16 Eylül 2015 Çarşamba

Türkiye’de Niçin Demokratik Bir Hareket veya Parti Yoktur?

Aslında sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada da demokratik bir hareketin ve partinin olmadığı bir dönemde yaşıyoruz?
Diyebiliriz ki, yüz yıldır, ondokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyılın başlarına göre, bugün demokrasi mücadelesinde çok daha geri bir yerde bulunuyoruz.
Bunun nedenlerini bu yazıda biraz araştıralım. Çünkü bir demokratik hareketin ortaya çıkarılabilmesi aynı zamanda bu nedenlerin anlaşılabilmesine de bağlıdır.
Ama önce demokrasi veya demokratik ne demektir on net olarak tanımlayalım ve açıklayalım.
Demokrasi( …) biçimsel eşitlik demektir” (Lenin)[1] Demokratik demek “biçimsel olarak eşit” demektir; demokrat demek, “biçimsel eşitliği savunan” demektir.
Ne demektir “biçimsel eşitlik”?

Dilin, dinin, soyun, sopun, “ırkın” siyasi görüşün, kültürün ne olursa olsun eşit olmak; hiçbir dilin, dinin, soyun, sopun, siyasi görüşün, kültürün diğerinden farklı veya imtiyazlı olmamasıdır; diğer bir deyişle gerçek bir hukuki eşitlik demektir; siyasi sistemin gerçek bir hukuki eşitliğe dayanması demektir.
Bu eşitliği savunmadan demokrat olunamaz. Her sosyalist bu en basit demokrasi koşulunu sonuna kadar en tutarlı (radikal) biçimde savunmalıdır. Çünkü bu olmadan, “gerçek bir eşitliğe” (Lenin) geçilemez.
Demokrasinin ötesi sosyalizmdir, yani biçimsel eşitliğin ötesinde sosyal ve ekonomik eşitlik vardır; buna da genellikle “gerçek eşitlik” denir, “biçimsel”den farklı olarak.
O halde: biçimsel eşitlik: Demokrasi; Gerçek Eşitlik: Sosyalizm (Veya Komünizmin alt aşaması); Biçimsel ve Gerçek eşitliğin aşılması ise: Komünizm (veya Komünizm’in üst aşaması).
Yalnız şuna dikkat edelim. Burada eşitlikten kast edilen tüm dünya çapında bir eşitliktir. Dolayısıyla ulusların ve ulusal devletlerin olduğu bir dünyada demokrasiden söz edilemez. Bugünkü dünyada ulusların biçimsel eşitliği vardır, insanların değil. Gerçi o bile yoktur ama en azından böyle olduğu varsayılır.
Demokratik hareketin zayıflığının en temel nedeni işte böyle bir demokrasi tanımının yokluğu; bu demokrasi kavramından hareket eden bir hareketin bulunmamasıdır.
Ama şuna da dikkat edilmeli, bu kavramlar normatif gibi görünmelerine rağmen, normatif kavramlar değildir; sosyolojik kavramlardır. Yani Marksizm’in (ki biricik gerçek sosyoloji odur) toplumun tarihsel hareketinin dayandığı n genel yasalardan çıkardığı kavramlardır.
O halde, Marksizm'in dayandığı bu kavramlara dayanmadan bir demokratik hareketin oluşması da mümkün değildir. Ama Marksizm'in ölü köpek muamelesi gördüğü bugünkü dünyada, bir demokratik hareket de mümkün değildir.
Tabii burada Marksist derken, Var olan bir hareket. Partiden söz etmiyoruz. Bu anlamda Marksizm ve Marksist yoktur. Marksizm derken, soyut, toplumsal ve siyasal olarak var olmayan; ama kavramsal olarak var olan bir bilimden söz ediyoruz.
Zaten bu yazının esas ve dolaylı konusu, Marksist diye bilinen veya kendini öyle tanımlayanların Marksist olmadığını göstermek ve bununla demokratik hareketlerin olmaması arasındaki bağlantıya dikkati çekmektir.
Bunları bir kenara not ettikten sonra şimdi Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin zayıflığı ve demokratik bir hareketin yokluğuna gelelim.
Bu çerçeve boyunca, demokrasiyi, sanki ülke çapında biçimsel eşitlik sorunuymuş ve mümkünmüş gibi ele alacağız. Yukarıda da dediğimiz gibi, ulusal devlet ve demokrasi saf anlamıyla bir arada olamaz. Ama en azından ülke çapında biçimsel eşitlik mümkünmüş gibi tartışacağız ki, konu başka yere kaymasın ve işin özü anlaşılabilsin.
*
O halde yukarıdaki açıklamalar ve demokrasi tanımları ışığında soralım:
 Türkiye demokratik bir ülke midir?
Biçimsel eşitlik var mıdır?
Hayır?
Çünkü örneğin herkes Türkçe okumak zorundadır ve resmi dili Türkçedir; yurttaşların ana dillerinde eğitim hakkı yoktur. Türk dili bütün diğer diller karşısında; Türkçe konuşanlar ya da ana dili Türkçe olanlar, imtiyazlıdır. Devlet dairelerinde, mahkemelerde vs. her işlem Türkçe üzerinden yapılmak zorundadır.
Türk ulusu Türklükle tanımlanmıştır. Okullarda Türk Tarihi; Türk Edebiyatı okutulur.
Demek ki, dil bakımından eşitlik yoktur. Türkiye’de demokrasi yoktur. Türkiye demokratik bir ülke değildir, çünkü vatandaşlarının diline kör değildir; dil eşitliği yoktur.
*
Türk devletinin ve ulusunun böyle Türklere imtiyaz sağlayan bir şekilde sürmesini savunanların çok tekrarladığı şöyle bir iddia vardır: “Türklük veya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı Türklükle tanımlanmamıştır. “Türkiye Türklerindir” derken, biz bununla “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarınındır” demiş oluyoruz, Türklük burada etnik bir kavram değildir.
Bu tam bir demagojidir.
Eğer gerçekten Türklük Türk olmayı (Ana dili Türkçe olmayı veya kendini Türk kabul etmeyi) kapsamıyor olsaydı, diyelim ki iddia edildiği gibi, Türkiye bir coğrafya parçasında yaşayan yurttaşları temsil ediyor; dolayısıyla da Türk kavramı Türklüğü değil de eşit yurttaşlar anlamında hukuki bir kavrama karşılık düşüyor olsaydı; o zaman herkesin ana dilinde eğitim hakkı olması gerekirdi; Türkçenin, Türk tarihinin ve edebiyatının da bütün dillerle eşit durumda olması; imtiyazlı olmaması gerekirdi.
Yani ana dili başka olanlardan alınan vergilerle başka bir ana dil okullarda zorla okutulmazdı. Okullarda Türk edebiyatı veya Türk tarihi değil; örneğin bütün dillerden, kültürlerden eşit sayıda temsilcinin ortaklaşa yazdığı aynı edebiyatı ve tarihi herkes kendi ana dilinde okurdu.
*
Yine Türk milliyetçilerinin söylediği ve kasıtlı karıştırdığı bir konu daha vardır: Ana dilde eğitim hakkı ile ana dili (veya herhangi bir dili) öğrenme hakkı arasındaki fark. Birey özgürlüğü olarak, herhangi bir dili öğrenme hakkı bağlamında bir dili (tabii bu anadil de olabilir) öğrenme hakkı başkadır; ana dilde eğitim hakkı başkadır.
Bunlar (örneğin AK Parti, ki bu noktada CHP de aynıdır) bu farkı gizleyerek, hemen şöyle argümanlar getiriyorlar: “İşte Kürtçe araştırmaları yapan üniversite açıldı. İsteyen okuldan çıkınca Kürtçe kursuna gidip öğrenebilir de. Televizyon ve Radyoda Kürtçe de var. Kürtçe müzik de çalabiliyorlar. Mahkemede Türkçeyi bilmeyene Kürtçe tercüman da bulunuyor. O halde daha ne istiyorlar? Kürt sorunu mu kalmıştır?”
Bunların en ileriye gidebilenleri Avrupa ülkelerindeki, herhangi bir dili ana dil olarak belirleme ve öğrenme hakkını ancak kabul edebiliyorlar.
Yani Türk devletinin “Kürt Sorunu’nda” en ileri gidebileceği nokta şudur:  “ulusu ve devleti Türklükle ve Türklüğü de Türk dili ve tarihiyle tanımlamaya devam etmek;  ama yurttaşların, başka bir dili de öğrenmeleri hakkını tanımak, gereğinde bu hakkı, tıpkı İngilizce öğretmenlerinin maaşını devletin vermesi ve bunları yetiştirmesi gibi,  Kürtçe öğretmenlerin maaşları ve yetiştirilmelerinin de Türk devleti tarafından sağlanarak ek derslerde öğretilebilir olmasıdır.
Aslında bu herhangi bir Avrupa ülkesindeki tipik uygulamadır. Bu elbet bugünkü Türkiye’ye göre bir ilerleme ifade eder ama demokratik (yani eşitlikçi) değildir. Bu sistemde Ulusun bir dille tanımlanması devam etmektedir. Dillerin eşitliği, yani ulusun dil körü olması; yani herkesin ana dilinde eğitim hakkı yoktur. Yurttaşların istedikleri dili öğrenme ve konuşma hakları vardır. Gereğinde bunun devlet tarafından ek derslerle veya ders programı içinde yapılması vardır.
Yani anadilde (ya da anadil olarak yurttaşların seçtiği dilde) eğitim hakkı yoktur, yurttaşlar eşit değildir. O halde demokrasi yoktur.
*
Yeri gelmişken karıştırılan bir konuya daha değinelim: Ulusun bir dille ve tarihle tanımlanması ile bir dili resmi dil olarak belirlemenin farkı.
Yani bir dili resmi dil olarak kabul etme ile,  resmi dilin ulusu belirleyip belirlememesi, yani politik anlamı olup olmadığı karıştırılıyor. (Ama bu karıştırmaların hiç biri rastlantısal değildir. Antidemokratik ulus anlayışını sündürmenin araçlarıdır.)
Resmi dil, herkesin ana dilde eğitim hakkının olduğu bir ülkede, pratik bir soruna çözüm olarak, bir tür ortak payda gibi; ya da paranın bir eşdeğer olması gibi bir işlev görebilir.
Zaten resmi dil olarak bir dilin tanımlanmasından amaç budur; daha doğrusu bu olmalıdır. Bir ülkede birçok dil varsa, bütün bu dillerden birbirine geçişler için bütün bu diller arasında tercümeler yapmak zor bir iştir. Büyük güç ve zaman israfına vs. yol açar.
(Tıpkı ekonomide, alışverişte parayı yaratan ihtiyaç gibidir. Sizin elinizde satmak istediğiniz, karşınızdakinin almak istediği değilse, bu farklı malları bir ortak eşdeğerle değiştirmek muazzam bir kolaylık sağlar. Para denen eşdeğer de bu ihtiyaçtan çıkmıştır.)
Bu durumda bir dil resmi dil olarak belirlenerek, bütün diller arasındaki ilişki, bu ortak kabul edilmiş dil aracılığıyla yürütülebilir.
Bu tıpkı, dünyadaki farklı dilleri konuşan diplomatların, aynı ortak dil üzerinden anlaşmaları gibidir. Bütün uluslar arası anlaşmalar o ortak dil üzerinden de yapılır ki bir sorun çıkmasın. Buna 19. Yüzyılda uluslar arasındaki ortak dil Fransızca olduğundan, “Lingua Franca” denirdi. Bugünün “Lingua Franca”sı artık İngilizce olmuştur.
Bunu birçok ülke, özellikle sömürge olmuş ülkeler kullanıyor. Örneğin Hindistan’da onlarca dil var. Bunların hepsi okutuluyor vs. İnsanların ana dillerinde eğitim hakkı var. Ama herkes ana dilinin yanı sıra İngilizce de öğreniyor. Tüm Hindistan’da “Lingua Franca” İngilizcedir.
Burada karıştırılan, resmi dilin ulusu da tanımlayacağının sanılmasıdır.
Hindistan’da resmi dil, yani “Lingua Franca” İngilizce olduğu için Hint ulusu, İngiliz ulusu olmaz ve olmamıştır.
Yani herkesin ana dilinde eğitim hakkı olduğu bir ülkede, yurttaşlar bir ortak dile gerek var mı diye tartışıp; bunun pratik kolaylıklar sağlayabileceğini görürlerse, pek ala bir dili resmi dil olarak seçebilirler. Bütün resmi evraklar bir de bu dilde oluşturulur. Bu insanların ana dilde eğitim, işlerini görme vs. hakkını ortadan kaldırmaz. Sadece bu hakkın kullanımını kolaylaştırır.
Türkiye’de ise, ulusu tanımlayan dil aynı zamanda resmi dildir. Türk gericileri ve ırkçıları bu karıştırmayı da kasıtlı olarak sürdürmektedirler. Herkesin ana dilinde eğitim hakkının olduğu bir Türkiye’de ülkenin adının Türkiye, resmi dilin Türkçe olması biçimsel eşitlik bakımından bir sorun oluşturmaz. Yeter ki, yurttaşlar buna özgürce karar ermiş olsunlar.
 (Kanımızca böyle bir resmi dil için en ideal dil, ülkede kullanılmayan bir dil olmalıdır. Hele çoğunluğun dili hiç olmamalıdır. Bu dil, aynı zamanda dünyada da yayılmış bir dil olmalıdır. Herkes ana dilinde eğitimini görür ama ek olarak bu dili de öğrenir. Böylece aynı zamanda dünyada geçerli bir dili de öğrenmiş olur. Bu biçimde ülke içinde hiçbir dil diğerine göre imtiyazlı olmaz. Elbet buna demokratik tartışmayla ve eşitlik ülkesi gözetilerek karar verilir ama böyle bir demokratik ülkede yaşasaydık bizim önerimiz İngilizce olurdu.)
Toparlarsak, Ulusun bir dille tanımlanmadığı bir ülkede, yani bir demokraside herkesin ana dilinde eğitim hakkı vardır. Bu bir haktır. Ama eğitimin içeriğinin de aynı olması gerekir gerçek bir eşitlikte. Kürtler, Kürt Tarihi; Türkler, Türk Tarihi okumaz. Nasıl herkes ana dilinde aynı fiziği, aynı kimyayı, aynı biyolojiyi okuyorsa, aynı şekilde, aynı edebiyatı, aynı tarihi okur. Bu aynı tarih ve edebiyat ne ve nasıl olmalıdır ki eşitlik olsun?
Tarih ve Edebiyat gibi konularda, örneğin fizikteki gibi açık ve nesnel yasalar olamayacağından, herhangi bir haksızlığa yol açmamak için, bütün dillerden, dinlerden, kültürlerden vs. tarihçiler ve bunların farklı ekolleri çağırılır ve bize bir ortak tarih kitabı yazın denir. Böylece Türk, Ermeni, Rum, Pomak, Çerkez, Kürt, Arap, Arnavut, Boşnak, hatta Fransız, İngiliz, Çinli vs. tarihçiler ve edebiyatçılar oturur ortaklaşa Tarih ve Edebiyat kitapları yazarlar. Böylece hiçbir dile, dine, kültüre imtiyaz tanımayan Tarih ve Edebiyat kitapları olur. (Aslında böyle bir tarih kitabı, pratikte ulusların bir tarihi olmadığına dair bir tarihten başka bir şey de olamaz.) herkes bunu okur ama kendi ana dillinde okur.
Dil konusunda demokrasinin biçimsel eşitliğin koşulları bunlardır.
Peki, Türkiye’de bunu savunan, bunu Programına yazmış bir parti var mı?
Yok.
HDP ve Kürt Siyasal Hareketi bile bunu savunacak kadar demokrat değil.
Onlar aslında fiilen, Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerlerde Kürtçe, Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerde Türkçe eğitim almalarını; Kürtlerin Kürdistan’da Kürt Tarihi, Türklerin Türkiye’de Türk Tarihi okumalarını savunuyorlar. Tabii ikisi de diğer bölgede ene dilinde ders alabilir olsunlar diyorlar. Aslında bu antidemokratik bir sistemdir. Bugünkü Türkiye’ye göre çok ileri görülmektedir. Ancak ulusun dile göre tanımlanması terk edilmiş olmamaktadır.
Hemen anlaşılacağı gibi, bu eşitliğe dayanan demokratik bir talep değildir. İnsanların ya da yurttaşların eşitliğinin yerine, birer dile göre tanımlanmış ulusların ve politik birimlerin eşitliğini geçirir bu sistem. Eşit olan uluslardır insanlar değil; o ulusların içinde eşitsizlik sürmektedir. Yani Kürt hareketi de, onu destekleyen bileşenleri (“Türk Sosyalistleri” denenler) de aslında henüz demokratik olmaktan çok uzaktır; programları demokratik değildir.
Peki, Türkiye’nin sözüm ona demokratları ne savunmaktadırlar? Yukarıdaki gibi gerçek bir eşitliği savunan var mı?
Yok!..
Demokrat denilen ama aslında liberal olarak tanımlanabilecekler veya tanımlanması gerekenler var.
Onlar ise, Türkçenin zorunlu eğitim dili olmasını, resmi dil olmasını, okullarda Türk tarihi ve edebiyatı okutulmasını tartışma konusu yapmayı bile reddediyorlar. Kabul ettikleri sadece Kürtlerin ve diğerlerinin haklarını, bireysel özgürlükler çerçevesinde, nasıl İngilizce öğrenebiliyorlar, bunların masrafları devlet tarafından karşılanıyorsa, aynı şekilde Kürtçenin de İngilizce ile aynı haklara sahip olmasını savunuyorlar. Yani Kürtçeyi İngilizcenin haklarına kavuşturmayı kabul ediyorlar. Bunu da en ileriye gidebilenleri savunuyor.
*
Görüldüğü gibi, aslında Türkiye’deki politik ortamda tutarlı bir demokrat, demokrasiyi tüm mantık sonuçlarıyla savunan bir demokrat yoktur; programı böyle olan bir parti yoktur.
Ve bildiğim kadarıyla da böyle bir programı tutarlı olarak savunan, bu satırların yazarından başka kimse de yoktur.
Böyle bir ortamda güçlü bir demokrasi mücadelesi olabilir mi?
Olamaz.
*
Herkesin ana dilinde eğitim hakkı biçimsel bir eşitlik sağlar, politik olanı, yani devleti dil körü yapar. Çünkü bu ana dilde eğitim bir yurttaşlık hakkıdır. Hiçbir dil diğerinden imtiyazlı değildir.
Böyle bir ülkede, yani demokraside diyelim, Türk veya Kürt veya Çerkez vs. olmanın hiçbir politik anlamı olmaz. Ama bu Kürtlerin, Türklerin, Çerkezlerin vs. örgütlenemeyeceği anlamına gelmez. Hatta örneğin tüm dünyadaki Türk veya Kürt veya Çerkezlerin birleşme olanaklarını yaratır. Ama bu birlikler politik değil, linguistik veya kültürel veya edebi vs. birlikler olur.
Böyle bir demokraside, kendini Türk olarak tanımlayan yurttaşlar Türk tarihi araştırmaları yapmak mı ister; Türkçe dünyanın en kral dilidir diye propaganda mı yapmak ister; kimi Türkler bütün dünyayı Türk mü yapmak ister; “Dünya Türk olsun” mu der; isteyen Kürt edebiyatı araştırmaları yapmak; bunu teşvik etmek mi ister; bütün bunlar için isteyenler dernekler, vakıflar, örgütler kurabilir, yayınlar çıkarabilir.
Bütün bunlar fikir ve örgütlenme özgürlükleri çerçevesinde elbette dokunulmaz haklardır. Ama hiçbir politik anlamları yoktur ve olamaz.
Bütün bunlar tıpkı bir takımın taraftarlarının kendi takımlarını desteklemek için benzeri işler yapmasından farklı bir anlam taşımaz. Dünyayı Türk yapmaya çalışmanın, dünyayı Fenerbahçe taraftarı yapmaya çalışmaktan farkı olmaz.
Biçimsel eşitlik babında dil konusu böyle.
Görüldüğü gibi, o küçümsenen “biçimsel” eşitlik, öyle çok “biçimsel” bir şey değildir; biçimselin çok içeriksel bir anlamı vardır. Ama dil ile iş bitmiyor ki. Din var, kültür var; cinsler var; cinsel tercihler var. Bütün hepsi için hep aynı ilke geçerli olmalıdır ki demokrasiden, yani biçimsel eşitlikten söz edilebilsin. Bu bağlamda bir de kısaca Din’e bakalım.
Buradan bir sonuç da çıkıyor: Türklüğün bu imtiyazına karşı mücadele etmeyen Türkler demokrat değildir ve olamaz. Türk demokrat olamaz. Bir Türk ancak, ulusun Türklükle tanımlanmasına onun diğerleriyle eşit duruma gelmesini istiyorsa demokrat olur. O zaman da politik anlamıyla Türk olmaktan çıkmış olur. O halde bir Türk bir Demokrat olamaz.
*
Ama Türk ulusu, sadece dille tanımlanmamıştır (aslında Türklük ırkla tanımlanmıştır ama kolaylık olsun diye, sadeleştirme yapmak için işin o kısmına girmedik, resmi iddiaların doğru olduğunu varsaydık); aynı zamanda belli bir dinle de tanımlanmıştır; Sünni İslam ile tanımlanmıştır.
Nasıl Türklük hukuki bir kavramdır, etnik değildir vs. diyorlarsa; aynı yalanın ikinci bir versiyonu da İslam’dır, Müslümanlıktır. Ama bunu Türklükten ayrı olarak, İslam diye değil de Laiklik olarak adlandırırlar.
Gerçek bir demokraside, insanların dinleri yüzünden hiçbir ayrımcılığa maruz kalmamaları; yani hiçbir dinin diğerlerine göre imtiyazı olmaması gerekir.
Türkiye böyle midir?
Hayır.
Aksine, devletin birçok bakanlığından büyük bir Diyanet İşleri vardır. Dini semboller ve ifadeler her yerde zorlayıcıdır. Devlet Sünni İslam’ın bütün camilerine bakar, imam ve müezzinlerinin maaşlarını verir. Okullarında onları eğitir. Bütün dinler karşısında tarafsız olması gereken ama Sünni Müslümanlar tarafından yazılmış din dersleri okutulur. Askerde ölenlere, şehit denir; İslami yemek duaları okutulur vs. vs.
Bunun gibi binlerce örnekle görüleceği gibi, Türkiye’de ulus Türklüğün yanı sıra aynı zamanda Sünni Müslümanlıkla tanımlanmıştır. Diğer dinlerden ve tarikatlardan insanlardan ve dinsizlerden alınan vergilerle, Sünni Müslümanlar ve Müslümanlık imtiyazlı ve baskıcı bir din durumundadır.
Örneğin, herkes günde beş vakit ağzına kadar açılmış ezan sesleriyle rahatsız edilir ve resmen terör estirilir. Hâlbuki gerçek eşitliğin olduğu bir yerde, bu ezan başka dinlerden bir kişi olsa bile onu rahatsız eder denilip, diğer kilise çanlarının veya ateistler de benzen bir çağrı talebinde bulunmuşsa, onun düzeyinde olmalıdır. Yani hiçbir dinin devlet tarafından tanınması ve imtiyazı söz konusu olmamalı, devlet sadece çeşitli inançlar arasındaki eşitliği; özellikle de çoğunluk dininin bu gücüne dayanarak diğer dinlerden olanları günlük hayatta fiilen ezmesine karşı eşitliği sağlayan bir işleve sahip olmalıdır. En azından demokratik bir ülkede böyle olması gerekir.
Bu durumda Türklük için yaptığımız çıkarsamayı burada Müslümanlar için de yapabiliriz.
Türkiye’de Müslümanlar da Demokrat değildir. Bir Müslüman’ın demokrat olması, İslam’ın bu imtiyazlı durumuna, bu eşitsizliğe karşı çıkması ile mümkün olabilir.
Yani bu ülkede Türkler de Müslümanlar da demokrat değildir. Kahir ekseriyetin demokrasiyle ilgisi yoktur.
Sorun bunların kendi imtiyazlarına karşı; yani ulusun Türklük ve Müslümanlıkla tanımlanmasına karşı mücadeleye nasıl çekileceği ve kazanılacağıdır. Görüldüğü gibi bu çoook zor ve uzun bir uğraştır.
*
Ama aslında bu anti demokratik devlet ve ulus, bu ortam, hemen görülebileceği gibi, en tutarlı demokratlar olan sosyalistler için, en ideal koşullardır da.
Sosyalistler demokrat olsalar gerçekten geniş çoğunluğun demokrata dönüşmesinin taşlarını döşeyebilirler.
Bir düşünün, Sosyalistlerin, Türk dilinde eğitimin zorunlu olmasına karşı herkesin ana dilinde eğitimi; herkesin ana dilende bütün dillerden ve dinlerden ortak kurullarca yazılmış Edebiyat ve Tarih kitaplarını okumalarını savunduklarını var sayalım.
Onlar böylece otomatikman, Kürtlerin de hakkını savunmuş olurlar. Hem de bunu Kürt Siyasal Hareketinden de daha demokratik ve radikal olarak savunmuş olurlar. O zaman Kürt hareketini de daha tutarlı bir demokratik hareket olmaya doğru çekerler. Tabii Kürt hareketi içindeki demokratların, kendi ulusalcılarına karşı daha kesin ve tutarlı bir tavır almalarını sağlarlar.
Ancak, Türkiye’deki hiçbir sosyalist grup ya da parti bunu açıkça ve böyle savunmamaktadır.
Bunu acil bir görev olarak savunmayınca, hatta hiç konu bile etmeyince ne olur?
O zaman Türk Sosyalistleri, nesnel olarak, bugünkü Türlükle tanımlanmış olmaya karşı mücadele etmemiş ve bu mücadeleyi gündemden düşürmüş; dolayısıyla bu ırkçı devletin destekçisi olmuş olurlar.
Böylece Türkiye’de demokratik bir hareket ve parti bulunmamasıyla Sosyalistlerin ilişkisine geliyoruz. Sosyalistler küçük olmalarına rağmen demokrat olsalar korkunç büyük işler yapabilirler. Onlar demokrat olmadıkları için bir demokratik hareket oluşmuyor.
*
Peki, neden ve nasıl sosyalistler de bu hale geldi ve demokratik hedefleri bile savunmaktan çıktılar?
Türkiye diyoruz ama bu sorun bu evrensel bir sorundur. Kökleri de çok derindedir.
19. Yüzyılda sosyalist hareket henüz bu kadar gerilere düşmemişti. O zamanlar sosyalistler aynı zamanda demokratik hakları da sonuna kadar savunuyorlardı. Örneğin, herkesin ana dilinde eğitim hakkı, bütün dillerin ve kültürlerin eşitliği; resmi dilin kaldırılması, yani bugün Türkiye’deki sosyalistlerin hiç birinde bulunmayan bu acil program, Lenin’in Bolşevik Partisinin acil ya da asgari programındaydı.
Aynı şekilde din konusunda da Sosyalistler en tutarlı eşitliğin savunucularıydılar ve devletin tüm din işlerinden uzaklaşmasını ve sadece eşitliği gözetmesini savunuyorlardı. Bir de bu günün Diyanetin Cem evlerini tanımasını isteyen sözüm ona sosyalistleri göz önüne getirin.
Yani 19. Yüzyıl boyunca, 20. Yüzyılda da Ekim Devrimi’nin ilk birkaç yılına kadar, sosyalistler biçimsel eşitliği en tutarlı biçimde savunan demokratlardı. Henüz sosyalist hareket içinde Aydınlanma’nın idealleri yaşıyordu. Demokrasi sosyalizm için önkoşul olarak görülüyordu.
Ancak, arada korkunç bir olay oldu. Aslında Fransız Devrimi’nin Avrupa’nın doğusunda ve sanayi işçilerine dönüşmüş baldırı çıplaklarla yapılan ikinci bir versiyonundan başka bir şey olmayan Rusya’daki devrim, köylü ve yoksul; savaş ve iç savaş nedeniyle de iyice yoksullaşmış ve neredeyse yamyamlığa düşmüş bir ülkede oldu. Bu devrimi başka devrimler izlemedi; kimse ona yardımcı ve yol gösterici de olmadı. Bu yokluk ve yoksulluk ortamında, ister istemez bir karşı devrim; bir bürokratik kast; bir şark despotizmi, hem de birkaç yıl içinde o devrimi ele geçidi. Bu tıpkı İslam’ın Suriye ve Irak’ı fetih eder etmez, Irak ve Suriye’nin binlerce yıllık devletçiliği (Muaviye) tarafında ele geçirilmesi ve Mekke Eşrafı’nın önce küçük adımlarla ve sonra apaçık bir karşı devrimle, İslam’a son verilmesine benzer.
Ve bu karşı devrim, gerici bir milliyetçiliğe de dayandı. Enternasyonalizm gibi eski ve demokratik gelenekler sadece birer retorik olarak kaldı. Bunun en ilginç göstergesi. Enternasyonal marşının bırakılıp, Büyük Rus’lara övgü olan bir marşın kabulüdür.
Ama bu karşı devrim, üzerine oturduğa ve yok ettiği devrimin prestijine dayandığından, bundan sonra yetişen sosyalist kuşaklar; bu karşı devrimin resmi ideolojisini sosyalizm sanarak yetişip şekillendiğinden, artık birer demokrat olmaktan çıktı, birer milliyetçi oldular. Bu tıpkı, Emevi karşı devriminden sonra Müslümanlığa geçenlerin veya onun içine doğanların o karşı devrimci ideolojiyi Müslümanlık olarak sanmalarına ve benimsemelerine benzer.
İşte bugünkü dünyadaki neredeyse bütün sosyalistler, tıpkı bütün Müslümanlar gibi, artık bu karşı devrimin ürünleri olduğundan, demokratik bir hareket yoktur.
Demokratik bir hareket olmadığı için de sosyalistler hemen her ülkede en gerici milliyetçilerin müttefiki durumundadır. En gerici ulusçulukları enternasyonalizm veya sınıf bayrakları alında nesnel olarak savunur durumdadırlar.
En tutarlı demokratlar olması gereken sosyalistler olmayınca, bir demokratik hareket de olmuyor. Bu durumda, liberaller demokrasi bayrağını ele geçiriyor ama onlar da tutarlı bir demokrasiyi savunacak ne sınıf, ne ideoloji ne de teori temeline sahip değildirler. Kitlelere güvenmedikleri için, AB veya ABD’nin baskılarından bir takım küçük reformlar elde etmeye çalışırlar. Böylece onların böyle yapması ise tekrar en gerici ulusçuluğun tekrar güçlenmesine yol açar. Ve en gerici ulusçuluğun en esaslı savunucuları ulusalcı sosyalistler olur. Tarihin garip alayı, Sosyalistlerin ulusalcıları, en gerici ulusçuluğun ideolojik koçbaşları olurlar.
*
Burada şu “biçimsel eşitlik” ve “gerçek eşitlik” ilişkisini biraz açalım.
Biçimsel eşitlik Aydınlanma’nın programı ve idealidir. Bütün insanlar, dili, dini, rengi, soyu, sopu ne olursa olsun eşittir idealidir; yani gerçek Aydınlanmacılıktır biçimsel eşitlik. Yani İnsan Hakları evrensel bildirisidir. Yani Aydınlanma’nın “Kelime-i Şahadeti”dir.
Sosyalizm fikrinin ardında, bu gerçek biçimsel eşitliğin; yani demokrasinin var olduğu varsayımı vardır.
Sosyalizmin dediği şudur: Evet, biçimsel bir eşitlik elbette olmalıdır. Ama bu biçimsel eşitlik, ekonomik ve sosyal eşitlikle birleşmez ise, bir süre sonra bu biçimsel eşitliği bile korumak olanaksızlaşır. Bütün tarih bunu göstermiştir.
Sosyalist olmak burada başlar.
Ütopik sosyalistler, Anarşistler, Sosyal Demokratlar, Hıristiyan veya Müslüman sosyalistlere kadar bütün sosyalist akımlar, bu gerçek sosyal ve ekonomik eşitliğe, bölüşüm ve tüketim alanında eşitsizlikleri yok ederek ulaşmaya çalışırlar.
Sosyal Demokrat partiler gibiler bu eşitsizliğe karşı yine tüketim ve dağılım alanından, devletin vergileri ve harcamaları aracılığıyla son vermeye ve azaltmaya çalmışlardır. Ama örneğin, ütopik sosyalistler; eşitlikçilik adaları kurarak; Müslümanlar veya Hıristiyanlar ise insanların vicdanına hitap ederek onları daha az tüketmeye ve ellerindeki zenginlikleri paylaşmaya çağırarak.
Bunların hepsi başarısızlığa uğrarlar ve uğramışlardır.
Neden ve niçin?
Çünkü bunu belirleyen, Marksizm'in, yani toplumun ve Tarihin biliminin doğuş çığlığı olan bir yasa vardır: İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları düşüncelerini belirler. Halkın dediği gibi insan sarayda başka, kulübede başka düşünür.
Marksistler de sosyalistlerdir. Onlar da gerçek bir eşitliği savunurlar, ama Sosyal Demokratlardan veya Ütopik, Anarşist, Müslüman, Hıristiyan vs. sosyalistlerden farklı olarak şunu söylerler: Tarih, tüketim, bölüşüm alanındaki tedbirlerle bu eşitliği sağlamanın hiçbir zaman mümkün olmadığını göstermiştir. Sorunun özü, üretim ilişkileri alanındadır; üretim ilişkileri, yani mülkiyet ilişkileri değiştirilerek sınıfların varlığına son verilebilir; sınıfları var eden sisteme dokunmadan sınıflara sınıf gibi davranmamalarını önermek yanlıştır. Ancak mülkiyet ve üretim ilişkileri değiştirilerek, bütün dinlerin; bütün eşitlikçi öğretilerin ortak hedefi olmuş bulunan gerçek ekonomik ve sosyal eşitliğe ulaşılabilir; böylece onların tarihsel vasiyeti yerine getirilebilir.
O halde, önce yeryüzü ölçüsünde bir demokratik cumhuriyet kurularak tüm insanların eşitliği; gerçek demokrasi; yani aydınlanmanın vasiyeti yerine getirilebilir. (Aslında bu sadece Aydınlanma’nın vasiyeti de değildir. Örneğin İslam’ın da vasiyetidir. Çünkü Allah aslında putları yasaklayarak, bütün insanları Allah’ın kulluğunda biçimsel olarak eşitlemekten başka bir anlam sahip değildi. Allah putların (aşiretlerin, totemlerin) egemen olduğu bir dünyanın Aydınlanması olarak kabul edilebilir.)
Bundan sonra da insanların biçimsel eşitliğinin de ötesine giden gerçek eşitliği için, ekonomik ve sosyal eşitliği için mücadele etmek gerekir.
Bugünün dünyasında öncelik biçimsel eşitlikte olmalıdır.
Ama zaten biçimsel eşitlik kurulduğunda, yani bir dünya cumhuriyetinde; çünkü o zaman örneğin ordulara gerek olmadığından, merkezi devletlere gerek olmadığından; dünya cumhuriyeti bütün bunları ilgası ve bunlara karşı bir savaş ve bunların yok edilmesi anlamına da geldiğinden; üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son vermelerin önünde hiçbir ciddi engel kalmayacaktır. Yani aslında biçimsel eşitliği elde ettiğimiz gün, bunun bir yan ürünü olarak da sosyal eşitliğin önünde hiçbir engel kalmayacak; bu artık ezilenlerin vereceği karara ve kendi seçimlerine kalacaktır.
Eski bakışta ise, demokratik ve biçimsel eşitlik sosyalizm, yani gerçek eşitlik üzerine mücadelenin yan ürünü olarak görülüyordu. Bugün ise, sosyalizm demokrasi mücadelesinin yan ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
Çünkü eski anlayış, ulusçuluğun ufkuna hapistir. Herhangi bir ülkede sosyalizm olabilirmiş gibi tartışmakta ve ele almaktadır konuyu. Örneğin Türkiye’de bir sosyalizm olabilirmiş gibi kavrıyordu.
Bu sadece sosyalizmi olanaksızlaştırmakla kalmaz, aslında tek tek ülkeler ölçüsünde bile demokratik mücadeleyi de yok eder ve etmiştir.
İşte, bugünkü sorunların nedeni budur?
Tek ülkede bir sosyalizm olabileceğini sanmak. Ulus devletlerin olduğu dünyada sosyalizme geçilebileceğini sanmak. Biçimsel bir eşitlik olmadan gerçek bir eşitliğe geçilebileceğini sanmak. Bütün bunlar, Sosyalistlerin, bırakalım sosyalist olmayı, demokrat bile olmamalarına yol açmıştır.
*
Hatta bırakalım demokrat olmayı, akıllı ve gerçek birer milliyetçi bile olamamışlardır; fiilen en faşist kriterlere dayanan milliyetçiliklerin daha doğrusu ırkçıların yedek gücü veya koçbaşı olmuşlardır.
Kürtlerin haklarını savunmak örneğin ayrılma hakkını savunmak, onların da eşit ayrı bir ulus olmalarını istemek Türk milliyetçiliği ile çelişmez. Aksine gerçek Türk milliyetçiliği bunu gerektirir.
Neden?
Çünkü bir ulusun milliyetçiliği, özünde o ulusun çıkarlarını; refahını ve mutluluğunu öne almak demektir. Örneğin De Gaulle, Cezayir’in bağımsızlığının yolunu açarken, aslında gerçek bir Fransız milliyetçisi olarak davranıyordu. OAS; Fransız milletine düşman bir azınlığın çıkarlarını ve ırkçılığı savunuyordu
Kürtler ayrılsa, Türkler bu savşın masraflarından; bu şark despotu devletin baskısından ve insanları çürütmesinden biraz olsun kurtulur; daha demokratik bir ortamda ve refah içinde yaşayabilirler. Bunu savunmak da Türk milliyetçiliğinden başka bir şey değildir.
Aslında Türkiye’deki en radikal sosyalistlerin (HDP’nin Türk sosyalisti bileşenleri diyelim mesela) yaptığı ve savunduğu da bundan başka bir şey değildir.
Hemen görüleceği gibi, Türk sosyalistlerinin bir kesimi (ulusalcılar) resmen ırkçıdır; Türk milliyetçisi, yani onun refah ve özgürlük içinde yaşamasını isteyenlerden değildirler.
Sosyalistlerin ırkçı olmayanları, enternasyonalist olarak kendini tanımlayanları ve Kürtlerin mücadelesine destek olanları ise aslında gerçek Türk milliyetçilerinden başka bir şey değildirler.
Ama işin garip yanı, bu gerçek Türk milliyetçileri olan sosyalistler, Türk milliyetçileri olduklarını bilmezler ve kendilerinin Türk milliyetçiliğine karşı olduklarını sanırlar.
Bu durumda tıpkı sosyalistlerin sosyalizm deyip demokratik mücadeleyi boş bırakmaları ve liberallere terk etmeleri gibi, gerçek Türk milliyetçiliğini bırakmaları burayı ırkçı faşistlerin doldurmasına yol açar.
Böylece gerçek Türk milliyetçiliği bayrağını, ırkçılara; Türk milliyetçiliğini, askeri bürokratik oligarşinin özel aygıtlarına bırakırlar. Bu arada kendilerini de tecrit olmaya mahkûm ederler.
Aslında Türk bayraklarıyla çıkıp bugün savundukları her şeyi, Türk ulusunun çıkarı olarak savunabilirler ve bunu yaptıkları gün aslında Devletin ve faşistlerin elindeki en önemli silahlardan birini de almış olurlar.
Yani, garip gelebilir ama Türkiye’de sadece Demokratik bir hareket yok değildir; aynı zamanda gerçekten Türk milliyetçisi bir hareket de yoktur.
Piyasadaki Sosyalist çokluğu demokrat hatta milliyetçi yokluğunun ters yüz olmuş bir görünümünden başka bir şey değildir.
*
Demokratik bir hareketin yokluğunun nedeni, ulusalcı veya değil, tüm sosyalistlerdir.
Gerçek Türk milliyetçisi bir hareketin olmamasının nedeni ise, Kürtleri destekleyen ve bunun Türk milliyetçiliğini olmadığını düşünen Türk sosyalistlerdir.
Tutarlı demokrasiyi savunan bir sosyalist ise, aslında Türk milliyetçisi sosyalistlerden farklı olarak, “Ezen bir ulus sosyalist olamaz” veya “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” gibi program ve ilkelerle hareket etmez.
Demokrat bir sosyalistin şiarı yukarıdaki Marks’ın sözüne kinaye şöyle formüle edilebilir: “Ancak, Ulusu bir dille, bir dinle, bir ırkla vs. tanımlayan ulusları ve ulusçuları ezen bir ulus özgür (veya demokrat) olabilir
Lenin’e kinaye: “Ulusların kaderini tayin hakkı” için değil; “Ulusu bir dille, dinle, tarihle tanımlamayı reddetme hakkı ve görevi” için mücadele eder.
Ulusların eşitliğin savunan özünde de milliyetçilikten başka bir şey olmayan Enternasyonalizme kinaye; “ulusların eşitliği” için değil; ulusları yok etmek için; yeryüzündeki “tüm insanların eşitliği” için; mücadele eder.
Demir Küçükaydın
15 Eylül 2015 Salı




[1]Demokrasi eşitlik demektir…. Ama demokrasi yalnızca biçimsel eşitlik demektir. Ve eşitlik üretim araçlarının sahipliği yönünden toplumun bütün üyeleri için gerçekleşir gerçekleşmez, yani emeğin ve ücretlerin eşitliği sağlanır sağlanmaz insanlık kaçınılmaz olarak biçimsel eşitlikten gerçek eşitliğe yani ‘herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre’ kuralının işlerliğine kadar götürülmesi sorunuyla karşı karşıya kalacaktır….
Demokrasi ne denli eksiksiz hale gelirse onun gereksiz olma anı o denli yaklaşır. Silahlı işçilerden oluşan ve sözcüğün asıl anlamında artık bir devlet olmaktan çıkan devlet ne denli demokratik olursa her türlü devlet biçimi sönmeye o denli çabuk başlar.” (Lenin, Devlet ve Devrim)

Hiç yorum yok: