4 Eylül 2013 Çarşamba

Nişanyan’ın “Din ve Akıl Semineri”ne Hariçten Gazeller (2) - Yanlış Anlamaları Önlemek İçin Başlangıç Notları

Nişanyan’ın “Din ve Akıl Semineri”ne yapılan ilk başlangıç eleştirisini Sayın Nişanyan nezaket göstererek Facebook’taki sayfasında paylaştı.
Gerek paylaşırken kendisinin koyduğu not, gerek sonradan birçok okuyucunun yazdıkları notlar, birçok önyargı ve yanlış anlama olduğunu gösterdi. Eleştirinin özünün kaybolmaması ve gereksiz yan yollara sapmaması için, yanlış anlamaları gidermek, önce “mıntıka temizliği” yapıp alanı “molozlardan” temizlemek gerekiyor. Bu yazıda kısaca bunu deneyelim.
*
Birincisi, Sayın Nişanyan’a eleştiri Nişanyan’ın kişiliği ile ilgili değildir.
Çünkü genellikle birisinin görüşleri eleştiriliyorsa bu ona bir düşmanlık gibi kavranmaktadır. Kimi yorumlarda görüleceği gibi, kimi hayranları ya da okurları eleştiriyi böyle kavrama eğilimi göstermişlerdir.
Nişanyan şahsen çok değer verdiğim, bu çorak topraklarda benzerine nadir rastlanan, çok yönlü, yaratıcı, enerji dolu, provakatif ve daha burada saymakla tükenmeyecek özelliklere sahip bir kafadır.

Verdiğimiz değeri geçmiştin iki örnekle hatırlatalım.
Kendisinin yazılarını, yine kendisinin izniyle, yöneticiliğini yaptığımız Köxüz sitesinde yayınlamış ve siteye yazar yapmıştık.
Daha sonra Nişanyan’ın “Kelimebaz”ını örnek alarak ve onu sürekli hatırlatmaya yönelik bir gönderme olarak, “Kavrambaz” başlığı altında, maalesef gerisini getiremediğimiz bir yazı serisine başlamıştık[1].
Tam kendisine çok değer verildiği için Nişanyan bir örnek olarak seçilmiş bulunuyor.
Yani eleştiri hallacın sevdiği keçeyi yerden yere vurması gibi görülmelidir
Nişanyan’ın dile getirdiği ve eleştirisi konusu olan din konusundaki yaklaşımı sadece kendisine has değildir. Çok yaygındır. Elbet bu yaklaşımı eleştirmek için aynı veya benzer görüşleri savunan başka örneklerden biri de seçilebilirdi. Ancak onların eleştirilen yaklaşımı Nişanyan gibi kaliteli biçimde savunamayacakları ihtimali çok daha yüksek olduğu için Nişanyan bir örnek olarak seçilmiş bulunuyor.
Yani eleştirilecek görüşü onu toyca savunanların yapabileceklerin hatalardan arındırmak için de Nişanyan seçilmiş bulunuyor.
*
İkincisi, eleştirimizin, Nişanyan inancı, dini veya Allah’ı küçümsüyor, onlara hakaret ediyor vs. gibi yaygın yaklaşım ve eleştirilerle ilgisi yoktur.
Biz hem herkesin ve de Nişanyan’ın bu hakkını hukuki olarak savunuyoruz; hem de bu yöndeki provakatif girişimlerini siyasi ve entelektüel bakımdan çok değerli buluyoruz ve destekliyoruz. (Örneğin “Nişanyan’ı Savunmak ve “Türklüğe, Müslümanlığa Hakaret” Hakkı” diye yazı[2] yazmıştık.)
Ama bir düşünce veya davranışın hukuki veya siyasi olarak doğru, yerinde olması veya hak olması, ille de onun bilimsel olarak doğru olduğu anlamına gelmez.
Fikir ve inanç özgürlüğü bir hak olarak savunulmalıdır. Bu özgürlükçü anlayışın yerleşmesi için elbette inanç ve aklı veya din ve bilimi zıtlık içinde ele alan tartışmalar, seminerler, kitaplar vs. yapılmalı veya yazılmalıdır. Nişanyan kendisini riske de atarak bunları yapıyor. Bu yönden bir sorun yoktur. Ve Türkiye gibi bir ülkede özellikle desteklenmelidir.
Biz onun, hukuki ve politik olarak doğru yaptığının veya hakkı olduğunun içeriğinin bilimsel olarak yanlış olduğunu savunuyoruz.
Biz Nişanyan’ı tam hiç kimsenin eleştirmediği ve eleştirmeyi aklına getirmediği noktadan eleştiriyoruz. Eleştirimizin özü, kendisinin sorunu “Din ve Akıl” olarak koymasının bilimsel olmadığı noktasındandır. Yani eğer kendisinin ifadesiyle ifade edersek, Nişanyan’ı, “dini önyargılara” sahip bir dindar” olmakla eleştiriyoruz diyebiliriz.
*
Bilim demek her şeyden önce kavramsal düşünme demektir. Bilimsel “ilerleme” demek kavramların ayrışması, netleşmesi, dakikleşmesi, içerik ve anlamlarının değişmesi demektir.
Biz bir “Kavrambaz” olarak “Kelimebaz”ın kavramlarını anlamaya, dakikleştirmeye çalışalım. Bakalım ne diyor?
Nişanyan, yazıyı paylaşırken şöyle bir ön not koymuş:
“Sevgili Demir Küçükaydın seminere katılamayacağını bildirmiş, onun yerine bir makalesini paylaşmamı rica etmiş.
Buradaki görüşe katiyen katılmadığımı vurgulayarak paylaşıyorum. Kapitalizm kel alaka? Tarihte dinî önyargılara gelmiş geçmiş en büyük darbeyi vurmuş olan sistemle neden mücadele edecekmişiz, anlamadım. Ayrıca imanla akıl ve fikir düzeyinde mücadele edilmez ne demek? Bal gibi edilir. Akıl ve fikirden güçlü silah mı var?”
Benim bunları söyleyip söylemediğim ayrı konu ama şu an konuyu dağıtmamak için bunların önemi yok. Konuyu farklı soyutlama düzeylerinde ele almamız gerekiyor. Birçok yanlış iç içe olunca, farklı yanlışları analiz edebilmek için, diğer yanlışları yok saymaktan başka bir yol yoktur.
Sayın Nişanyan’ın yukarıdaki kısa notunu analiz ederek işe başlayalım.
*
Nişanyan’da “Dini önyargılar” ve “İman” ile “akıl ve fikir” bir zıtlık içinde ele alınmaktadır.
Seminer’in konusunu da hatırlayalım: “Din ve Akıl”.
Şimdi bu kullanımlardan hareketle Nişanyan’ın kafasında bir tarafta: “Din”, “İman” ve diğer tarafta “Akıl” olduğunu, kendisinin aklı savunduğunu düşündüğünü söyleyebiliriz.
Ama bu akıl aynı zamanda bilim, yani kanıtlara dayanan bilgi anlamında da kullanılmaktadır.
Yani bir tarafta kanıtlara dayanma gereği duymayan iman, din; diğer tarafta kanıtlara, mantıki çıkarsamalara dayanan akıl ve bilim vardır.
Yani seminerin başlığı pek ala Din yerine İman koyularak “İman (İnanç) ve Akıl”; Akıl yerine Bilim koyularak “Din ve Bilim” de olabilirdi. Bunları benzer anlamlarda alıp kullanmaktadır Sayın Nişanyan.
Bu kısa açıklamadan sonra şimdi biz bir “Kavrambaz” olarak “Kelimebaz”ın kavramları üzerine biraz düşünmeye başlayalım.
Ama bunun için önce, kavramların hangi türden kavramlar oluşu üzerine bir kısa giriş yapmak gerekiyor. Bu ön açıklama olmadan yapılacak eleştiri anlaşılamayabilir.
*
Birincisi farklı varoluş biçimlerine ilişkin olgu ve kavramların sırf kelime benzerlikleri veya yanlış anlamalar nedeniyle tamamen farklı bağlamlarda kullanılmaları vardır. Çok bilinen klasik örnek, “Materyalizm”dir. Materyalizm, Felsefi, Sosyolojik ve Etik olarak üç farklı alana ilişkin üç farklı kavramdır.
Felsefi olarak, bizim dışımızda evrenin var olduğunun, onun bizim zihnimizde yarattığımız bir şey olmadığının kabulüdür. Bu, Einstein’ın dediği gibi her bilimsel düşüncenin temelidir.
Sosyolojik olarak Materyalizm, düşüncenin varlığı değil, varlığı düşünceyi belirlediği, halk bilgeliğiyle ifade edersek, insanın kulübede başka sarayda başka düşüneceğidir. Yani Marksizm'in savunduğu temel önermedir. Bütün Marksizm bu temel önerme üzerinde yükselir.
Ahlaki bir kavram olarak Materyalizm ise,  yine halkın deyimiyle “maddiyata değer verme” anlamındadır.
Dikkat edilirse oldukça birbirine yakın gibi görünen ama çok farklı kategorilerden kavamlardır bunlar. Örneğin Marksistlerin çoğu Felsefi ve Sosyolojik olarak Materyalist olmalarına rağmen, ahlaki bakımdan idealisttirler. Felsefi ve sosyolojik idealistler ise ahlaki olarak genellikle materyalisttirler.
Tabii bu çok kolay ve bilinen bir örnek, ama her zaman bu kadar bilinen ve yaygın bir kavrayış yoktur. Özellikle din, iman, bilim ve akıl gibi kavramlar söz konusu olduğunda.
Ama oraya ve Nişanyan’ın söylediklerine geçmeden önce yanlış kavrayış ve karıştırmanın yaygınlığını göze batırmak için, bir örnek daha verelim. Herkesin ne olduğunu bildiğinden şüphelenmediği İnsan kavramını ele alalım.
Çoğumuz İnsan’ı hepsi aynı kapıya çıkan şu biçimlerde tanımlayabiliriz: sosyal hayvandır, düşünen hayvandır, gülen hayvandır, yemek pişiren hayvandır, giyinen hayvandır, vs., vs..
Hepimiz toplumun insanlardan oluştuğunu düşündüğümüzden, İnsan kavramının sosyolojik bir kavram olduğunu zannederiz örneğin.
Sadece biz sıradan ölümlüler değil, dünyadaki bütün sosyologlar da öyle düşünürler neredeyse. Herhangi bir sosyoloji kitabını alın giriş bölümüne veya sosyolojinin konusuna ilişkin söylediklerine bakın, sosyolojinin, insanlar arası ilişkileri (Toplumu) ele aldığını söylediğini görürsünüz. Yani neredeyse bütün sosyolojiler yukarıda tanımlanmış anlamıyla insan kavramına dayanırlar. Ve bu kavramın sosyolojik bir kavram olduğundan hareket ederler.
Hâlbuki yukarıdaki tanımların hepsi (sosyal hayvan, alet yapan hayvan, düşünen hayvan vs.), insanı diğer hayvan veya canlılarla ilişki içinde, o küme içindeki farklılığı bakımından ele aldığından İnsan kavramı sosyolojik değil biyolojik bir kavramdır. İnsan denen hayvanın veya canlının diğer hayvan veya canlılarla farklılığını ortaya koymaktadır. Tıpkı yarasalar uçan memelilerdir gibi bir tanımdır. İnsanlar da alet yapan memelilerdir.
Sosyoloji biyolojik bir kavram olan insan kavramına dayanarak toplumsal evrimin yasalarını bulamaz. Bunu yapmaya kalkması; biyolojinin atom ya da molekül kavramlarıyla binlerce türü açıklamaya kalkmasına benzer. Biyolojinin konusu olan canlıları, kendi benzerini yaratan moleküllerdir diye tanımlamış olduğumuzda, biyolojik bir yasa ifade etmiş olmayız. Hala fizik ve kimya alanındayızdır, bize bunun diğer moleküllerle farkını anlatmaktadır, canlıların farkını değil. Biyolojik yasalar, Darwin yasaları ise, tamamen farklıdır.
Toplum’u insanlar arası ilişki olarak tanımlamak; yaşamı moleküller arası ilişki olarak tanımlamaktan farklı değildir. Bütün bugün bilinen sosyolojilerin hepsinin temel yanlışı budur aslında.
Sosyolojik bir kavram olarak ya da sosyolojinin konusu olarak İnsan’ın ne olduğu ise çok ciddi ve karmaşık bir sorundur. Bir insan’ın biyolojik olarak bir insan olması sosyolojik olarak bir İnsan olduğu anlamına gelmeyeceği gibi; biyolojik olarak insan olmayan bir türün veya nesnenin sosyolojik olarak insan olmayacağı anlamına da gelmez.
Klasik bilinen örnek kölelerdir. Eski Yunan kentlerinde, köleler biyolojik olarak insandılar ama İnsan sayılmıyorlardı. Hatta o kadar uzağa gitmeye bile gerek yok. Kaç çocuğun var, ailen kaç kişidir sorusuna kızları insan saymadan cevap veren çoktur bugün yaşadığımız toplumda bile. Yani sosyolojik olarak insan olma, insandan sayılma ile biyolojik olarak insan olma özdeş değildir.
Tersi de doğrudur. “İlkel” kabilelerin insan yediğinden, “yamyam” veya “kanibal” olduklarından söz edilmektedir. Bu bizlerin biyolojik insan kavramı ile sosyolojik insan kavramını bir tutup sonra da bu kavramlarla başka insan kavramına sahip bir toplum hakkında tamamen yanlış bir hüküm vermemizden başka bir şey değildir.
Bizlerin “Kanibal” veya “Yamyam” dediğimiz hiçbir kabile İnsan yemez aslında. Çünkü genellikle onlar için insan kavramı ki genellikle kendilerine verdikleri isim ile İnsan da özdeştir, ancak kendi kabilesinden olanlarla sınırlıdır. Onlar başka bir kabileden insanı öldürüp yediklerinde biyolojik olarak bir insanı yemiş olurlar ama sosyolojik olarak yedikleri insan değil, bir hayvandır, bir canlıdır. Ama diyelim ki bu kabilenin soyundan geldiğine inandığı totemi marul veya tavuk olsun. Onlar için marul veya tavuk kendilerinin atası ve kardeşi olduğundan onlar gibi bir insandır biyolojik olarak öyle olmamasına rağmen. Bizler marul veya tavuk yediğimizde insan yemiş oluruz, yediklerimiz biyolojik olarak insan olmamasına rağmen.
Bunun sadece geçmişe ilişkin bir ayrım olduğunu düşünmeyelim. Bugün de böyledir.
İnsan hakları evrensel beyannamesi, tür olarak insanların haklarından söz etmez, sosyolojik olarak insan olarak kabul edilebilmenin koşullarından söz eder.
Her insan dini, fikri, ırkı, soyu, sopu vs. ne olursa olsun eşittir ve insan haklarından yararlanabilir” demek, insan sayılmak ve bu haklardan yararlanabilmek için her insanın dini, fikri, ırkı, soyu, sopu ne olursa olsun eşit olarak kabul etmek gerekir anlamındadır.
Diyelim ki siz insanların eşit olmadığını düşünüyorsunuz ve iç tutarlılığı olan bir insan olarak da bunu uyguluyorsunuz. Bu durumda, sizin insan haklarından yararlanamayacağınızı düşündükleriniz insan değildir. Tersi de doğrudur, insanların eşit olduğunu düşünenler insandır diyen anlayışa göre de siz insan değilsinizdir. Amerika’daki kölecilik budur. Hatta uluslar da biraz daha yumuşatılmış biçimiyle böyledir. Örneğin ulusu Türklükle tanımladığınızda, Türk olmayanların fiilen hiçbir hakkı olmaz. Biyolojik olarak insan olmalarına rağmen sosyolojik olarak insan olarak görülmemektedirler.
İnsanların eşit olduğunu düşünenler ve kabul edenler, insanların eşit olmadığını düşünenleri insan haklarından mahrum etmeden insan haklarına dayanan bir toplum kuramazlar.
Bu örnekten de örüleceği gibi, herhangi bir kavramın sosyolojik, biyolojik veya fiziksel bir kavram olması çok farklı anlamlar içermesi demektir. Bunların aynı sözcükle karşılanmasından hareketle bu kavramları karıştırmamaya büyük dikkat etmek gerekir.
*
Bir diğer önemli ayrım da, bizzat toplumsal hayat ile ilgili kavramlarda, sosyolojik analiz kavramları ile, hukuki, yani bir toplumsal düzenin temelini oluşturan kavramları, normatif kavramları ayırma sorunudur.
Örneğin ahlak kavramını ele alalım. Ahlak hem bir analiz kavramdır, hem de bir toplumsal ilişkileri düzenleyen bir normatif kavramdır. Örneğin, “A toplumunda (Eski yunanlılarda olduğu gibi) hırsızlık ahlaksızlık olarak görülmez” dediğinizde, ahlak kavramını bir analiz kavramı olarak kullanmış olursunuz. Konunun estetik veya ekonomi değil, etik olduğunu bu kategoriden bir sorunun tartışıldığını vurgulamış olursunuz.
Ama örneğin “hırsızlığı ahlaksızlık olarak görmemek ahlaksızlıktır” dediğinizde, ahlak kavramını normatif, yani ahlaki bir kavram olarak kullanmış olursunuz.
İkisi çok farklıdır ve bu ayrımın hayati bir önemi bulunmaktadır. Din, iman, bilim, akıl gibi konular söz konusu olduğunda.
Dikkat edilirse tamamen bilimsel kavramsal dakiklikle yol alıyoruz.
Şimdi biz bu kısa açıklamadan sonra, Aynen Sayın Nişanyan’ın akıl ve bilimi tek doğru ve meşru yol olarak görmesini aynen kabul edip, Nişanyan’ın kullandığı kavramları incelemeye, analiz etmeye başlayalım.
Uzun olduğu için burada kesip bir sonraki yazıya bırakalım. Ancak bu ipuçları ve kavramsal hazırlıktan bizzat okuyucu kendisi de bir takım sonuçlar çıkarabilir.
Demir Küçükaydın
04 Eylül 2013 Çarşamba

[1] Orada örneğin şöyle diyorduk:
“Sevan Nişanyan, Taraf’ta yazdığı “Kelimebaz” ile Etimoloji veya Linguistik ile nasıl politika yapılabileceğinin dünyada belki de eşi benzeri bulunmayan nefis bir örneğini sunmuştu.
Sevan Nişanyan’ın bu ülkede yaşayan insanların şanssızlığı olan şansı vardı: Türkiye gibi, Türk Dil ve Tarih kurumlarıyla, birkaç yönden hafızasını yitirmiş veya yitirmeye zorlanmış bir ülkede yazıyordu. Birinci şansı, bir Türk ulusu yaratabilmek için, Alman Emperyalizminin Hint yolunu açma hedefleri için yaratılmış Orta Asya ve oralardan gelen Türk ulusuna dair bir uydurulmuş bir resmi ve egemen Tarih anlatısını doğru kabul etmiş insanlara yazıyordu. Bu insanlar, eski uygarlıkları feth eden fatihlerin, hiçbir yerde, nüfusun yüzde beşinden veya onundan fazlasını oluşturmadığını; fatihlerin genleri aynı kalsa bile; kültürel kotlarıyla feth ettikleri tarafından fethedildiklerini; yani Orta Asya'daki göçebelerin değil; kültürel ve genetik olarak binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış insanların torunları olduklarını bilmiyorlardı. Yüzde doksanıyla genetik ve kültürel “soydaş”ları Azeriler, Özbekler veya Türkmenler değil, bugün düşman belledikleri Rum ve Ermenilerdi. Bu soydaşlık en sıradan, dolayısıyla en az değişen, en bildik kelimelerde en çarpıcı biçimlerde ortaya çıkıyordu.
Birinciye bağlı İkinci şansı, yüzyılın başlarında katliamlar ve sürgünlerle yok olmuş çoğu Hıristiyan halkların bu yok oluşunu unutmaya çalışmış ve hafıza kaybına uğramış insanlara yazıyordu.
Üçüncü şansı, Kelimebaz’ı, artık bir dile, dine ve ırka dayanan ulusların ve ulusçuluğun ömrünün iyice dolduğunun açığa çıktığı; “çok kültürlülük” veya “ulus devletin sonu” gibi bir “post modern durum”da; Kürt özgürlük hareketinin yükselişi dolayısıyla artık ülkeyi boğar hale geldiği bir dönem ve yerde yazıyordu.
Her sözcüğün tarihi, bir bakıma bu hafıza kaybına uğramış ülkenin insanlarına unuttukları veya unutmaya çalıştıkları geçmişlerinin bir çağrısı gibiydi.
Ve bu ülke, bugünkü dünyanın iktisadi ilişkilerine ve teknik gelişimin bu düzeyine ayak uydurmak istiyorsa bu geçmişin, “üzerine bir kâbus gibi çöken” devleti ve sistemi ile bir hesaplaşmaya gitmek; onu değiştirmek gerektiğini hissediyordu.
Ama Nişanyan’ın radikal bir demokrat olan siyasi tavrına uygun olan etimolojik ve etimolojik olduğu kadar da siyasi açıklamaları; bir yandan böyle bir değişimi isteyen ve artan gücüne paralel olarak politik iktidardan artık daha büyük pay isteyen; ama diğer yandan ezilen sınıflardan korkan, onlarla ilişkisinde deliye taşı andırmak istemeyen, yani radikal bir demokratik dönüşümden ve fikirlerden korkan burjuvazinin direncine takıldı.
Birden sahneden ve ramp ışıklarından uzaklaştırıldı. Kitapların, Facebook’ların, Blog’ların dünyasına gönderildi.
Demokratik bir hareketin, bu hareket içinde de İşçilerin ve Pleplerin ağırlığının yükselişi olursa, bu yükseliş tekrar Nişanyan’a ve Kelimebaz’a sahnenin ön saflarında yer açar. Ama çoğunluk egemenliğinin demokrasi diye vaftiz edildiği bu günkü ilişkiler devam ederse bu durumun bir değişme şansı yoktur.
İşte, “Kavrambaz”a ilham veren Nişanyan’ın bu “Kelimebaz”ıdır. Ve aynı zamanda “Kavrambaz” adıyla “Kelimebaz”ı sürekli bir hatırlatma çabasıdır da.” (http://demirden-kapilar.blogspot.de/2011/10/kavrambazn-ilk-yazs-kavrambaz-hakknda.html)

Hiç yorum yok: