle başlatan ve bir kaç parlak sloganla veya formülle sorunlara çözüm getirdiğini düşünen anlayışlarla bir arada bulunamaz.
Dolayısıyla, en “parti gibi olmayan parti” iddiaları en parti gibi partilerden bile daha parti gibi partilerle; en aşkın ve devrimin partisi olma iddiaları en aşka ihanet edişlerle (Ufuk Uras, aş olmadan aşk olmuyor, demişti); en şiddetin her türlüsüne karşı olma iddiaları şiddetin her türlüsüne karşı olan politikanın üstünlüğü için şiddet kullanımlarıyla; en çok renklilik iddiaları, en basitinden toleranssızlıkla ve hor görüyle sonuçlanmaya mahkumdur. Çünkü geçmişin deneylerini, hazmetmeden onları aşmaya kalktığından, geçmişi yakan sorunlar onları da yakar.
Peki nedir geçmiş mücadelelerin en büyük dersi? Bu günün dünyasında geleceğin toplumunun nüveleri, tohumları kurulamaz. Devrimci veya sosyalist partiler veya örgütler, uğruna savaştıkları toplumun küçük örnekleri veya tohumları değildir ve olamaz, onlar sadece siyasi iktidarı ele geçirme ve devleti yıkma mücadelesinin araçları olabilirler.
Zaten bütün sanat ve düşünce tarihi, bütün geleceğe ve geçmişe yönelik hayallerin, toplum tasarımlarının, geleceği ya da geçmişi değil, o hayalleri kuranların dünyasını yansıttığını göstermektedir. Rönesans veya orta çağ ressamlarının İsa tasvirleri ne kadar İsa’nın dünyasını yansıtıyorsa, küçük burjuvazinin veya ortalama ÖDP’li “Dayanışma Gönüllüsü”nün gelecek topluma ilişkin olduğu düşünülen ve bu gün kurmaya çalıştığı ilişkiler o kadar geleceğin toplumunu yansıtır. Thomas Morus veya Campanella’nın Ütopya veya Güneş Şehri’ni okuyan onlarda nasıl, geleceğin toplumunu değil, o yazarların dünyasını ve anlayışlarını bulursa, modern küçük burjuvazinin o geleceğin toplumu ve bu günkü uygulama tasarılarında da, o geleceğin toplumu değil, bu günkü küçük burjuvazinin dünyası ve anlayışları yansır.
Ne var ki, ortalığı bu tür, küçük burjuva ütopyacılığı kaplamış olmakla birlikte, en azından sosyalist düşünceleri ve geleneği savunduğunu iddia edenlerin bile, bu küçük burjuva hayalciliğine, bu hayalciliğin dayandığı, geleceğin toplumunun bu günden kurulabileceği ve o ilişkilerin bu günün örgütlerinde yaratılabileceği anlayışlarına hemen hemen hiç eleştiri yöneltmediği görülür. Bunun nedeni, onların da, büyük ölçüde aynı toplumsal tabakalara dayanmaları ve anlayışları daha örtük olarak paylaşmaları kadar; aynı küçük burjuva katmanları etkileme çabaları içinde olmaları bu nedenle, onları karşıya itmekten çekinmeleri, onların hayallerini yıkmaktan korkmalarıdır.
Daha ÖDP’nin kuruluşundaki sloganlarda ifadesini bulan bu küçük burjuva ütopyacılığı, birbiriyle çakışan iki büyük gericilik dalgasının damgasını taşımaktadır. Birisi, dünya ölçüsünde, 80’lerin sonunda Doğu Avrupa’nın çöküşünün ve Kapitalizmin tarihsel zaferinin ideolojik atmosferi; diğeri, 1993’lerden sonra, Özel Savaş’ın yükselmesi ve Kürt Ulusal hareketinin tecridi ve gerilemesi; buna paralel olarak da Türk milliyetçiliğinin yükselişi. Dolayısıyla bu güzel moda sözlerde ifadesini bulan, gücünü yaygınlığından alan yargılara dayanan ütopyacılık, politik olarak yükselen ve özellikle orta sınıfları ve işçi sınıfının genellikle Türklere dayanan daha üst tabakalarını etkisi altına alan milliyetçiliğin hem kendisini, hem de baskısını ifade ediyordu.
1990’larda kapitalizmin tarihsel zaferi karşısında, eşitlikçi toplum ideallerini ve sosyalizmi savunan, bu zaferin ortaya çıkardığı sorunlara gözlerini kapayan ve klasik sol söylemi tekrar yükseltmeye çalışanlara karşı, sanki, taşlaşmışlara karşı yeni bir şeyler savunuluyormuş izlenimi veren, yukarıda değinilen türden sloganlar ve parolalar; Kürt hareketine karşı da, onu gündemden düşürme fonksiyonu gören, sosyalizm yüklü, işçi veya ekonomik sorunlar yüklü bir söylem ve eylem biçimi. Böylece ikisi de aslında, milliyetçi ve gerici ideolojilerin ifadesini bulan çizgi, görünüşte eleştirel ve sosyalist bir görünüm alabiliyordu. Aslında sosyalist ideallere bağlılığa tepki olan davranışlar, dogmatizme tepki gibi; Kürt ulusal hareketine tepki olan milliyetçi davranışlar da, sanki milliyetçiliğe karşı sosyalist ve sınıfçı bir politikaymış gibi sunulabiliyordu.
Ayrıca bu politikalar aynı zamanda, işçi sınıfının üst tabakaları ve şehir orta sınıfları arasındaki faaliyetler için de gerekli ideolojik temeli sağlamaktadır.
Ekonomik ve sınıfsal bir söylem ile, sadece Kürt sorununu gündemden düşürmekle kalmazsınız; ama aynı zamanda kamu çalışanları gibi işçilerin daha üst ve istikrarlı tabakaları arasında çalışma olanağı bulabilirsiniz, ya da şöyle ifade edelim, bu tabakalar böylece Kürtler karşısındaki duyarsızlıkları ile kendi iktisadi sorunlarını ifade etme olanağı bulabilirler. Benzer şekilde, yeni gibi olan söylem ile,  kapitalizm ve devlet ile karşı karşıya gelmekten kaçan, ama verili çerçevede küçük iyileştirmeler için bir şeyler yapmak isteyen şehirli orta sınıfların içinde de çalışma yapabilir ya da daha doğrusu o eğilimlerin ifadesi olabilirsiniz.
Zaten ÖDP’nin yaptığı da budur. Söz konusu olayın taraftarlarından birinin “Dayanışma Gönüllüleri” adını taşıması bir rastlantı değildir. Bu tam zamanın ve hitap edilen kitlenin ruhuna uygundur. Hiç bir politik çağrışım yoktur. Sivil toplum örgütü veya NGO denen, sanki yeni bir şeymiş gibi piyasaya sürülen; “hükümet dışı” olduğunu söyleyen ama devletle karşı karşıya gelmeyen anlayışı yansıtmakta ve ona hitap etmektedir isim.
Özetlersek, “Dayanışma Gönüllüleri” ÖDP’ye damgasını vuran, herkesin bildiği aşikar sırla ifade etmek gerekir ise, Dev-Yol içinde Oğuzhan Müftüoğlu’nun başını çektiği ve belirlediği eğilimi sembolize etmektedirler. Bu eğilimin temel karakteristiği, teoride eklektisizm, politikada ise milliyetçilik ve reformizmdir. Ne var ki, reformizm, yeniye açık olma, milliyetçilik ise, sınıfsal ve ekonomik olana vurgu gibi, tamamen özüne zıt biçimlerde ortaya çıkıp yanılsamalara yol açmaktadır.
Şimdi biraz da diğer DSİP’nin ne olduğuna bakalım.
Sanılanın aksine siyasi mücadelede geleneklerin ve camaat ruhunun büyük etkisi bulunmaktadır. Bambaşka bir problematik etrafında, tüm bölünmeleri kapsayan yeni bir bölünme olmadıkça, eski bölünmeler hiç bir zaman tüm bir birleşmeyle sonuçlanamaz. En iyi niyetli ve öz verili birleşme çabaları bile, ilk zorlamada tam da birleşme noktasından kırılma özelliği gösterirler. Ancak, bütün bu geleneklerin eğilimlerinden daha güçlü, genellikle gücü bizzat gücünden kaynaklanın, kritik kütleyi aşmış bir hareket ya da örgüt bu güçleri bastırabilir. Örneğin Brezilya’daki İşçi Partisi gibi, dinamik bir işçi ve köylü hareketine ve bunların büyük gücüne dayanan bir partinin gücü geleneklerin ve cemaatların gücünü bastırabilir.
DSİP’nin kökleri, TİP’in paralelindeki gençlik hareketine kadar gider. Şu an DSİP’nin başkanı olan Doğan Tarkan bu geleneğin de sembolüdür. MDD ile gençlik hareketinin yükselişi, TİP paralelindeki gençlerde de belli bir etkide bulunmuştu. Doğan Tarkan bu eğilimi ifade ederdi. 12 Mart sonrası dönemde, MDD geleneği içinde, nispeten daha doktriner ve sınıfçı olanlarla yakınlaşmalar ve sonra da cephe kökenli olanların en doktriner eğilimi Kurtuluşçular ile yakınlaşma ve birleşmesi bir rastlantı olmasa gerektir.
Ancak, 12 Eylülden sonra, bölünme tam da yine bu birleşme noktasından olmuştur. Yani eski Dev-Genç’ten gelenler Kurtuluş, TİP’ten gelenler de Sosyalist İşçi tarzında bölünmüşlerdir. (Benzer durumlar diğer örgütlerde de görülür. Örneğin Vatan Partisi’nde eski Dev-Gençliler ve TSİP döneminde Doktorcu olanlar tarzında olur bölünme. TKP’de de yine Dev-Genç gelenekli GSB’den gelenler hiç bir zaman hazmedilemez ve ayrı bir çizgi olarak ortaya çıkarlar vs. vs..)
Kurtuluş’tan ayrıldıktan sonra bir süre teorik bir arayış yaşayan bu Sosyalist İşçi gazetesini çıkaran eğilim, bir süre sonra Tony Cliff’in teorisyeni olduğu İngiltere’deki Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) görüşlerine paralel görüşleri benimsemiştir.
İngiltere’de SWP ve Fransa’da tamamen başka bir gelenekten gelmekle birlikte Lutte Ouvrier (LO), gelişmiş kapitalist ülkelerde işçiler içinde belli bir eğilimi ifade eder ve oralarda bir geleneği ve etkisi bulunmaktadır. Çok farklı geleneklerden gelmelerine rağmen her ikisinde de, işçi hareketi ve sınıfıyla bağlara yapılan vurgu, teorik olarak namazı kılınmışlık, yani yeni sorunlara kapalılık ve daha birçok hayret verici benzerlikler ve paralellikler, bu partilerin belli bir toplumsal temeli bulunduğunu ve benzer eğilimleri yansıttıklarını göstermektedir.
Ne var ki, Türkiye’deki DSİP’nin benzer bir durumda olduğu söylenemez. Henüz çok yenidir ve büyük ölçüde Türkiye’deki kadroların kendi geleneği belirleyici olmaktadır. İşçilerin belli bir tabakasının eğilimlerini yansıtmaktan ziyade, Burjuva sosyalizmine has TİP’ten yadigâr bir işçici retorik ve işçicilik daha belirleyici görünmektedir.
İşçiler işçici değildirler. İşçileri ve işçiliği idealize etmek, burjuva sosyalizmine has bir özelliktir. Gerçek işçi ve işçi sınıfının, burjuva sosyalizminin idealize ettiği işçi ve işçi sınıfıyla hiç bir ilgisi yoktur. Marksizm işçici değildir sanılanın aksine. Marksizm işçileri işçilikten kurtarmaya çalışır. Marksizm işçiliği yüceltmez, işçiliğin, insanı nasıl insanlıktan çıkardığını anlatır. Marksizm işçilerin dikkatini işçiler üzerine değil, diğer toplumsal sınıfların ilişkileri üzerine çeker. Çünkü sınıf bilincinin ancak tüm toplumsal sınıfların ilişkileri alanından elde edilebileceği noktasından hareket eder. Burjuva sosyalizminde ise bütün bu özelliklerin tersi görülür. Özellikle sendika bürokrasisi ve işçi sınıfının üst tabakaları burjuva sosyalizmine eğilimlidirler.
Burjuva sosyalizminin işçiciliği ile, işçilerin kendi eğilimleri arasındaki aşılmaz uçurum ve fark en güzel, Ruhi Su ve Orhan Gencebay örneklerinde görülebilir. Ruhi Su’nun müziği, halkın ya da emekçilerin müziği değil, onlara dışarıdan bir ululama, onları bir yüceltmedir. Onların ruhunu ve dünyasını yansıtmaz, şehirli entelektüellerin veya burjuvaların onlar hakkındaki hayallerini yansıtır. Bu nedenle, ne işçi ne de köylü Ruhi Su dinlemez. Köylü, normal durumda kendi türkücüsünü, politize olmuşsa da kendi siyasetinin “ozan”ını dinler. Şehirli işçi ise, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses dinler. Bunlar ise Ruhi Su dinleyen Burjuva sosyalisti için bir yozlaşmadan başka bir şey ifade etmezler ve bu müzik onların tüylerini diken diken eder. Ama o tüylerini diken diken eden, tam da o övgüler düzdüğü, bir ideal haline getirdiği, işçilerin dünyası ve o işçilerin ta kendisidir.
Ruhi Su ve Orhan Gencebay müziği gibi birbirine kapalı dünyalardır, burjuva sosyalizmi ve işçi sınıfı. Öyle görülüyor ki, DSİP’nin işçi sınıfı içindeki faaliyeti, TİP’lilerin Ruhi Su sevmesine benziyor, ya da Ruhi Su’nun müziğine. Bu yargımızı verirken, kısmen Avrupa’da bir zamanlar yaptığımız kendi doğrudan gözlemlerimize, kısmen bizzat DSİP’nin kendi yayın organlarında yazdıklarına, kısmen de bizzat son olayın kendisine dayanıyoruz.
(Bu arada yine Türkiye’dekilerin geleneğe vurduğu bir damga, Kürt sorununa gösterilen nispi hassasiyettir. Bir süre içinde bulundukları Kurtuluş, Kürt sorununda en duyarlı hareketlerden biriydi. Keza eski TİP’in de Kürt Sorunu üzerine bir karardan dolayı kapatıldığı unutulmamalıdır. DSİP’nin paraleli olmaya çalıştığı benzer partilerin, ulusal sorun ve ırk ayrımcılığı gibi konularda yeterince hassas olmadığı, bu sorunları genel laflarla geçiştirdiği, genellikle beyaz ve Avrupalı işçilerin eğilimlerini yansıttığı görülmektedir. DSİP’nin Kürt sorununda belli bir hassasiyete sahip olması belki bu kendine has geçmişiyle açıklanabilir bu nedenle.)
İşte bu burjuva sosyalist özellikler, DSİP’yi Dev-Yol’cularla aynı alanda rekabete zorlamaktadır, budur olayların çatışmaya gitmesine kadar yol açan. Siyasette ortak hareket edilen zeminler ne kadar çok ise, çatışma olasılığı o kadar artar. Eğer DSİP gerçekten, İngiltere ya da Fransa’daki benzerleri gibi bir işçi partisi olma özelliği taşısaydı, muhtemelen bütün politik farklılığa ve zıtlığa rağmen bir çatışma olanağı doğmazdı.
Örneğin, böyle bir parti Moda’da orta sınıflara yönelik olarak yapılan, onların eğilimlerini yansıtan bir gösteri için güç ve olanaklarını seferber etme gereği duymaz, bu da kendiliğinden bir çatışmayı olanaksız kılardı. Tam da Dev-Yol ile aynı zeminlerde mücadele ettiği, aynı zeminleri ve varsayımları paylaştığı için ortaya bu olaylar çıkmaktadır.
Dev-Yol, şehir orta sınıflarının bu günkü eğilimlerine hitap etmektedir, DSİP ise aynı sınıfların 60’lı ve 70’li yıllarda kalmış reflekslerine dayanmayı deniyor. Ortadaki ayrılık ve çatışma, sadece politik bir ayrılık değil, aynı zamanda orta sınıflara egemen iki farklı ideolojik atmosferin; iki farklı ruh halinin; iki farklı kültür dünyasının çatışmasıdır. ÖDP içindeki muhalefet ile ÖDP yönetiminin çatışmasının da bu özelliği bulunmaktadır.
Dolayısıyla son çatışma karşısındaki tavırlarda, ÖDP içindeki muhaliflerin daha ziyade “Dayanışma gönüllüleri”ni mahkum edici bir tavır almaları; Dev-Yolcu’ların da DSİP’lileri mahkum edici tavırlar almaları bir rastlantı değildir.
Gerçek ayrılık çizgisini, her sorunda olduğu gibi, Kürt sorunundaki tavırlar çizmektedir. Diğer ayrılıklar ise, doğrudan politikayla ilgili olmaktan ziyade, iki farklı ideolojik duruşu yansıtmaktadır.
Ama bu ayrılıklar, aynı toplumsal tabakaya hitap ortak zemininde (şehir orta sınıfları) ve aynı gizli varsayımlara dayanılarak (burada yanlış yaptılar çünkü politikaları ve ideolojileri yanlış; ya da ideolojileri ve politikaları yanlış olduğu için böyle davranmak zorundaydılar) ifade edilmekte ve birbiriyle mücadele etmektedir.
Biz ise diyoruz ki, eğer anlatıldığı gibi Dev-Yolcular, bir saldırıda bulunmuşlarsa, bu onların politikasının yanlışlığını göstermez ve onun bir kanıtı olmaz. Ama bizce, bu davranıştan bağımsız olarak, Dev-yol’un politikaları yanlıştır. Bu yanlış politikayı zor duruma düşürdüğü için, onun tecridine hizmet ettiği için, iyi bir şey yapmış bulunmaktadırlar. Bundan dolayı onları kınama gereğini görmüyoruz. Böyle aptalca işler yapmaya devam etsinler.
Ancak aptal bir rakip bizi de aptallaştırır, biz karşı politikanın aptalca uygulanışları üzerinden kendi politikamızın ve görüşlerimizin haklılığını ve doğruluğunu kanıtlamaya kalkmayı yanlış buluyoruz. Ancak insanların geri yanlarına hitap etmek isteyenler karşı görüşlerin ve politikaların en ilkel ve aptal savunucularına saldırarak veya o aptallıkları enstrümantalize ederek, kendi doğruluklarını kanıtlamaya çalışırlar. Ezilenlerin gerçekten gelişmesini isteyenler ise, karşı görüşü ve politikaları, onun en mükemmel, en hatasız savunucularına yöneltmelidirler, hatta karşı tarafta böyle mükemmel savunucular yoksa var olanları yaptıkları hatalardan tenzih ederek eleştirilerini yöneltmelidirler.
Dev-Yol’cular, saldırmasalardı da, haklı da olsalar, onlara DSİP’liler de saldırmış da olsa, iddia edildiği gibi hepsi sarhoş da olsa, ÖDP’ye damgasını vuran çizgi milliyetçi bir politika izlemektedirler. Ve bu bizzat ifadesi oldukları Türk orta sınıflarının da çıkarlarına karşı bir intihar politikasıdır.
Türkiye’de Kürt ulusal hareketi tecritten çıkarmadan; Kürt ulusal hareketiyle ittifaklar kurulmadan; Kürt sorunu gündemin başköşesine oturmadan ve bunun için geniş kitleler mobilize olmadan bir demokratikleşme mümkün değildir. Demokratikleşme ise, şehir orta sınıflarının da en büyük özlemidir. Hem yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılmak; hem politik İslam'ın tehdidinden kurtulmak için; demokratikleşme en büyük özlemleridir ve bunun Kürt hareketin rağmen değil, ancak Kürt hareketiyle birlikte ve onun sayesinde gerçekleşebileceğini anlamalıdırlar. Bunu anlamamakta ısrar etmek intihardır ve ÖDP şimdiye kadar bu intihar politikasının şampiyonluğunu yapmaktadır.
Tabii sınıfların çıkarları ve karakterleri arasında doğrudan bir ilişki de yoktur. Bazı sınıfların karakteri, çıkarlarına aykırı intihar politikaları izlemek olarak da tanımlanabilir.
25 Ağustos 2000 Cuma


Roni Margulies'e "Demokratik ve Renkli" Saldırı Üzerine Eleştirilerin Eleştirisi (02.09.2009)

Önce olayı duymamış ve bilmeyenler için kısaca özetleyelim. (Bu yazıda ele alınan gelişmelerle ilgili metinler, ayrıca bu yazının altında ek olarak yer alacak.)
Roni Margulies bir süre önce Sosyalist İşçi gazetesinde "Mahir Hüseyin Ulaş"  başlıklı bir yazı yazıyor. Daha sonra bir gün ailesiyle veya dostlarıyla bir yerde otururken yanına yaklaşan bir grup genç, "Sen kim oluyorsun da ÖDP'yi eleştiriyorsun" diyerek Roni Margulies'in başından aşağı boyalı su döküyorlar.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor ki, Roni aynı zamanda Taraf gazetesinin yazarıdır.
Roni Marguiles'in de üyesi bulunduğu Devrimci Sosyalist İşçi Partisi olayla ilgili yaptığı açıklamada, "Bütün sosyalistleri, bütün sosyalist örgütleri ve çevreleri bu saldırgan tutuma karşı tavır almaya çağırıyoruz" dedi.
 Gerçi DSİP böyle bir çağrı yapmasa da bizim tavrımız bellidir ama bu tavrı bir kere daha daha net olarak açıklamak için bu çağrıyı bir vesile kabul ettik.
*
Bu satırların yazarı, Roni Margulies'i 1980'li yılların ikinci yarısında Avrupa'da yapılan Sosyalist Forum toplantılarından tanımaktadır.
O zamanlar birçok politik hareket, gerek birikmiş örgütsel ve sayesi tecrübelerinin; gerek 12 Eylül yenilgisinin ve baskı rejiminin derslerinin; gerek o sırada yükselmeye başlayan İşçi hareketinin ve Kürt ulusal hareketinin ve de Gorbaçow'on reformlarının yol açtığı tartışmaların etkisiyle, ciddi iç tartışmalar ve bölünmeler yaşamaya başlamıştı.
Kurtuluş içinde de Doğan Tarkan adının sembol olarak alınabileceği bir akım Kurtuluş'tan kopmuş, genellikle İngiltere'de sürgün'de yaşadıkları için orada Sosyalist İşçi diye bir dergi çıkarmaya başlamışlar ve tartışmalarını başkalarına da taşımak niyetiyle Avrupa'da yılda bir iki kez yapılan Sosyalist Forum tartışmaları tertiplemeye başlamışlardı.
Bu tartışmalara örgütler değil, özellikle o güne kadar yaşanmış pratiğe ve teorik temellere eleştiriyle yaklaşmaya başlayan, bu nedenle de büyük bir açlıkla tartışmak isteyen kişi, grup veya çevreler katılıyordu.
Elbette bölünmelerin çoğunda olduğu gibi bu bölünmelerin ardında da yine kimi gelenek farkları bulunuyordu. Kurtuluş Dev-Genç kökenli olmakla birlikte, kuruluşu sırasında Ankara'daki TİP'li kökenleri olan Doğan Tarkan ekibiyle birleşmişti. Bu kırılma da tam bu ek yerinden gerçekleşmişti.
*
Burada antı parantez olarak bu bölünme ve birleşmelerin derslerinden çıkarılabilecek bir sonucu belirtmeden geçmeyelim.
Hiçbir örgüt diğeriyle birleştiğinde kaynaşamaz. Onlar ancak bir noktada kaynak olabilirler ve ilk zorlamada da bu kaynak yerinden kırılırlar. Bu kaynaşma ile kaynak olma, iki metalin eriyip ayrı bir alaşım oluşturup bir tek metal çubuk olması ile iki farklı metal çubuğun bir uçlarından kaynak yapılması gibi birbirinden farklıdır.
Örgütlerin veya geleneklerin birleşmesi veya kaynaşması, ancak, farklı örgütler ve hareketler içinde olanların başka bir paradigma çerçevesinde, kendi örgütleriyle bölünmeleriyle, kendi örgütlerinde bir "iç savaş" yaşamalarıyla mümkündür.
Yani bütün akım ve örgütleri ortadan bölen yeni bölünmeler ve bu yeni bölünme çerçevesinde birleşmeler olmadıkça, birleşmeler kaynaşma ile sonuçlanmaz. Türk sosylist hareketi tarihindeki bütün "birleşme" ve bölünmeler bu kuralı doğrular.
Bu sadece örgütlerde değil, genel olarak toplumda öyledir.
İslam Arabistan'ın farklı totemlere (putlara) tapan aşiretlerini birleştirmeye kalkmamıştı; bütün aşiretleri; aşiret kardeşliğini sürdürmek isteyenler ile aşiret kardeşliğini reddedip onun yerine din kardeşliğini koyanlar arasında bir bölünme yaratarak ve aynı aşiretten kardeşler arasında bir "kardeş savaşı" çıkararak bu aşiret kardeşliğine karşı savaşanların kardeşliğini onun yerine geçirerek yeni bir düzen yaratabilmiştir.
Bu bakımdan, sol örgütlerin arasındaki müzakereler ve birleşme çabaları (mesela şu aralar SEH, Sosyalist Cumhuriyet falan gibi örgüt ve çevrelerin birleşme çabaları göz önüne getirilsin) hiçbir zaman kalıcı neticeler vermez ve ilk zorlamada tam ek yerlerinden kırılırlar. Böyle olmasa bile hiçbir dinamizm de yaratamazlar; sadece sahte hayaller yayar ve enerji tüketirler. Bu enerjiler birleşme için değil, somut hedefler çerçevesinde iş birlikleri için harcansa bu örgütler veya çevreler kendi çıkarları bakımından çok daha akıllı davranmış olurlar. En azından belli bir ekonomi sağlarlar.
Ancak bu çevre ve örgütleri parçalayan, yok eden birleşmeler bir dinamizm yaratabilirler.  Ama bunun için de çok başka teorik ve metodolojik temeller gerekir. Bu da öyle ha demeyle ortaya çıkmaz. Uzun birikimlerin birçok öznel koşulla birleşmesiyle ortaya çıkar.
Bu kısa nottan sonra kaldığımız yere dönelim.
*
İşte bu Sosyalist İşçi ekibi o zamanlar henüz "Troçkist" değildi ve bizlere de "Troçkist" diye çatar dururdu. Bu ekibin önde gelen dört beş kişisinden, ya da ağır toplarından biriydi Roni.
O zamanlar bu ekip, her derde deva bir ebegümeci bulmuştu: "işçi sınıfına gidelim". Bu sihirli formülü, öylesine her kapıyı açan bir anahtar gibi sürekli ve bıktırırcasına tekrarlıyorlardı ki, son zamanlarda birçok tartışmacı "hayır işçi sınıfına gitmiyoruz" diyerek sözüne başlamaya veya sözünü böyle bitirmeye başlamıştı, düşülen saçma durumu göze batırmak için.
Bu dönemde bu ekip ayrıca ne yeni sosyal hareketler ve bunların sorunlarına, ne ulusal kurtuluş hareketlerine hiçbir ilgi göstermezdi.
Daha sonraki evrimleri epeyce sürpriz oldu. Düşmez kalkmaz bir Allah. Bur süre sonra duyduk ki, kendileri de "Troçkist" olmuşlar. Troçkist gelenek içinden özellikle İngiltere'de etkili Tony Cliff'in SWP (Sosyalist İşçi Partisi) temelinde bir çiziyi benimsemişler.
Yıllar sonra Türkiye'yle döndüğümde, sürekli "İşçi sınıfına gidelim" diyen bu akımın, şehir orta sınıflarından demokratik özlemleri olan gençlerin eğilimlerine uygun bir şekillenme içinde gördüğümde şaşırmadım değil.
İçimden, "iyi işçi sınıfına gitmişler ve ondan işçilerin bütün gayrı memnunlara gitmesi gerektiğini ve demokratik mücadelenin önemini öğrenip daha aklı başında bir çizgiye gelmişler" diye sevindim.
Türk sosyalistlerinin neredeyse tamamının çeşitli derecelerde demokratik görevlerden kaçtığı ve bu nedenle hızlı "sınıfçı" yani ulusalcı oldukları bir dönemde, bir zamanların "sınıfçı" akımının daha az "sınıfçı" olması ve Irkçılığa Milliyetçiliğe Dur De gibi girişimlere aktif olarak katılması elbette diğerlerinin tersine bir gidiş ve evrimdi ve tercih edilirdi.
Gerçi yıllar sonra Türkiye'ye döndüğümde şöyle bir ters durumla karşılaşmıştım. Bizler altmışlı yıllarda Cağaloğu Beyoğlu çevrelerinde yaşar ama surların dışındaki gecekondulara giderek bildiriler dağıtır, oralara gitmeye çalışırdık. Şimdi varoşlarda etkili hareketler bile gelip Beyoğlu'nda, yani Türkiye'nin demokrasi vitrini ya da Hyde Park'ında bildiri dağıtıyorlar; bilinçli veya bilinçsizce oyuna katılıyor; vitrinin bir dekoru oluyorlardı.
"Sosyalist İşçi"nin bu ters evrimi; bu sosyolojik ters yüz oluşun yansıması mıdır bilmiyorum ama nedeni ne olursa olsun bu yansıma, politik olarak, bugün ulusalcılıktan daha doğru ve iyi bir pozisyona tekabül eder.
Her neyse, Köxüz sitesinde her öznenin, her hareketin içinden demokrasiyi ve diğer öznelerin sorunlarını sorun etmeyi savunanları toplamaya çalıştığımızdan, bu çerçevede Roni Margulies'e de Köxüz'de yazarlık önermiştik Taraf'tan çok zaman önce.
Doğrusu cevap bile alamayınca, Köxüz sayfaları böyle bir yazardan mahrum kaldığı için üzülmüştük.
Elbette Köxüz gibi adı sanı bilinmedik günlük ziyaretçisi 1000 civarında dolaşan bir sitede yazmaktan ise, on binlerle okura doğrudan bir gazete aracılığıyla ulaşmak tercih edilmesi gereken bir seçenek olarak görülebilir. Ayrıca bazı şeyleri reddetmeden bazı yerlerde kabul görmek de mümkün değildir.
*
Biz şimdi bu saldırı karşısındaki tavırların analizi ve eleştirisi biçiminde bu saldırı ve saldırı karşısındaki tavırlara karşı tavrımızı açıklayalım.
Bir sosyalist, her şeyden önce, fikir özgürlüğünün tavizsiz bir savunucusu olmalıdır.
Bir sosyalist fikre karşı idari tedbirlerle, yasakla, baskıyla, fiziksel araçlarla değil fikirle mücadeleyi savunur ve pratiğinde de böyle davranır.
Bu çok basit, temel ve maalesef bu gün çoktan unutulmuş bir sosyalist ilkedir.
Aslında bu ilke kendi başına sosyalist bir ilke bile değildir, demokratik bir ilkedir. Sosyalistlik tanımı gereği, aynı zamanda demokratlığı da içerdiğinden, aynı zamanda sosyalistliğin bir olmazsa olmazıdır bu ilkeler.
Böyle bir ilkeden hareket eden bir sosyalist, bir yazıda ifade edilmiş fikirlerden dolayı birisinin başından aşağı boya dökülmesine "renkli bir eylem veya protesto" diyemez.
Çünkü burada yapılan bir fikrin fikir ile çürütülmesi değil, fikre karşı fiziksel araçlarla bir mücadeledir.
Sadece o kadar da değil, boya atılırken sarf edilen sözlerle, aynı zamanda belli konuların (Örneğin ÖDP'nin) eleştiri dışında olduğuna ve bunları yapanın böyle fiziki yaptırımlara maruz kalacağına dair bir yasaklamadır.
Bir sosyalist ve demokrat açısından ise, dünyada kutsal ve eleştirilemeyecek hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Hatta bizzat hiçbir görüşün eleştiriden azade olamayacağına dair bu görüşün kendisi bile eleştiriye açıktır.
Bir protesto eylemi, ancak bu fikre karşı fikirle mücadele etmenin koşullarının olmadığı, yani fikre karşı mücadelenin idari veya başka fikri olmayan fiziki araçlarla engellendiği koşullarda;  bu koşullara karşı mücadelenin, bu koşulları parçalamanın bir aracı olabilir.
Burada yapılanın ise bizzat kendisi fikre karşı fiziki araçlarla bir engellemedir.
*
Şimdi bunları açık ve net olarak belirttikten sonra, olay sonrasındaki tavır ve gelişmeleri ele alalım.
Olay üzerine ilk yankı bizzat ÖDP başkanı Alper Taş'tan gelmişti. O medyanın yazdığına göre şu sözleri sarf etmişti: “ÖDP’de bir yazara saldırı kültürü yok. Biz bunu tasvip etmiyoruz. gereği yapılacak”.
Dikkat edelim, Alper Taş'ın tavrı olayın özünü saptırmaktadır.
Yani hiçbir fikrin idari ve fiziksel araçlarla engellenemeyeceği ve engellenmemesi gerektiği; bu davranışın ise tam da bunu reddettiği ve buna sınırlama getirdiği noktasını es geçmektedir. Alper Taş, bu olayı tam da bu ilkenin bir savunusu haline getirmesi gerekirken, sorunu bir politik ve teorik sorun olarak ele alması gerekirken; bir "Kültür" sorunu, ya da bir örgütün, ÖDP'nin sorunuymuş gibi koymaktadır.
Birincisi, bu olayda ÖDP'de bir "saldırı kültürü" olup olmadığı tartışılmamaktadır.
Sorun önce: fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edilmiş olmasıdır.
Sonra belli konularda eleştiriler yapılamayacağına dair fiziksel araçlarla bir sınır çizilmeye kalkılmış olmasıdır.
İkincisi, "bir yazara" denerek, fikirlerin ifade özgürlüğüne değil, yazarlara yönelik bir saldırıya karşı tavır koyulmaktadır.
Üçüncüsü, sorun bir idari sorunmuş gibi ele alınmakta ve "gereğinin yapılacağı" tarzında tipik bürokratik bir tepki verilmektedir.
Bir devrimci, bir sosyalist, böyle bir olay karşısında, böylesine bürokratik bir üslupla olayın özünü gözlerden kaçıran bir yankı vermez; bir devrimci, fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edilmesine ve belli konularda eleştirinin sınırlanmasına karşı çık tavır koyardı. Örneğin, "Biz hiçbir konuyu ya da tabuyu kutsal kabul etmiyoruz ve mutlak bir fikir özgürlüğünden yanayız; fikirlere karşı fiziki, idari veya hukuki engellemelerin amansız düşmanıyız" gibisinden bir tepki gösterirdi.
Ancak böyle bir tepki hem Türkiye'de hem de sosyalistler ve hem de ÖDP içinde bir "Saldırı kültürü"ne karşı gerçek bir saldırı olabilirdi.
Alpar Taş'ın tepkisinde ise gerçek sorun gözlerden gizlenerek, böyle bir tepki gösterilmeyerek  "saldırı kültürü" fiilen okşanır durumdaydı.
Bu nedenle perşembenin gelişi çarşambadan belliydi.
Bu nedenle bizim için Önder İşleyen'in daha sonra olayla ilgili yaptığı "demokratik ve renkli bir eylem" tanımlaması hiç de sürpriz olmadı.
Sanılanın aksine bu iki tavır birbiriyle çelişmemektedir. Özünde aynıdır ama aralarında sadece bir üslup farkı vardır. Bu uslup farkını sanki özden bir ayrılıkmış gibi görmek ve göstermek de öze yönelik bir eleştiriyi ortadan kaldırır ve zımni bir suç ortaklığına kadar da gider. Ve maalesef Devrimci Sosyalist İşçi Partisi ve Roni Margulies'in tavırları tam da böyle ilerde görüleceği gibi.
*
Önder İşleyen ise şunları diyor birkaç gün sonra:
"Taraf Gazetesi yazarı ve DSİP üyesi Roni Margulies'e, parti üyesi genç arkadaşların yeşil boya dökmesi ile ilgili olarak son günlerde gazetelerde ve internet sitelerinde yapılan yorumlarla olay bilinçli olarak saptırılmaya çalışılmaktadır. R. Margulies yönelik tepkinin nedeni, onun, uğruna bedeller ödenerek yaratılmış devrimci değerlere yönelik provakatif ve saldırgan tutumudur. Bu eylemle arkadaşlarımız, kendi inisiyatifleri doğrultusunda, Roni Margulies‘in bu çirkin saldırılarına tepkilerini ortaya koymuştur. Şiddet içermeyen demokratik bir eylemdir ki bu tür renkli eylemler dünyanın her yerinde gerçekleştirilmektedir."
Burada bir takım "değerler"in tartışma konusu olamayacağı, bunları tartışanların bu tür fiziki engellemelere hazır olması gerektiği söylenmektedir açık açık.
Sosyalist ve Demokrat bir parti ya da kişi, bu gibi davranışlar karşısında, "bizim görevimiz, en kutsal bildiğimiz değerlere bile fikir düzeyinde "çirkin saldırılar" yapma özgürlüğünü savunmaktır. Bu özgürlüğü savunmamak; aksine fikre karşı fikirle değil fiziki araçlarla mücadele etmek ve bazı "kutsal değerleri" eleştiri veya "saldırı"dan azade kılmak ve bunu fikri olmayan araçlarla yapmaya kalkışmak ÖDP üyeliğiyle bağdaşmaz" derdi.
Böyle bir tavrın izi bile yoktur söylenenlerde.
*
Tutarlı bir sosyalist o "demokratik ve renkli eylem"e eleştirisini bu noktadan yapardı.
Tutarlı bir sosyalist, eleştirisini böyle yapmayan ÖDP'ye karşı eleştirisini de bu noktadan yapardı.
Ve tutarlı bir sosyalist ÖDP'ye eleştirisini böyle bir tavrı göstermediğin noktasından eleştirmeyen sosyalistleri de eleştirmelidir.
Peki, şimdi bakalım ÖDP'nin tavrına karşı eleştiriler, özellikle Roni'nin ve Örgütünüm eleştirileri nedir?
*
Önce DSİP'nin açıklamasını aktaralım:
"Partimiz üyesi ve Taraf Gazetesi yazarı Roni Margulies 27 Ağustos akşamı bir saldırıya uğramıştır. Saldırı sırasında, ÖDP'li olduklarını belirten sözler söyledikleri için olaydan hemen sonra ÖDP Genel Başkanı'na durumu ilettik. Daha sonra ÖDP Genel Başkanı'ndan saldırganların ÖDP üyesi olduklarını ve haklarında işlem yapılacağını öğrendik.
DSİP daima sol içi şiddete karşıdır. Bu nedenle ÖDP Genel Başkanı Alper Taş'ın söyledikleri bizim için yeterli olmuştur.
Ne var ki, 31 Ağustos günü ÖDP sitesinde yayınlanan basın açıklamasında ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen Roni Margulies'in yazdığı yazıyı "saldırgan", Roni'ye saldıranların yaptıklarını ise "demokratik bir eylem" olarak nitelemiştir.
ÖDP'nin bu resmi tutumu Devrimci Sosyalist İşçi Partisi açısından kabul edilemez bir yeni saldırganlık göstergesidir. Üç beş saldırganın tutumu ve bunun bir sol partinin liderliği tarafından desteklenmesi, Türkiye soluna ağır bir hakarettir.
DSİP, ÖDP genel Başkan Yardımcısı Önder İşleyen'in açıklamasının, ÖDP çoğunluğunun görüşlerini yansıtmadığına inanmaktadır.
Bütün sosyalistleri, bütün sosyalist örgütleri ve çevreleri bu saldırgan tutuma karşı tavır almaya çağırıyoruz.
DSİP sosyalist kamuoyuna açıkça ilan eder. Biz ne bu saldırganlara ne de başkalarına karşı şiddet kullanacağız. Fikirlerimize tahammül edemeyenlerin saldırgan tutumlarını eskiden beri biliyoruz ve önemsemiyoruz.
Biz Ergenekon Çetesini, darbe planlayanları, Kürtlerin katledilmeye devam edilmesini isteyenleri, Kürt çözümüne karşı çıkanları hedef olarak görüyor ve onlarla mücadele ediyoruz."
*
Bu açıklamada ne görüyoruz?
Olayın özü, yani fikre karşı fiziki araçlarla mücadele ve bazı konuların eleştiri dışı ve dokunulmaz ilen edilmesine yapılmıyor vurgu. Tam da üzerinde durulması gereken nokta es geçiliyor. Tıpkı ÖDP'nin yaptığı gibi.
Ne deniyor?
"DSİP daima sol içi şiddete karşıdır. Bu nedenle ÖDP Genel Başkanı Alper Taş'ın söyledikleri bizim için yeterli olmuştur."
Bildirinin bütün özü bu cümlede yatıyor.
Biliride, sorun fikre karşı fikirle mücadele alanından sanki şiddetin nerelerde kullanılacağı veya kullanılabileceği; şiddete karşı olup almama notasına çekilmektedir.
Yani tıpkı ÖDP'nin yaptığı gibi, Alper Taş'ın yaptığı gibi, sorunun özü saptırılmaktadır, sorun fikir özgürlüğünü savunup savunmamaktan başka bir noktaya çekilmektedir. DSİP bildirisinde bu başka nokta, şiddete karşı olmak veya bunu sınırlarının neler olduğudur. Bu başka nokta farklı olmakla birlikte, sorunun özünü görmemekte Alper Taş'la uyuşmaktadır.
Ve uyuştuğu için de Alper Taş'ın söyledikleri yeterli olmaktadır.
Tekrar edelim. Bu olayda sorun şiddete karşı olup olmama değildir. Bu olayda sorun, fikre karşı fikri olmayan araçlarla mücadele ve belli konuların eleştiri dışı olup olamayacağıdır.
Karşı çıkış ve eleştiri tam da bu noktadan yapılması gerekirken, hangi politik ya da ideolojik duruşlara karşı şiddet uygulanıp uygulanamayacağı alanına çekilmektedir.
Bu anlam kaydırması baştan yanlıştır ve olayın özünü çarpıtmaktadır.
Ama kaydırılan noktada da yanlış görüşler savunulmaktadır.
Birincisi "sol içi şiddete" karşı olmak, "sol dışı şiddet"e karşı olunmadığı anlamına gelir.
Bu zaten ikili bir tutarsızlıktır.
Birincisi. İster sol içi ister dışı olsun, siz gerçekten fikir özgürlüğünden yanaysanız, fikrinizi fiziki, idari veya hukuki araçlarla engelleyene karşı bu engelleri etkisiz kılacak araçlar kullanmanız gerekebilir. Yani örneğin hukuki ve idari engelleri yırtmak için gizlilik veya ezop dili veya meydan okuma gibi birçok yöntem kullanmanız gerekir. Ve fiziki bir engel varsa da o fiziki engeli berhava etmek için fiziki mücadele araçlarına da başvurulabilir ve vurulmalıdır. Sorunun fikirlere karşı fikirle mücadele eden bir düzeni koymak için fikre karşı fiziki araçlarla mücadele edenlere karşı fiziki bir mücadelenin gerektiği ve gerekeceği noktası atlanmaktadır.
Yani Fikir özgürlüğü için her türlü mücadeleyi savunmak yerine, sorun şiddetin nerelerde uygulanacağıymış gibi koyulup kendine solcu diyenler yaparsa şiddete karşıyız deniyor.
Peki, ÖDP'liler veya başkaları ısrar edip aynı fiziksel saldırıları sürdürseler kendini savunmak için olsun fiziki araçlara başvurmayacak mısın?
Bu saçmalıktır ya da tam bir teslimiyeti savunmak anlamına gelir.
Kaldı ki sınıflar mücadelesinde ordular mücadelesinden farklı olarak, sol ya da sağ gibi ayrımlar yanıltıcıdır; karşı taraf bizzat sana karşı mücadelesini senin bayrağınla yapabilir.
Yani sol bayrağıyla sana fiziki saldırılar yapılabilir ve sen de "ben sol içi şiddete karşıyım" diyerek onun karşısında kölece telim olursun.
İkincisi. Sizin muhataplarınız da muhtemelen sizin gibi sol içi şiddete karşı olduklarını söyleyecekler ama solu farklı tanımlayıp sizi sol dışında telakki ettiklerini söyleyip size karşı şiddeti bizzat sizin de meşru gördüğünüzden hareketle yapacaklar ve kendilerinin tutarlı davrandığını savunabileceklerdir.
Aslında 12 Eylül öncesi dönemde, "Maocu Bozkurtlar" ile "Sosyal Faşistler" arasındaki durum tam da buydu. Her iki taraf da "sol içi şiddete" karşı idi ama birbirlerini "sol içi" görmüyorlardı.
Sanki bunlar yaşanmamış gibi hala "Sol içi şiddetten yana" olup olmak üzerinden konuşmak belki bir zamanlar trajediydi ama şimdi iyice komedi olmuş durumda.
Tabii Tarkan'ların yaklaşımı böyle olunca Alper Taş'ın söyledikleri onlar için yeterli olabilir ve bir sorun oluşturmazdı.
Biz şahsen bütün sosyalistleri ve sosyalist örgütleri, sadece bu saldırganlığa değil, fikre karşı fikir dışı araçlarla mücadele etmeye ve bazı fikirleri dokunulmaz, kutsal ilan etmeye karşı tavır almaya cağırıyoruz. Tabii bu arada özellikle Doğan Tarkan ve Roni Margulies'i.
Sorun diploması değildir bir ilkedir. Sorun ÖDP'nin ifade ettiği görüşlerin çoğunluğunun görüşleri olup olmaması olarak koyulursa, bu, ilke sorununu bir diplomasi sorunu olarak koymaktır.
Sorun bu tavrın mahkum edilmesi iken, sanki sorun ÖDP'nin böyle düşünüp düşünmediğiymiş gibi koyulmaktadır.
*
DSİP'in bildirisinin içeriği üzerine daha çok şeyler yazılabilir ama biz şimdi Roni'ye gelelim. Onda da aynı tutarsızlıklar var.
Önce bütün bu olayların başındaki yazıdan ve orada anlatılan buradakinin neredeyse tıpkısı olan olaydan başlayalım:
"Mahir Hüseyin Ulaş" adlı yazısında Roni şöyle bir olay anlatıyor:
"Nâzım Hikmet’in doğum günüydü. İsviçre’de Türklerin bir derneğinde yapılan kutlama toplantısına davet edildim. Yıllar geçti, neler dediğimi hiç hatırlamıyorum, ama ne demişsem, konu oraya nasıl gelmişse, bir arkadaş kalktı, “Sen Kaypakkaya geleneği hakkında nasıl böyle konuşursun!” dedi.
Dur, dedim, şu cümleyi biraz düşünelim. “İbrahim Kaypakkaya geleneği” kavramının üzerinde biraz duralım.
Kaypakkaya’nın devrimciliğinden, kararlılığından, cesaretinden kimsenin kuşkusu olamaz herhalde. Ama 24 yaşında öldürülen bir delikanlıdan söz ediyoruz. Yabancı dil bilmeyen; Marksist klasikler bir yana dursun, Mao’nun eserlerini bile doğru dürüst okuması mümkün olmayan, okuduğu kadarını da berbat tercümelerden okuyan bir delikanlı. Yazdıkları, bir avuç polemik makalesinden ibaret olan, daha fazlasını yazmaya vakit bulamayan bir delikanlı. Öğrenciliği bırakıp silaha sarılan, ömrünün son yılını dağ başlarında çatışmakla, kaçmakla geçiren bir delikanlı.
Nasıl bir “gelenek” olabilir bu? Bu delikanlının dünya işçi sınıfı hareketine katkısı ne olmuş olabilir? Dünya emekçilerinin deneyimlerine, bilgisine, teorilerine neler eklemiş olabilir? “Marx, Engels, Lenin” dedikten sonra, bunların yanına bir de Kaypakkaya’yı eklemek biraz garip olmaz mı?"
Dikkat edelim, tıpkı şimdi başına gelen gelmektedir orada da sadece renkli kısmı olmayan demokratik bir protestodur. Ama bu protesto, kutsalları çizmektedir. Belki o an orada gücü olmadığı için bu sınırları uygulayamamaktadır.
Roni'nin itiraza itirazı, bu geleneğin nasıl bir gelenek olacağı veya İbrahim'in yaşı ve birikimiyle pek tutarlı bir gelenek yaratamayacağı gibi bir noktada yoğunlaşıyor.
Halbuki, bir sosyalist, bir devrimci, demokrat, anlatılan olayda itiraza itirazını, "her gelenek hakkında her türlü konuşulabilir, sorun o söylenenin içeriğine itiraz olmalıdır; nasıl konuşursun diye tehdit ve tabular çıkarma yanlıştır" biçiminde yapmalıydı.
Ama Roni bizzat kendisi bu en kritik noktada bunu yapmıyor, konuyu bütünüyle nasıl bir birikimle dayanılabilecek gelenekler veya insanların hangi yaşlarında böyle geleneklerin oluşabileceği sıçramalar yapabileceği gibi bir konuya kaydırıyor.
Ama böylece, itirazını bizzat tabulaştırmaya ve tehdide karşı yapmayarak; oradaki tehdidi görmezden gelerek, aslında şimdiki saldırıların boy atıp gelişmesinin koşullarını da yaratmış oluyor.
Bir an için "Mahir Hüseyin Ulaş" adlı yazısında böyle bir tavır alıp bunu anlattığını var sayalım. Dolayısıyla vurgu ve yazının konusunun rozet sloganlar değil de, hiçbir fikrin kutsal olamayacağı; "var olan her şeyin acımasız bir eleştirisi"nin (Marks) Marksizmin ve sosyalizmin özünde bulunduğu gibi bir fikri işlediğini; Türkiye solunda tam da bu konuda açık bir Programatik tavır olmadığı için bu gün solcuların yasakçı ve devletçi ulusalcılar haline geldiğini ele aldığını var sayalım. O zaman da böyle bir saldırıya uğrayabilirdi. Ama bu saldırı doğrudan fikir özgürlüğünü savunmaya karşı bir saldırı olurdu ve gerçek mahiyeti çok daha açık görülebilirdi. Ayrıca mücadeleyi en doğru ve kritik bir noktayla çekmiş olurdu.
*
Kaldı ki, burada konu dışı olmakla birlikte değinmeden geçmeyelim ki, anlattığı olayda Roni'nin tartışmayı yürüttüğü bağlamında söyledikleri de pek doğru değildir.
24 Yaşında olmuş olmak, Marksist klasikleri pek okumamış bulunmak, hiç de belli bir teorik katkı yapılamayacağı ve gelenek oluşmayacağı anlamına gelmez.
Birincisi zaten Kaypakkaya adına bir gelenek vardır ve oluşmuştur. Bizzat varlığıyla bir olgu olarak Roni'nin savunduğu böyle bir birikimsizlikle bir gelenek oluşamayacağı fikrinin çürütülmesidir.
Yaş ve birikim konusuna gelince.
Roni'nin söylediğinin aksine olgular dünyadaki en önemli teorik katkıların genellikle 20'li yaşlardaki insanlar tarafından yapıldığını gösterir.
Marks 1818'de doğmuştu, Tarihsel maddeciliği 1845 veya 1846'larda formüle ettiğine düşünürsek, 27 yaşındaydı. Engels ondan da gençti.
Troçki "Sürekli Devrim" teorisini ortaya koyduğunda 25 yaşındaydı.
Marks ve Engels o zamanın Fransa ve İngiltere'sine göre geri, feodal bir ülkede büyümüştü.
Troçki Asyalı Rusya'da büyümüştü. O zamanın Almaya ve Rusya'sındaki işçilerin diğer gelmişmiş ülkeler yanında esamesi bile okunmazdı.
Ayrıca bu birikim sorunu da karışıktır. Bazen bilenen birikimlerden uzak olmak bizzat yeni bir bakışın koşulunu oluşturur.
Hasılı, aslında muhatabının itirazına itirazı da yanlıştır ve özgün fikirler ve geleneklerin ortaya çıkışını çok mekanik ve düz olarak ele almaktadır. Toplumsal yaşamın tüm karmaşık gidişini göz ardı etmektedir.
*
Kendisine saldırı karşısında da aynı çizgiyi sürdürmektedir Roni.
Ama kendisine saldırıldıktan sonra da saldıranları esas eleştirmek gereken noktadan değil, aslında en saçma noktadan eleştirdi.
Kendisine saldıranlara politik değil ahlaki bir eleştiri yaptı.
Bir de sorunu sorun sanki cesaret ve olgunlukmuş gibi koydu.
Olay karşısında ilk değerlendirmesinde saldırıyı şöyle değerlendirmişti:
"Mafya bile insanlara ailelerinin yanında dokunmaz. Bunlar mafya bile değil, tam bir serseri sürüsü"
Politikada en azından Mafyanın ahlakını mı aracağız? Ya da bizler sorunu ahlaki bir düzeyde mi tartışmalıyız?
Roni'nin eleştirisini saldırının ailesinin yanında yapılması veya mafya olup olmamak üzerinden değil; fikre karşı fikri olmayan araçlarla mücadele üzerinden kurması gerekirdi.
Ama nasıl anlattığı yazıda tam da bu üzerinde durulması gereken noktayı atladıysa burada da aynı yanlışı yapmaktadır.
Ve Roni de tıpkı bağlı olduğu partinin bildirisinde olduğu gibi, sorunu ÖDP'lilerin bir sorunuymuş veya ÖDP'lilerle bir sorunmuş gibi koyuyor en son olrak bu “Mahir Hüseyin Ulaş” adlı yazısını aktardığı Taraf'taki son yazısında.
Söyle yazıyor:
"Yazı, ÖDP üyesi bazı arkadaşların pek hoşuna gitmemiş galiba. Hemfikir olmadıklarını kendilerine özgü tartışma üslubuyla belirttiler. Yanılıyor olduğuma ikna edemediler doğrusu beni. (…)
Ben pek çok ÖDP’li yoldaşımla bu konuları sık sık tartışıyorum. Bazılarıyla ise tartışmak daha zor. Bu bazıları ile ÖDP’nin tümünü karıştırmamak gerek. Ben karıştırmıyorum."
Sorun bir "tartışma üslubu" mu?
Sorun kimi ÖDP'lilerin tartışması veya tartışmaması mı?
Sorun ailenin yanında saldırıya uğramak mı?
Sorun ailenin yanında olmasa da, sorun ÖDP'lilerle tartışsa da tartışmasa da, fikre karşı fiziki araçlarla karşı çıkılması ve kimi fikirlerin, kavramların, kişilerin eleştiri dışında kabul edilmesidir.
Bunun karşısında ses çıkarmamak, sorunu başka alanlardaymış gibi tartışmak, ne kadar zıt görünürse görünsün bu konularda aynı yanlışların savunulduğu anlamına gelir.
Yanlışlar karşısında onlarla mücadele etmeyenler de o yanlışları açıkça savunanlar kadar hatta daha fazla beslerler.
*
O halde, biz Doğan Tarkan, Roni Margulies, ÖDP ve diğer insanlardan, örgütlerden çevrelerden (DSP'in bildirisinde olduğu gibi ille de Sosyalist olmaları gerekmiyor, bizim için insanların kendileri için kendilerin ne dediği değil, somut olarak ne yaptığı önemlidir) bir fikre karşı idari, hukuki, fiziki araçlarla mücadeleninin karşısında olunması; hiçbir fikrin, kavramın, kişinin eleştiriden azade ve kutsal olmaması noktasından bu olayın protesto edilmesini bekliyoruz ve onlara bu çağrıyı yapıyoruz.
Ve bunu bu olay vesilesiyle "Demokratik açılım"ın yapıldığının söylendiği şu günlerde, demokratik açılım tartışmalarında dile getirilen ve getirilecek görüşlerin idari, hukuki veya fiziki baskılara maruz kalmaması için ilk yapılması gerekenin fikir özgürlüğünü engelleyen tüm yasaların bir kanun maddesiyle geçersiz ilan edilmesi ve fikir özgürlüğünü fiziki, hukuki veya idari araçlarla engelleyenlere karşı en ağır müeyyidelerin getirilmesi toplumun gündemine taşınabilir.
Böylece gerçek bir demokratik açılım için mücadelenin başını sosyalistler çekebilir.
Böylece hem Askeri Bürokatik Oligarşiye karşı direk bir mücadeleye girilmiş olur hem de pratikte Hükümetin veya burjuvazinin korkaklığı teşhir edilebilir. 
Hükümet bu söz ve ifade özgürlüğünü garanti altına almadan tartışma açarak aslında başkalarına kestaneyi ateşten çıkarttırıyor ve kendi elini sıcak sudan soğuk suya koymuyor.
Şimdi hürriyet geldiğini sananlara Şair Eşref'in şu satırlarını hatırlatmakta yarar var:
"Evvelce devri istibdat idi konuşturmazlardı adamı
Şimdi devri hürriyet, önce konuştururlar adamı sonra s… ananı."
Demir Küçükaydın
02.09.2009

Marksizm 2010 İçin Hariçten Gazeller

Birinci Gazel - Marksizme Veda (23.10.2010)


Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada, Marksizm genel olarak eski entelektüel gücünü ve çekiciliğini yitirmiş bulunuyor.
Burada onun politika ve toplumsal hareketler üzerindeki iyice azalmış olan etkisini kastetmiyoruz. Çünkü bir görüş, bir düşünce pekâlâ geniş kitlelerce bilinmemiş kalabilir, politik olarak etkisiz olabilir ama yine de entelektüel bir güç ve çekiciliğe sahip olabilir.
Durum çok daha fecidir; Marksizm’deki entelektüel güç, yaratıcılık, açıklayıcılık, kapsayıcılık, radikallik yitirilmiş bulunuyor.
Bu tür krizler ancak çok derinlere giden metodolojik, kavramsal, teorik yenilenmelerle aşılabilirler. Bu da ister istemez, doğrudan hayatla bağlantılı gibi görünmeyen temel kavramlara, metodolojik sorunlara yönelmeyi ve oralarda yoğunlaşmayı gerektirir. Yani Almanların “Grundlagenforschung” (temellere yönelik araştırmalar) dedikleri türden, doğrudan pratikle ilgisizmiş gibi görünen bir çaba ve yöneliş gerekmektedir.
Ne var ki, bu gün Marksistlerin ya da en azından bu iddiada olanların, yazdıklarına çizdiklerine baktığımızda, tam tersine bir durumla, temel ve genel sorunlardan uzaklaşmayla karşılaşıyoruz. Aslında bu durumun bizzat kendisi, Marksizm’in ve Marksistlerin içinde bulunduğu krizin bir görünümüdür de.
*
İçinde bulunulan durumun fecaatini ve rezaletini birkaç fırça darbesiyle olsun göstermeyi deneyelim.
İçerik her zaman son duruşmada biçimi belirler. Bu nedenle şimdilik içerikleri bir yana bırakıp, biçimler üzerinden giderek içeriğin sefaletini göstermeyi deneyelim.
Eskiden sosyalistler, uzun uzun tüm kavramların anlamlarını didik didik eden yazılar yazarlardı. Bu içeriğe uygun olarak “deneme”, “polemik”, “teorik analizler” temel yazı biçimleriydi. Tabii buna bağlı olarak da böyle yazılar haftalık ya da aylık teorik ve politik yayınlarda, kitap ve broşürlerde yayınlanırlardı.
Bir zamanlar, o gerçek yükselişin yaşandığı altmışlı yıllarda, Aydınlık, Ant, Türk Solu veya hatta Doğan Avcıoğlu’nun Yön’ü gibi, en ciddi teorik tartışmaların yapıldığı, yeni sorunların ilk kez ortaya atıldığı dergiler vardı. Bugün böyle bir dergi yok[3].
Bugün “teorik tartışma”ların, “polemik”lerin yerini aktüel politikaya ilişkin yüzeysel  değerlendirmelerden oluşan “politik analiz”ler almış bulunuyor.
Artık temel biçimler “deneme”, “polemik”, “teorik analiz” vs. değil; “söyleşi”ler veya kısa “köşe yazıları”.
Teoriden kopuş, genel ve temel sorunlardan kaçış, içerikteki bu çürüme, biçimlerde böyle yansıyor.
Bugün Türkiye’de Sosyalistlerin “teorik tartışma organı”, Radikal İki veya Taraf’ın kimi köşe yazarları veya Her Taraf köşesidir[4]. Post Express ya da Yeni Harman’ın sayfalarındaki “söyleşi”ler temel “politik analiz”lerin yapıldığı yerler oluyor.
Kanımızca sadece bunlar bile durumun fecaatini göstermeye yeter.
Eskiden solculara solcuların dünyasından haberler veren magazin dergileri yoktu. İnsanlar şu veya bu kişinin ne yaptığından ziyade, kavramlarla, analiz araçlarıyla ilgilenirdi. Yüzeysellik değil; derinlik makbuldü.
Ama artık tam tersine dönmüş bulunuyor ihtiyaçlar. Post Express örneğin böyle bir ihtiyaca cevap veren bir dergidir. Artistlerin veya meşhurların ne yaptığını izlemeye yarayan magazin gazete, dergi veya ilavelerinin sola ve sosyalistlere yönelik bir versiyonu kabul edilebilir. Birinde Bratt Pitt, diğerinde Noam Chomski.
Eskiden, yani teorik sorunların tartışıldığı o “eski ve güzel zamanlarda”, bu türden dergiler yoktu. Kanımızca, böyle dergilerin varlığı bile Marksizm’deki ve Marksistlerdeki krizin bir görünümü olarak değerlendirilebilir.
*
Kediye göre budu, hala az çok eski devrimci ve Marksist geleneklere bağlılığını sürdürmeye çalışan ve doktriner denebilecek olanlara bakalım. Öyle söylenenlerin içeriğine bile değil, sadece niteliklerine, biçimlerine ve konularına bakalım.
Kurtuluş, “doktriner”, teoriye iyi kötü değer veren bir hareket sayılabilir. Bizlerin 68 Dev-Genç’inin kahramanlık döneminin ve ilk dönem Mahir’inin bir devamı[5] gibi görülebilir.
Bu geleneğin önde gelen teorisyeni Mahir Sayın’ın son birkaç yılda yazdıklarına bakmak bile feci durumu gösterir.
Sevgili Mahir Sayın’ın yazdığı bir broşür var: “Kurtuluş’ta Olanlar ve Olmaması Gerekenler” diye, örgüt içindeki bir taciz olayı ile ilgili. Örgüt içi tüzüksel ve hukuki bir sorunu, politik ve ideolojik mücadelenin bir aracı olarak kullanmaya yönelik bir metin.
Böyle bir konuda, üşenmeden bir broşür yazan bir Mahir Sayın’ın, Marksizm’deki Yapı ve Özne çelişkisi, bir Din ve Üstyapılar teorisinin yokluğu veya bir Ulus teorisinin olmaması veya sorunları gibi, teorik ve politik sorunlarla ilgili bir tek yazı yazmamış olması veya tesadüfen bir yerlerde yazılmış olanlar hakkında bir fikir ifade etmemesi bir rastlantı mı?
Hayır! Bizzat birinin varlığı ve diğerinin yokluğu aynı madalyonun iki yüzüdür ve tam da krizin bir görünümüdür.
Yine aynı Mahir Sayın’ı, bir de son tevkifata bulaştırılma çabalarında başta Hürriyet, basında izledik.
Elbette bu komploya karşı kendisini savunmasına bir şey denemez. Türkiye sosyalistlerini biraz bilen bilir ki, bir Mahir Sayın ile söz konusu örgüt veya kişiler bir araya gelmezler ve gelemezler. Bütün bunlar bir yana. Biz buradaki konumuz açısından bu sorunu bir yana koyuyoruz şimdilik.
Bu tevkifat vesilesiyle, Askeri Bürokratik Oligarşi ve İslamcı Burjuvazi arasındaki çatışmanın çatlakları birden bire birkaç günlüğüne de olsa Mahir Sayın’ın ramp ışıkları altına çıkmasına yol açtı.
Aslında bir sosyalist için, bir devrimci için bu olağanüstü bir olanaktır. Böylece bütün yürüyen tartışmanın, problem koyuşun yanlışlığı sergilenip, bambaşka bir bakış açısı ve tavır alış, koyulabilir, duyurulabilir. Belki bir yerlerde birilerinin kafasına bir iki soru işareti takılabilir.
Peki, bunca yıllık devrimci ve politikacı sevgili Mahir Arkadaşımızın yazdıklarına ve söyleşilerine bakınca ne görüyoruz? Sorunu bütünüyle egemen medyanın ve ideolojinin, çatışan egemen güçlerin kavramlarıyla ele alıp tartışıyor. Bir söylediği ile iki satır altta çelişiyor.
Örneğin, bir yandan “Hanefi Avcı’yı savunur durumda bırakıldım” diye şikâyet ediyor, aynı metnin içinde “Burada Hanefi Avcı yazdığı kitapla Türkiye üzerine yapılmak istenilen planları bozmuştur. En azından planları ortaya çıkarmaya çalışmıştır” diyerek Hanefi Avcı’nın fiili bir savunmazsını yapıyor.
Ama teorik bakımdan daha kötüsü de var. Ulusalcıların diliyle konuşuyor ve örneğin “cemaat”ın bir yapı oluşturduğundan söz ediyor.
Mahir Sayın, nasıl olur da ulusalcıların diliyle ve dünyayı algılayışıyla böyle sorunsuz olabilir? Hafıza kaybına mı uğradı acaba diye düşünmeden edemiyor insan.
Bırakalım sosyalist olmayı, hatta demokrat olmayı bile, sıradan bazı evrenselleşmiş hukuk normları bakımından, cemaat olmak niye bir suç olsun? Aynı görüşte ve yaklaşımda olanların bir yapı oluşturmaya çalışmaları niye bir suç olsun? Olaya böyle bakınca niyetler üzerinden bir hüküm verilmiş olmaz mı? Evrenselleşmiş hukuk normlarında ise niyetler üzerinden ceza veya hüküm verilmez ve verilmemelidir. Bırakalım Sosyalistliği ve demokratlığı, normal bir “hukuk devleti”ni savunmak bile buna karşı olmayı gerektirir. Ortada eğer bir yapı var ise, ancak nesnel, somut veriler üzerinden bir değerlendirme ve yargı oluşturulabilir.
Kaldı ki, Mahir Sayın bir sosyalisttir ve en azından bir sosyalist olarak da en radikal ve tutarlı demokrat olmak zorundadır.
Bu durumda, bir demokrattan beklenen, bir “cemaat” tarafından ele geçirilebilir olan, yani son derece merkezî ve seçimlerle değil merkezden tayinlerle belirlenen, son derece keyfi kararların alınmasına uygun bugünkü devlet cihazını teşhir etmek ve ona karşı çıkmak, dolayısıyla demokratik bir programı açıklamak için bu olanaktan yararlanmaktır.
Bu gibi demokratik olmayan devlet cihazları, yapıları gereği “ele geçirilebilir”dirler. “Cemaat”in elinde değilse, Kemalistlerin elindedir.
Zaten bugün Türkiye’deki çatışma tam da budur ve demokratik bir karakteri bu nedenle bulunmamaktadır. Tarafların bu cihazla sorunu yoktur, aksine ikisi de devlet cihazının bu karakterini korumaya ama olu ele geçirmeye ve elde tutmaya çalışmaktadır.
Politik İslam, bugünkü devletin yapısının bu merkezi ve “ele geçirilebilir” karakterini hiç sorgulamamakta, bugün nüfusun ve oyların çoğunluğuna dayandığından, çoğunluk milletvekiline sahip olan politik İslam’ın “ele geçirme”sini liberallerin de yardımıyla demokratikleşme gibi koymaktadır.
Yani bir demokratın, “cemaat”in “ele geçirme”sine, “yapı oluşturma”sına değil, bugünkü devlet cihazının ele geçirilebilir olmasına karşı bir şeyler söylemesi gerekir. Dolayısıyla “cemaat”in “ele geçir”mediği yerlerin de CHP’nin ve askeri bürokratik oligarşinin zaten “ele geçirmiş” bulunduğunun vurgulaması ve “cemaat”in “yapı oluşturması” gibi kavramları kullanmaması gerekir.
Yani örneğin bir demokrat, Valilik, Kaymakamlık vs. gibi, Osmanlı artığı, merkezden atanan ve gerçek yetkiyi elinde bulunduran bütün makamların kaldırıldığı, bunların yerini bütünüyle seçilmiş yönetici ve organların aldığı; diğer memurların tayin, terfi vs. işlemlerinin, bütünüyle devletten bağımsız memur sendikalarının nesnel kriterlere göre tuttuğu sicillere göre belirlendiği; memurlar hakkında her vatandaşın hiçbir izin almadan dava açabildiği bir sistemi gündeme getirir örneğin bu vesileden yararlanarak. Böyle bir yapı “ele geçir”ilemez ve onda “yapı oluştur”ulamaz.
Hatta bizlerin böyle bir sistemi savunması, bir anlamda “ele geçirme”, “yapı oluşturma” özgürlüğünü savunmak demektir. Elbette o yöneticilerin ve organların seçiminde farklı partiler, yarışacaklar ve çoğunluğu kazanarak bir süre için “ele geçir”ecekler ve böylece politikalarını uygulayacaklardır.
Biz “ele geçirme”ye karşı değiliz, aksine demokratik bir şekilde ele geçirilebilir olmasından yanayızdır.
Şimdi Mahir Sayın’ın, bırakalım sosyalist olmasını bir yana, bir demokrat olarak, ondan problemi ve tartışmaları bu yöne çekmek için yararlanması beklenir veya umulurken, o ne yapmaktadır? Kemalistlerin ya da Cemaatin diliyle (çünkü AKP veya Cemaat da Kemalistlerin devleti ele geçirmişliğinden şikayet etmektedir.) konuşmakta ve tartışmaktadır.
Ayrıca bu taleplerin ileri sürülmesi ve tartışmanın cemaat olmaya ve cemaatlerin ele geçirmesine değil, merkezden tayinlerle ele geçirilebilir olma özelliğine, bizzat bu merkezi devletin bu gerici ve anti demokratik yapısına çekilmesi, “cemaat”in veya politik İslam’ın, yani burjuvazinin ve bu kesiminin, demokratik olmayan özelliklerini en iyi biçimde gösterir ve onun oyununu bozar. Bütün bu çatışmayı aynı zamanda sınıfların mücadelesi ile açıklamış olur.
Mahir Sayın arkadaşımız ise, babasının komiser olduğundan ve hangi mantıkla hareket ettiğinden yola çıkarak Avcı’yı savunur duruma düşüyor ve ondan sonra da bir de Avcı’yı savunur duruma düşmekten şikâyet ediyor. Kendi düşen ağlamaz!
İşte en doktriner sayılabilecek hareketlerden biri olan Kurtuluş’un önde gelen teorisyenlerinden altmışından sonra “Sınıf”ı keşfeden, “hayır”cı sevgili Mahir Sayın arkadaşımızın durumu böyle.
*
Adaletsiz davranmayalım ve “Hayır”cı sevgili Mahir sayın’dan sonra, “yetmez ama evet”çi sevgili Doğan Tarkan’a gelmeden, bizim gibi “boykot”çu sevgili Ertuğrul Kürkçü arkadaşımızı atlamayalım.
Bütün bu yukarıda yazdığımız biçimsel özellikler aynen Ertuğrul Kürkçü’nün yazılarında da görülebilir.
Bir zamanlar Ertuğrul Kürkçü, örneğin 12 Eylül geldiğinde hapishanede, hücrelerde, bu rejimin karakteri üzerine “Faşizm mi, Askeri Diktatörlük mü, Bonapartizm mi, Tiranlık mı, Kemalist Diktatörlük mü?” diye tartışmalar yapıldığı “o eski ve güzel” zamanlarda, hapishanelerin o fizik olarak en zor koşullarında bile onlarca sayfalık “Bir Siyasi Hükümlünün Notları”nı yazarak, bin bir güçlükle dışarıya çıkararak bu tartışmalara katılırdı.
Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy” derler. Sevgili Ertuğrul Kürkçü arkadaşımız da “Marksizmin Marksist Eleştirisi” gibi “Marksizmin eleştirilerini” değil “Marksizmi” okuduğundan olsa gerek, kalın kitaplarla uğraşmıyor ve artık “politik analiz” ve “Söyleşi” biçimleriyle faaliyet yürütüyor.
Çalıştığı Bianet’teki yazıları aynen teorisyeni ve önderi olduğu politik Sosyalist Emek Hareketi’nin organlarında da yayınlanıyor. Ya da orası için yazdıkları Bianet’te de. Bu özdeşlik bile durumun vahametini gösterir kanımca.
Bu anlamda, Radikal İki veya Her Taraf veya Yeni Harman veya Post Express gibi yine “solun teorik tartışma organları” arasında sayılabilir, Ertuğrul Kürkçü’nün ekmeğini kazandığı Bianet de. (Doğrusu yabancılaşmamış emek oranı yüksek böyle bir işi Allah her kuluna nasip etmeli, Sevdiğiniz uğraş, ekmeğinizi kazandığınız iştir.)
Sosyalist Demokrasi adlı sitede, Ertuğru Kürkçü’nün “Sosyalistleri Kişiliksizleştirme Komplosu” (Metnin içinde “Hanefi Avcı ve Sosyalistleri kişiliksizleştirmek için bir komplo” olarak geçiyor! Metindeki Avcı başlıkta av olup yutulmuş anlaşılan.) olarak yayınlanan yazının altında “Ertuğrul Kürkçü’nün 21 Eylül komplosuna ilişkin görüşleri söyleşi biçiminde alındı. Başlık Sosyalist Demokrasi tarafından eklendi” yazıyor. (Yani yine aynı biçimler: hem “politik analiz” hem de yine biçim olarak “söyleşi” veya söyleşiden oluşturulmuş “köşe yazısı”.)
İçeriğine hiç girmeyelim. “Sosyalistleri kişiliksizleştirme” ne demek? Bir sosyalist sorunu bu kavramlarla mı tartışmalı?[6]
Kişilik başkalarının komplolarıyla değil, kişilerin kendi davranışlarıyla ortaya çıkar ya da yokmuşa döner.
Sorunu “kişiliksizleştirme” olarak koymak bizzat sosyalistlerin kendini “kişiliksizleştirmeleri”nden başka bir şey mi ki?
Sizin duruşunuz sağlam temellere sahipse, sağlam bir stratejiniz varsa, gereken taktik esnekliklere de bir parça dikkat ederseniz, size yönelik en büyük “kişiliksizleştirme” operasyonları bile tersine döner, sizi kişiliksizleştirmeye çalışanların kişiliksizleşmeleriyle sonuçlanır.
Ama sorunu kişiliksizleştirme gibi kavramlarla tartışmanın kendisi bir kişiliğin yitirilmesiyle, yani sosyalist ve demokratik hedef, program ve stratejilerin yok oluşuyla sonuçlanır.
En büyük “kişiliksizleştirme” Abdullah Öcalan’a uygulandı. Uçakta gözlerinin açtığında söylediklerinden İmralı’da mahkemedeki savunmalarına kadar her şey müthiş bir “Kişiliksizleştirme” operasyonu değil miydi? Ne oldu? Öcalan’ın yaptığı stratejik dönüş ve orada sağlamca durması, bu operasyonu tersine çevirdi. Bugün Türkiye’yi fiilen Öcalan yönetiyor. O zamanlar bu iş bitti diyenler, şimdi Öcalan’a yöneltmiş bulunuyorlar bir kulaklarını.
Sorunu cemaatlere değil, “cemaat”lerin kayırmacı etkisine ve mücadelesine uygun yapıya yöneltip, bu fırsattan yararlanarak devleti ve onun yapısını gündeme getirip tartışmaya sokmuyorsan veya bunun yerine kişiliksizleştirme operasyonlarını bozmaktan söz ediyorsan, zaten kendini kişiliksizleştirmişsin demektir. Kimse seni kişiliksizleştiremez sen öyle davranmadıktan sonra.
*
Şimdi bu zamanın ruhunun Marksizm 2010 “festivali”[7]ne nasıl yansıdığına bakalım.
Marksizm, yani Tarihsel Maddecilik, yani Diyalektik Sosyoloji, yani Toplum denen varoluş biçiminin, varoluş sürecinin değişimini ve hareketini inceleyen bilim, kendisine Marksist diyenler ve Marksizm adına festivaller, düzenleyenler için bile artık konu olmaktan çıkmıştır.
Bir olguyu, olayı vs. Marksist yöntemle ele alıp açıklamak ve ona göre davranış koymak, zaten bir Marksist’in her zaman yapması gereken bir şeydir. Su içerken, uyurken, soluk alırken bile bir Marksist, verili durumda ezilenlerin kurtuluşuna azami katkının nasıl ve hangi davranışla yapılabileceğine göre düşünüp davranır. Bu işin alfabesidir. Dolayısıyla Marksist yöntemle bir düşünce veya davranışı ele almak veya öyle davranmak özel bir gündem, festival veya sempozyum veya konferans konusu olmaz ve olamaz. Marksizm gerektiğinde cepten çıkarılıp kullanılan ve ondan sonra kılıfına sokulup tekrar cebe koyulan bir gözlük değildir.
Yani diyelim ki, a veya b konusunda bir toplantı, bir tartışma vs. var. Bir Marksist’in görevi o konuda Marksist’çe bir tavır almaktır. Ya da Marksist’ten böyle davranması beklenir. Ama böyle bir konuda elbette Marksistlerin yanı sıra Marksist olmayanlar da olacaktır. Zaten Marksist’in görevi Marksist olmayanların ne gibi yanlışlar, metodolojik hatalar yaptıklarını göstererek o yanlışlar ile belli bir egemenliği veya çıkarı savunma arasındaki ilişkiyi göstermektir.
Ama Marksizm adlı bir konferans veya festival ya da başka bir şey düzenleniyorsa, yani konunun kendisi Marksizm ise, bu kendiliğinden ve otomatik olarak, Marksizmin kendisi üzerine bir toplantı anlamına gelir.
Yani konusu Marksizm olan bir toplantı veya tartışma veya “festival”de Marksizm’in sorunları görüşülecek demektir: Marksizmi ve onun sorunlarını sorun edenler de elbette Marksistler olur ve Marksistler de Marksizmi Marksist olarak ele almalıdırlar her şey gibi.
Peki, bu Marksizm “festival”inde öyle mi? Hayır.
Örneğin, toplantının en Marksist gibi görünen “Kemalizm, Stalinizm ve Türk Solu” konusunu ele alalım.
Bu konuda pek ala, bir liberal, bir pozitivist, bir Stalinist, bir Kemalist de bir şeyler söyleyebilir. Marksist’in görevi bu kavramları, bunların ilişkilerini Marksist bir yöntemle ele alıp diğerleri karşısındaki alternatif açıklamayı sunmak olabilir.
Ama böyle bir konu, Marksizm üst başlıklı, Marksizm’in sorunlarının tartışıldığı bir toplantısının konusu olamaz.
Marksizm başlıklı, Marksizm’in sorunlarını sorun eden bir etkinlikte, örneğin Marksist teoride Rejim biçimlerine veya ideolojilere ilişkin kavramlar ve bunların iç tutarlılığı ve gerçeklikle ilişkisi ve bunun sorunları vs. gibi konular tartışılabilir.
 “Türkiye Kutuplaşıyor mu?”;Azınlıklar Nasıl Azınlık Oldu?”;Barışa Ne Kadar Yakınız?” gibi bütün tartışma konuları, konusu Marksizm olan bir “festival”in konuları değil; örneğin “Türkiye’de Demokrasi Mücadelesi ve Sorunları” gibi bir “festival”in konuları olabilirler.
Diğer başlıklar da öyledir. Türkiye yerine Dünya koyulabilir. Fark etmez.
Marksizm başlıklı bir “festival”in konusu Marksizm olur. Dolayısıyla, Türkiye’nin veya Dünya’nın değil, Marksizm’in sorunlarının tartışılması gerekir.
Ve elbette ki Marksizmi ve onun sorunlarını sorun edenler elbette Marksistler olabileceğinden, bütün konuşmacı ve tartışmacıların en azından Marksist olması beklenir.
Görüldüğü gibi, Marksizmin sorunları değildir bu “festivalin” dolayısıyla da Doğan Tarkan’ın ve DSİP’in sorunları.
Onların sorunları Türkiye’nin sorunlarıdır.
Türkiye’nin sorunları Marksistlerin sorunları olamaz mı? Elbette olabilir ama o zaman da bunları öyle bir başlık altında tartışmak gerekir.
Türkiye’nin veya Demokrasi mücadelesinin sorunlarını Marksizm’in sorunlarıymış gibi bir başlık altında tartışmak, aslında sıradan, kaba milliyetçi bir problematiği, (çünkü Türkiye’yi ve ondaki demokrasi mücadelesini sorun etmek, Türk ulusunun çıkarlarının en iyi nasıl savunulacağını soru etmektir özünde)  Marksizm’in bir sorunuymuş gibi koymak olur.
Ama Türkiye veya Demokrasi mücadelesinin sorunlarını Marksizm’in sorunları gibi tartışmak ve prezante etmek, aslında Marksizm’e karşı bir tahrifat, bir ideolojik mücadele demektir.
Çünkü Marksizm bir bilimdir ve bilimlerin ulusu olmaz. Hâlbuki tartışılan konuların hepsi bir ulusun sorunlarını çözmeye yöneliktir. Bu fiilen Marksizm’in sorunlarını gündemden düşürüp bir ulusun sorunlarını gündeme almaktır; Marksizm’in sorunlarını ve bunlar üzerine tartışmayı, gündemden düşürmek, bir susuş kumkumasına getirmektir.
Ve daha da kötüsü bunu Marksizm başlığı altında yapmaktır.
Çünkü ideolojik egemenliğin özü verilen cevaplar değil, sorulan sorulardır. İdeolojik egemenlik neyin tartışıldığında ve tartışılmadığında ortaya çıkar.
Bu davranışlarıyla arkadaşlar aslında artık bir Marksist değil, birer milliyetçi olduklarını fiilen ve zımnen itiraf etmiş oluyorlar.
DSİP ve Doğan Tarkan, Marksizm’in sorunlarını gündeme almayarak, gündemden uzaklaştırarak; Türkiye’nin ve Türkiye’deki Demokrasi mücadelesinin sorunlarını Marksizm’in sorunlarıymış gibi gündeme alarak tam da milliyetçiliğin ve milletlerin ideolojik hegemonyasının basit bir aracı haline gelmektedir.
*
Peki, Marksizm’i tartışsaydı neleri tartışmak zorunda olurdu?
Bu sorunun cevabıyla daha iyi anlaşılabilir nasıl egemen ideolojinin bir koç başı işlevi gördükleri.
Türkiye’nin veya Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin sorunları var da Marksizm’in sorunları yok mu?
Aksine bir yığın yüz elli yıldır birikmiş sorunu var. Ve aslında, demokrasi mücadelelerinin ve sosyalizm mücadelelerinin bu günkü cılızlıklarının ve açmazlarının kökeninde de tamı tamına bu sorunlar var.
En bilinen genel olarak Marksistler arasında kabul görmüşlerden başlayalım.
1)      Yapı ve Özne çelişkisi. Yani Marksizm’in temel metinlerinde (Önsöz ve Manifesto, Üretici Güçler-Üretim İlişkileri ve Sınıflar) devrimi açıklarken iki farklı açıklama ilkesine dayanması ve bunların birbiriyle çelişkisi. Bu tıpkı, Genel Görecelik ile Kuantum fiziğinin çelişkisi gibi bir çelişkidir Marksizm’de. Bu çelişki ve bunu çözmek için teorik ve kavramsal çerçeve önerileri, Marksizm üzerine bir konferans veya haydi biz de “festival” diyelim, gündemi olabilir.
2)      Dünyadaki Marksistleri çoğu, Marksizm’in bir Üstyapılar teorisi olmadığını söylemekte ve kabul etmektedir. Örneğin bu bir konu olabilir.
3)      Dünyada dinsel akımlar ve onların politik parti olarak örgütlenmişlikleri var ve politik mücadelede çok önemli bir yer kaplıyorlar. Marksizm’in din kavramı, teorisi ve politik İslam vs. bir konu olabilir
4)      Örneğin, büyük harflerle bir Marksist ekonomik kriz teorisi yoktur. Bu alandaki girişimler ve bunların sorunları bir konu olabilir.
5)      Marksist bir ulus teorisi yoktur. Bu alandaki girişimler ve bu teorik sorunlar.
Bütün bunlar uzatılabilir. En genel ve temel olanlardan (Yapı ve Özne) çok spesifik olanlara kadar (Örneğin Avustralya’da neolitik devrimin hiçbir zaman gerçekleşmemesinin nedenleri ve bunun Marksist evrim kuramı bakımından ortaya çıkardığı sorunlar gibi) bir yığın konu gündeme gelebilir.
Ama bütün bu konularda esas olan, Marksizm’in kavramlarının dakikleştirilmesi, geliştirilmesidir.
İşte bütün bu ve benzeri konuların hiç birisi yoktur bu Marksizm başlıklı etkinlikte[8].
Esas korkunç olan budur. Ama bu korkunç olanın kimse tarafından korkunç bulunmaması ve bütün korkunçluğun “yetmez ama evet[9]” gibi, son duruşmada “taktik” düzeyde sayılabilecek bir ayrım üzerinde yoğunlaşılması daha da korkunçtur.
Şunu hiç akıldan çıkarmamak gerekmektedir, Marksizm’in bu sorunları çözülmeden ne demokrasi ne de sosyalizm mücadelelerinde bir ilerleme olması mümkün değildir. DSİP veya Doğan Tarkan’ların yaptığı gibi, bu yokmuşçasına davranmak, kısa vadeli ve kolay başarıların peşinde koşmaktan, yanlış hayaller yaymaktan başka bir anlama da gelmez. Demokrasi mücadelesi ise ancak bu hayaller yitirildiğinde kazanılabilir.
*
Ve konu Marksizm olmayınca, Türkiye ve Demokrasi olunca, sadece tartışma konuları değil, tartışmacılar da değişiyor otomatikman.
Artık Marksistlerin yerini, bu amaçları paylaşanlar alıyor.
Ve bu paylaşanlar içinde neredeyse demokratlar bile yok, liberal kategorisine girebilecek olanlar bulunuyor.
Başlığı Marksizm adlı bir toplantıda tıpkı Marksizm ve sorunları gibi Marksistler de bulunmamakta, ama Bejan Matur’lar, Ferhat Kentel’ler, Cemil Ertem’ler vs. bulunmaktadır.
Liberal yeni öz hala eski biçimin kabuğu içindedir.
Yakında o kabuğun da kırıldığı görülürse kimse şaşırmamalı.
Marksizm başlığı, yani bu “kabuk” da artık bir yüktür.
Toplantılar artık “ismiyle müsemma” değildir. “Zarf ile mazruf” çelişmektedir.
Gerisi sadece bir zaman sorunudur.
Bu muhtemelen son Marksizm başlıklı toplantı olabilir.
Ve böylece Marksizm toplantılarının son bulması bir kez daha Marksizm’in doğruluğu ve metot gücünü kanıtlar.
Ne diyordu Marks?
Üretici güçler gelişmelerini belli bir aşamasında o güne kadar içinde geliştikleri üretim ilişkileriyle çelişkiye düşerler….
Üretici güçler yerine, dayanılan toplumsal tabakalar, programlar, ideolojiler, yöntemler vs. getirilebilir. Üretim ilişkileri yerine de, biçimler, söylemler, terminolojiler vs.
Yeni öz kendine uygun biçimleri bir şekilde bulacak ve eski kabuğu kıracaktır.
Aslında yukarıda görüldüğü gibi, yayın organları, yazı biçimleri vs. içinde bu çoktan gerçekleşmiş bulunuyor.
*
Peki, bir Marksist’in Türkiye’deki demokrasi mücadelesi veya Türkiye’nin sorunları konusunda söyleyeceği sözü yok mudur?
Elbette vardır ve bunları zaten yıllardır yazıyoruz. Ve bizzat bu yazı da aynı zamanda bu konuda söylenen bir söz, verilen bir cevaptır.
Bu vesileyle, bu Marksizm “festivali” öncesinde ve sırasında, zaman ve güç buldukça, bir Marksist olarak, o festival programındaki tek tek konularda da kendi görüşlerimizi yazacağız. O konularda eskiden yazdığımız yazılarımızı yayınlayarak liberallerle, kendi topraklarında, onların istedikleri koşullarda da savaşacağız.
Kıytırık ulusalcılarla uğraşacaklarına haydi gelsinler de bizimle uğraşsınlar.
23 Ekim 2010 Cumartesi
Demir Küçükaydın

Not: Marksizm 2010’un konuyarından biri olan “Stalinizm, Kemalizm ve Türk Solu” üzerine yazdıklarımız “Marksizm 2010 İçin Hariçten Gazeller” başlığıyla bir derleme kitap olarak şu adreste bulunuyor:
Okunabilir ve indirilebilir




[1] “Doğan Tarkan’la kırk yılı aşkın bir zamandır tanışırız, arkadaşımdır. Yollarımız zaman zaman kesişti de.
İkimiz de TİP’liydik. Sonra biz TİP içinde MDD’ci muhalefeti oluşturduk. Doğan, “sosyalist devrimci” saflarda kaldı. Yarılma’da da yazmıştım. Bence bize göre daha doğru bir yerdeydi o zaman.
Doğan, 1970’li yıllarda “Kurtuluşçu” oldu. Belki bugünkü gençler bilmiyor olabilir. “Kurtuluş”, Mahir Çayan’ın önderliğini yaptığı THKP-C hareketinden ortaya çıkmıştı. Yani bu hareketin bir kesimi, 1970’li yıllarda “Kurtuluş” hareketi olarak örgütlendi. Aynı hareketin en kalabalık kesimini oluşturan “Dev-Yol”la silahlı çatışmalara bile girdi “Kurtuluşçu”lar. O zaman “Çinci”, “Sovyetçi” ayrılığı solu bıçak gibi ikiye bölmüştü. “Kurtuluş” hareketi “Sovyetçi” kesime daha yakındı.
1980’li yıllarda Doğan Tarkan İngiltere’ye gitti ve orada siyasi mülteci olarak bulundu. Buradayken büyük bir değişim geçirdiği anlaşılıyor. İngiliz solunun en büyük partisi olan, Tony Cliff’in önderliğini yaptığı Socialist Workers Party’e katıldı. Bu parti yarı-Troçkist bir partiydi. Troçkist gelenekten gelmekle birlikte, Sovyetler Birliği’ni, 1930’lardan itibaren “bürokratik kapitalist” olarak nitelemesiyle Troçkistlerden ayrılıyordu. Anlaşılan, Doğan Tarkan da süreç içinde Sovyetler Birliği konusundaki fikirlerini değiştirmişti.
Doğan Tarkan, İngiltere’de bulunduğu süre içinde, SWP’nin Türkiye seksiyonu olarak görülebilecek bir hareketi örgütledi ve önderliğini yaptı: “Sosyalist İşçi”.
Doğan, 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’ye dönüş yaptı ve aynı hareketi Türkiye’de fiilen örgütlemeye girişti ve sonunda, bu hareket, Türkiye’de Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) olarak vücut buldu. Partinin fiili başkanı Doğan mı şu anda bilmiyorum ama değişmez ve değiştirilmez lideri olduğu muhakkak. Tony Cliff de ölünceye kadar SWP’nin değişmez lideriydi, aşağı yukarı bütün komünist partilerinde olduğu gibi.
DSİP ve Doğan Tarkan, İngiltere’de SWP’nin izlediği çizgiye benzer bir çizgi izledi. Bu parti, her seferinde Labour Parti’ye oy verilmesini savunmuş ve onun “sol” kanadı olmayı amaç edinmiştir. Türkiye’de Labour partinin rolünü oynayacak bir parti yoktu ama iktidarı ele geçiren muhafazakâr-sağ bir parti vardı: AKP.
Nasıl SWP, işçiler lehine bazı uygulamalar yapma olasılığını ileri sürerek “solcu” Labour’u desteklemişse, DSİP de AKP’nin “vesayet rejimiyle” mücadele edeceği umuduyla sağcı AKP’yi desteklemiştir.(…)” Gün’ün 60’lı yıllara ilişkin söyledikleri bizleri değil kendini anlatıyor ve kanımcayanlış ama bu konumuz bakımından burada önemli değil

[2] Ben o döneminde, tertipledikleri Sosyalist Forum’larda tanışmıştım örneğin. Toplantılarda, ben yabancılar sorunu, siyahlar sorunu, ekoloji sorunu, Yeni Sosyal Hareketler, bunların yol açtığı teorik ve örgütsel sorunlar vs. dedikçe, bunları gündeme getirip tartışmanın sınıfdan kaçma ve uzaklaşma olduğu yollu eleştiriler yaparlardı. Her konuşmalarının sonunu “işçi sınıfına gidelim” diye bağlarlardı. Bu öylesine her derde deva ebegümeci idi ki dillerinde, bir toplantıda birisi dayanamayıp “hayır arkadaşlar işçi sınıfına gitmiyoruz, gitmeyeceğiz” diye isyan etmişti.
Şimdi tasavvuru güç gelebilir genç kuşaklara ama örneğin bana Troçkist olduğum için saldırırlardı. Ne var ki, o forumlarda benim savunduğum ve tartışmak istediğim görüşler ise “klasik” Troçkist görüşler değildi ve tam da böyle olduğu için Troçkistler tarafından da Troçkist olarak görülmezdim.
[3] Bu yönde, ortak bir dergi çıkarılması yönünde yaptığımız çeşitli öneriler hep yankısız kaldı. Çünkü kimsenin söyleyecek sözü yoktu.
[4] Doğan Tarkan’ın söyleşisinden beri, yine Zaman’ın da en azından solun bir kesimi için böyle bir noktaya terfi etmesi olasılığı bulunmaktadır.  Bejan Matur Marksizm başlıklı bir toplantıya konuşmacı olarak davet edildiğine göre olmayacak şey değil.
[5] Küçük silahlı radikal hareketler Mahir’in ikinci döneminin devamcısı sayılabilirler. Dev-Yol’un ise o geleneği bayraklaştırmış olmasına rağmen o gelenekle bağı neredeyse yok gibidir. O aslında 74 sonrasında ortaya çıkmış, şehir orta sınıflarındaki radikalleşmeyi yansıtan ve faşistlere karşı öz savunma ihtiyacının ortaya çıkardığı başka bir harekettir.
[6] Bu “kişiliksizleştirme” kavramı da yine egemen medyadaki “itibarsızlaştırma” ile akraba. Egemen medya bu kavramla tartışıyor andıçları veya Avcı’nın kitabını vs. Mahir Sayın’ın söyleşilerinin sunuşlarında da bu kavram geçiyor bir çok yerde. Bizim yıllardır Psikolojik Savaş dediğimiz. Bu “itibarsızlaştırma” veya “Kişiliksizleştirmenin” en büyük hedefi ise Kürt özgürlük hareketi, PKK ve Öcalan olmuştur.
[7] Bu “festival” kavramı da  yine “Zamanın ruhu”na uygun. “Sempozyum”, “tartışma”, “açık oturum”, “Konferans” gibi kavram ve biçimler çok “asık suratlı” bulunuyor olsa gerek. Zaman’daki söyleşisinde D. Tarkan “yumruk” sevimsizdi değiştirelim diyordu. Aslında bu değişiklik “Festival” kavramıyla çoktan başlamış bulunuyor.
Ancak, burada bilinmeyen ve anlaşılmayan eski ama her zaman taze bir derinden işleyen yasa vardır. “Yumruk” ve “Festival” aynı madalyonun iki yüzüdür. Dün yumruk gibi devrimci aksesuarlara veya sembollere ihtiyaç duyanlar bu gün de “festival” gibi kavram ve tanımlamalara ihtiyaç duyarlar. Daima bugünün “festival”cileri dünün “yumruk”çularıdır. Ya da tersine, bu günün festivalcileri, ilk radikalleşme ve politikleşme dalgasında yine en hızlı yumrukçular olurlar.
DSİP’in hikayesi, aslında eski ama hep yeni, bu hikayenin yeni bir versiyonundan başka bir şey değildir. Bir uçtan bir uca. Bir zamanlar, bu arkadaşları 1918 senesine bile getiremezdik tartışmalarda. 1917 devrimi ve  “İşçi Sınıfı” der dururlardı. Hiç bir başka sorunu gündeme almazlardı.
Bir özeleştiri metodolojik temellere dayanmayınca, kökten bir eleştiri olmayınca hep böyle yüzeyde, bir uçtan diğer uca savrulmalara yol açar. Bu savrulmalar aslında metodolojik düzeyde değişmeyen özün görünümleridirler. Ve bütün bunların temelinde de, Ekonominin Sınıflar, Sınıfların Politika, Politikanın politik partiler, Politik partilerin kitle ile ilişkisini vs. tek yanlı, mekanik ele alışlar yatar.
[8] Bu konularda sadece bu etkinlikte değil, genel olarak Marksist’in diyen Türkiyelilerde hemen hemen hiçbir şey yoktur. Yani Marksizm’in sorunları Marksistlerin sorunları olmaktan çıkmıştır artık. Bu konuları konu edinen neredeyse sadece bizim yazı ve kitaplarımızdır. Bu da bir rastlantı değildir. Çünkü bu konuları tartışmaya, yani Marksizm’i ve onun sorunlarını sorun yaptıkları an bizim tartıştıklarımızı tartışmak zorunda kalırlar ama bu aynı zamanda başka bir gündemin başa alınması, bir suskunluğun bozulması anlamına gelir.
[9] “Yetmez ama evet” bugün taktik bir ayrılık değildir. Çünkü, bizzat Marksizm adlı toplantının konularının gösterdiği gibi, artık Demokrasi ya da Türkiye’yi esas sorun edinen, amaçları farklı bir çizgidir bu. “Yetmez ama evet”de yansıyan artık taktik bir ayrılık değil, programatik ve stratejik bir ayrılığın taktik bir ayrılıkmış gibi ortaya çıkmasıdır. “Yetmez ama evet”i eleştirenlerin çoğu kendileri de, Türkiye ve Demokrasiyi sorun edenlerdir. Bunların arasındaki ayrılıklar taktikseldir veya stratejiktir. Yani Türkiye ve Demokrasiyi hedef almakta ama farklı stratejiler izlemektedirler. Biz ise bunların ikisiyle de ayrıyız.

Hiç yorum yok: